6 Kasım 2011 Pazar

Obsesyon Üzerine Örnekleme

Dün Garmin, bugün de gazete ve istediğim kitabı bulamamak sinirlerimi bozdu. Şu sıralar, sinirlerim bozulmaya oldukça müsait galiba. Hayır, bu devirde neden kocaman, havalı kitapçılar her türlü kitabı satmıyor, satamıyor, onu anlamıyorum. Yarın annem, Kadıköy'e bakacak, umarım bulabilir, çok fena taktım kafaya çünkü. Bir de ben taktım mı birşeye gerçekten fena takarım, bulana kadar durmam, dağları tepeleri aşabilirim. Beş altı yıl önce de bir çantaya takmıştım kafayı böyle. Çantayı ilk olarak Capitol'deki Mango'da gördüm. İnce deriden yapılmış, dikdörtgen, hem kısa hem uzun sapı olan bir çantaydı. Çantayı beğendim ama fiyatı çok fazlaydı. Almadan çıktım.Ve 3 gün kuralını uygulamaya karar verdim. Yani 3 gün daha çantayı almak istersem gidip alacaktım.

3 günlük süre içerisinde, çantaya yönelik hislerim, aşkım adım adım yoğunlaştı. Yeni flört etmeye başladığımız Garmin'e de sıklıkla çantadan bahsediyordum, "Tam yazar çantası, derisi de öyle yumuşak ki, her yere de kullanabilirim..." Ben anlatıyordum, Garmin ise "İyi de neden gidip almıyorsun ve yazar çantası ne demek?" diye sorup duruyordu. Nihayet 3 gün bitti ve ben iş çıkışı, büyük bir hevesle, soluğu Capitol'de aldım. Fakat o da ne, çantanın yerinde yeller esiyor, ellerinde kalmamışşş. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü tabi ve yakaladığım bir satış danışmanından, hangi mağazalarında çantanın olduğunu öğrenmesini istedim. Bir tek Profilo Alışveriş Merkezi'nde vardı çanta ve tekti, sadece bir tane! Eee akşamın sekizinde Altunizade'den Profilo'ya gidemezdim. Tek çare çantayı ayırmalarıydı. Fakat çantayı tabiki ayırmıyorlardı. Ne yapsam ne etsem diye derin derin düşünürken, çareyi ertesi sabah koşarak Profilo'ya gitmekte ve çantayı akşam kimse almasın diye dua etmekte buldum.



'Allah'ım ne olur çantayı kimse almasın,' diye dua ederek eve doğru giderken, aklıma ertesi sabah işe gideceğim geldi. Müdürüme, "Ben gidip bir çanta alacağım müsaadenizle," mi diyecektim. Tabiki diyemezdim ve sabah saat 10:00'da Profilo'da olmazsam da, yazar ve havalı bir insan olmam için gerekli nesnelerden birini kaçıracaktım.

Sabah işe gider gitmez, yüzümde en sevimli ifademle, müdürümün odasına yolladım. "Günaydın Z. bey, benim bir vize alma işim var, acaba saat 9'da çıkıp, 11 gibi gelsem sizin için problem olur mu?" dedim. Z.'nin iyi anına denk geldi herhalde, "Olur olur," diyerek beni kışkışladı ve ben de koşarak Maslak'tan Profilo'ya doğru yola çıktım. Profilo'nun önüne vardığımda henüz açılmamıştı ve ben içim heyacandan kıpır kıpır beklemeye başladım. Kapılar açılır açılmaz da koşarak Mango'ya gittim, gözlerimi kocaman açmış çantayı ararkennnn......evet kendisini bir anda rafta gördüm ve resmen atladım üstüne. Sonrası bir rüya gibiydi. Parayı ödedim, torbayı çantamın içine tıkıştırdım, vize değil de çanta aldığımı kimse anlamasın diye ve mutlu mesut şirkete döndüm.

Sözkonusu çantayla aşkımız bir süre devam etti. Fakat çanta, ne yazar ne de havalı olmamı sağladı. Zaten bir çantayı "yazar çantası" diye ancak benim gibi bir dahi niteleyebilir. Nasıl çantalar kullanıyor ki yazarlar? Mango'dan alınmış çantalar mı? Her neyse, çamtaya ulaşma konusunda şansım yaver gitti ama ahhh şu kitap! Cuma gününden beri aklımda. Öyle ki bugün annem bir kitapçıya bakmaya gitti, döndüğünde tam merdivenleri çıkarken, apartmanda, "Anneeeeeeeee buldun muuuu?" diye çığırarak ortalığı inlettim. Ama yok, yok işte. Neyse yarın Kadıköy'den ümitliyim bakalım.


5 Kasım 2011 Cumartesi

Ortadan İkiye Çatlamamak Adına...

Güzel, güneşli bir günde bence, kimse kimsenin sinirlerini bozmamalı. Ama olmuyor işte. Sabah sabah Garmin benim sinirlerimi bozdu, eee doğal olarak ben de onun sinirlerini bozdum. Gerçi ona birşey olmaz, keyfine bakmasını bilir o.

Sabah sabah abuk sabuk saçmalamaları, haksızken kendini bir anda haklı hale sokmasıyla ve tabi anlayışsızlığıyla çıldırttı beni önce. Sonra da salak kardeşlerinden birinin aradığını iddia ederek, karşıya geçmesi gerektiğini söyleyip beni anneme bırakıp gitti. Oysa bugün annemi özlemeyi hedefliyordum ben. İşin kötü yanı, yarın da annemi özleyemeyeceğim çünkü Garmin yarın bayram için ailesini ziyarete gidecek, ben ise arabayla uzun mesafe gitmem yasak olduğu için, SÜRPRİZZZ, yine annemleyim. Başbaşa. Sevgili ablam da tatile gitti. Ve işte annemle başbaşayız.

Her derde deva, Nutella!

Gerçi annem olmasa şu sıralar halim ne olurdu bilmiyorum. Garmin de bir tripler, ablam ortalarda yok. Bir tek annem ilgileniyor benimle. Ahhh bir de özleyebilsem onu. Nedense bir de fena şekilde ağlama eğilimim de var bugün. Sabah Garmin'e sinirimden zaten bir posta ağladım. Şimdi de yaşlar birikme yapıyor ama annemin yanında hayatta ağlamam, sonra iki saat Garmin üzerine eleştiriler, evlilik üzerine nasihatler, kendi evliliğinin ne kadar harika olduğuna dair içlenmeler ve kapanışşş.

Sanırım en iyisi elime bir kitap ve nutella kavanozu olmak olacak.

4 Kasım 2011 Cuma

Annemi Özlemek İstiyorum

Neredeyse sekiz aydır, hemen her günüm, annemle ve onun evinde geçiyor. Günde ortalama 12 saat boyunca annemle beraberim. Evet o kendi kendine takılıyor; yemek yapıyor, alışverişe gidiyor, ütü yapıyor vs. fakat ben ya televizyon izleyerek, ya kitap okuyarak öyle sepet gibi oturuyorummm ve tabi sıkılıyorum. Gün içerisinde  arada dışarı da çıkıyoruz tabi, çay kahve içmeye, yani dışarıda da beraberiz. Sürekli bir muhabbet etme ihtiyacı doğuyor sürekli bir arada olunca. Siyasetten spora, yemek tariflerinden modaya, sokaktaki insanların giysilerinden çekirdek ailenin bireylerini çekiştirmeye kadar tüm sohbet konularını tüketiyoruz.

Kahvaltı edip, öğle yemeği yiyip, televizyon izleyip, sohbet ettiğimiz, bir kafeye gidip oturduğumuz ve tabi birbirimizin suyuna gittiğimiz günler, iyi-kıymetli günlerimiz. Bir de bugün olduğu gibi birbirimizi gırtlaklamak istediğimiz günlerimiz var. İkimizin de tersimizden kalktığı ve birbirine yok yere sinir olduğu günler, bugün olduğu gibi.

Son keşfim! Bozuk sinirlere ilaç gibi:)
Anne gece uyuyamamıştır ve B.'nin kapıyı çalmasıyla tatlı uykusundan uyanmıştır. B. kahvaltı öncesinde banyo yapmayı hayal etmiştir ama annenin evindeki termosifonda yeterli düzeyde sıcak su yoktur. B. banyo yapamadan kahvaltıya otururlar.

B: Bu zeytin yukarıdaki marketten mi?
Anne: Evet.
B: Çok tuzlu bu ya.
Anne: Hafta başından beri yiyorsun ama.
B: Yani????
Anne: Yeni mi fark ettin tuzlu olduğunu?
B:Alllah Allah, tuzlu işte.
Anne: Sana öyle geliyor.
B: Ne demek sana öyle geliyor? Tuzlu işte.
Anne: Bak ben de yiyorum, tuzlu değil. Sana öyle geliyor.
B:  Çıldırtırsın insanı ya. Zeytin tuzlu, elimizdeki veri bu. Mesele kime tuzlu geldiği değil. Tuzlu işte.
Anne: Öfff uzatma.
B: Sen uzatıyorsun, çok sıkıldım.

Anne kalkıp çay koymaya gider ve kahvaltının sonrası derin bir sessizlik içerisinde (yeme içme sesleri dışında) geçer. Günün geri kalanının nasıl geçeceği ise taraflardan birinin iyi niyetine ya da hiçbir şey olmamış gibi davranmasına bağlıdır.

Gergin ortamlardan pek hoşlanmadığım için annemin suyuna giderek, tartışmaları  unutan-unutturan genelde ben oluyorum. Ancak o gün yine de sıkıntılı geçiyor. Mesela şu anda da annem fena halde sinirime dokunuyor, sebepsiz yere, ama yapacak birşey yok. Kendisi şu an interaktif bir şekilde, yani televizyonla konuşarak haberleri izliyor!

Belki ikimiz de gayet iyi niyetli davranıyoruz ve iyi niyetliyiz ama her gün birlikte olmak başka birşey gerçekten. Başlıkta da belirttiğim gibi artık annemi özlemek istiyorum. Öyle çok özlemeliyim ki hatta saçmalıkları bile burnumda tütsün. Lütfen Tanrı'm bu fırsatı bana ver.


3 Kasım 2011 Perşembe

Kuzey Güney

Bugün, dün yazdığım yazıyı okuyunca, yazının başlığını "Almadım" koymadığıma pişman oldum. Amma lüzumsuz bir yazı yazmışım; "Yok şunu almak istedim ama ALMADIM. Yok bunu beğendim ama ALMADIM" vs.



Bugün tam yalnız kalma günü ama maalesef yine annemle beraberim. Umarım aylardır süren birlikteliğimize, en kısa zamanda ara verebiliriz. Bayıldım artık. Kendileri yine mutfakta, şangur şungur birşeyler yaparak yemek pişiriyor. Bu kadar gürültüdense aç gezmeyi tercih ederim. Ve ben de hem yazıp hem de Saba Tümer'in programını izliyorum. Durumum içler acısı. Konukları Demet Akalın ve Alişan. Siz düşünün durumumu.

Dün akşam itibariyle Kuzey Güney'i izledim ve kendimi Kuzey'e çok yakın hissettim nedense. Aslında pek bir ortak noktamız yok ama o talihsiz hali, para kaybedişleri ve sanki lanetliymiş gibi ortalıkta dolaşmaları, kendime kendimi hatırlattı. Gerçi sonlara doğru Kuzey'in işleri biraz açılır gibi oldu. Umarım benimkiler de en kısa zamanda açılır.


2 Kasım 2011 Çarşamba

Ne Yazsam?

Aslında pek yazasım yok ama hazır bilgisayarı açmışken yazayım dedim. Ama ne yazayım? Ne yazayım ne yazayım ne yazayım? En iyisi bugünü yazayımmm.

Sabah güne peynirli poğaçayla başladım. Bir iki saat sonrasında ise Saray Muhallebicisinde, annem ve bir arkadaşıyla kıymalı börek ve kazandibi yiyerek güne devam ettim. İkisi de şahaneydi ve çok doyurucuydu.

Sonra aynı ekiple Kozzy'e gittik. Kozzy'deki Malatya Pazarı'nda bayağı bir vakit geçirdik. Almadım ama özellikle karışık kuru meyvelerle hazırlanmış bir kutu çok ilgimi çekti. Oturup hepsini yiyesim geldi ama nedense almadık. Bu arada Goji Berry diye bir yiyecek keşfettik. İçinde 21 mineral varmış ve çok faydalıymış ama tadı bir garip geldi ve onu da almadık. Sonunda bir klasik olan, kuru kayısı ve ceviz alarak yolumuza devam ettik.


Tanıştırayım Goji Berry

Malatya Pazarı sonrasında, Tchibo'ya girdik. Yeni şeyler gelmişti. Birkaç şeyi çok beğendim ama oradan da birşey almadım. Özellikle lacivert bir kazağa ve uzun, kahverengi bir hırkaya bayıldım. Görüldüğü üzere para kazanmayan bir insan olarak 'Şunu da alayım, bunu da alayım, ahhh keşke şu benim olsa,' hayallerim devam ediyor. Ancak kontrollü davrandım bugün ve sadece 2 çift yumuşacık çorap alarak Tchibo'yu terk ettim.

Kozzy sonrası Caddebostan tanKültür Merkezi'ne uğrayarak eve döndük. Oradaki D&R, okumayı çok istediğim Puccaa'nın "Ve Geriye Kalan Herşey" adlı kitabını aldım. Eve geldikten sonra, biraz uyuklama, biraz yeme içme, biraz internette sörfle vakit geçti. Akşama Kuzey Güney'i izlemeyi planlıyorum. Bu akşam Garmin'de ablam da yok. Annemle başbaşayız ve yapılabilecek en iyi aktivite de oturup dizi izlemek sanırım.

Bugünün raporu böyle, herkese rengarenk, güzel, keyifli günler dilerimmm.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Beagle Aşkı

Geçen hafta iki kere bloguma yazı koymayı denedim ama bir türlü olmadı.Ya bilgisayara bir haller oldu, ya sayfada bir takım saçmalıklar yaşandı. Ama bugün kararlıyım, uzun ya da kısa bir yazı yazacağım.

Günlerim boş geçiyor şu sıralar. Pek kitap okuyasım yok nedense, belki de son dönemde hep birinci tekil şahıs anlatıcılara rastlamamdan kaynaklanıyor durum. Hangi romanı elime alsam bir "BEN"dir gidiyor. Tanrı anlatıcı, herşeyi bilen anlatıcı tarih olup gitmiş. Ve "BEN" anlatıcı beni bir süre sonra sıkıyor. Yok, "Ben küçükken şöyle", "Ben büyürken böyle". Bir "BEN" sevdasıdır gidiyor. Belki de roman dışına çıkmam lazım biraz, ne bileyim araştırma-inceleme tadında birşey okumalıyım ya da tekrar kişisel gelişim olayına dönmeliyim. Gerçi ne kadar okursam bir türlü kişisel olarak gelişemiyorum ama...Ahhh Allah'ım bir değnek olsa da şöyle sürtünüverse bana ve sevdiğim birşeyi yaparak para kazanmaya başlasammm.



Kişisel gelişimle ilgili yayınlarımıza göre, herşey bizim elimizde ama ben iş konusunda nedense hiç öyle hissetmiyorum. Fena halde birilerini suçlayasım var, özellikle de "evren"i ve "şans" denilen kavramı. Şimdi ben bu suçlamalara tam girişecekken etraftan muhakkak biri çıkıp, "Ama herşey senin elinde, birşeyi muhakkak yanlış yaptın. Bir düşün bakalım, neden edebiyat okudun? Bütün edebiyat mezunları mı işsiz yani?" deyiveriyor. Bu da bende ziyadesiyle sinir yapıyor çünkü haklılar oturduğum yerden hiçbir şey olmaz, "şans" da kalkıp bana uğramaz bu şartlarda. Ama uğrasa o kadar iyi olur ki! Mesela bugün yolda tıngır mıngır yürürken, biriyle tanışsam ve bana hayatımın işini teklif etse!

Aaaaa az kalsın unutuyordum. Dün itibariyle, son dönemde bana çooooooookkkk sevimli gelen bir köpeğin cinsini öğrendim; beagle! Öyle tatlı ki, bir gün benim de bir beaglemın olmasını umuyorummm ve sizi de kendileriyle tanıştırıyorummm.


24 Ekim 2011 Pazartesi

Üzgünüm

Herşey öyle üzücü ki, ne yazmak ne de birşey yapmak geliyor içimden. Televizyondaki görüntüler kabus gibi. Yapılabilecek tek şey elimizdekileri Van'a yollamak ve oradakiler için dua etmek sanırım.

Anadolu Yakası'nda, benim bildiğim Kadıköy Belediyesi'nden, Caddebostan Kültür Merkezi'nden ve bu akşam 19.00-21.00 arası Fenerbahçe Stadı'nın oradaki Migros'un önünden yardımlar toplanıyor. Özellikle kuru gıdaya, suya, polar giyeceklere ve battaniyelere, çocuk bezine, kadın pedine ve her türlü giyeceğe ihtiyaç varmış.

18 Ekim 2011 Salı

Asansör Yüzünden Ayrılık

Bir evlendirme programından canlı canlı aktarıyorum. Kadınla erkek anlaşırlar, beğenirler birbirlerini. Ve daha yakından tanışmaları için kendilerine bir süre verilir. An itibariyle, ilişkilerine devam edip etmeyeceklerini söylemek için ekrana çıkarlar. Fakat kadın ayrılmaya karar vermiştir çünkü erkeğin evinin olduğu apartmanda asansör yoktur ve ev altıncı kattadır. Kadın ilişkiyi bitirmeye kararlıdır, asansör yoktur apartmanda, daha ne olsun???



İnanılmaz değil mi? Yani insan ayrılık sebebi olarak, oturacakları apartmanda asansör olmamasını öne sürebilir mi? Ve bu sebebi ileri süren kadın, aslında erkeği beğendiğini tek sebebin asansör olduğunu söylüyor ısrarla! Şaka gibi.

Az önce annemin salona girmesi ve "Bu saçmalıkları izlediğine inanamıyorum!" diyerek kumandayı elimden alması nedeniyle maalesef bu son derece ilginç ilişkinin gidişatını maalesef aktaramayacağımmm. Allah akıl versin, ne diyeyim ya da daha iyisi bir asansör firması sponsor olsun ve sorun çözülsün.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Yine Yeniden...

Cumartesi günü tekrar perde seçme işine giriştim. Yağmur çamur demeden kendimi, Garmin'in yardımıyla sokağa attım. Bir arkadaşım (O da perde seçmeye çalışıyor) onun 4 yaşındaki oğlu ve ben saat 11 sularında perdeciye giriş yaptık. Çıktığımızda saat 1'e yaklaşıyordu. Ve ben yine doğru düzgün birşey seçememiştim. Beğendiğim 3 adet perdenin ise metre fiyatını bile hatırlamıyordum. Sanırım fazla seçenek insanı bu hale getiriyor; yok parlak, yok düz, yok desenli, yok hareketli tül, yok çiçekli tül derken insan aptala dönüyor. Eminim perde seçme işinden zevk alan çok insan vardır, mesela moda bloggerları kesin bayılıyordur perde seçmeye ve çok da zevkli tercihler yapıyorlardır ama ben yapamıyorum işte. Neyse derdim bu olsun di mi? Bugün tekrar annemle gideceğiz, bir de onun müthiş! fikirlerini dinleyeceğim. Allah bana sabır versin. Aslında kafamda birşey oluştu gibi, yani seçtiklerimden alakasız ve çok daha ucuza gelecek birşey geldi aklıma. Bakalım bugün bir soracağım, umarım ucuz ve güzel olur da yaptırırım artık!

Cumartesi perde çalışmaları ve arkadaşımda 2 saat oturup çene çalmanın dışında klasik olarak renksiz ve hareketsiz geçti. Garmin'in iş yapması gerekiyordu, ablam yorgundu, annem yemek yapıyordu. Bana da kös kös oturmak düştü. Güya Yengeç burçları evlerine düşkün olurmuş ama ben de tam aksi, dışarılarda dolanayım öyle boş boş ya da bir yerde oturup birşeyler içeyim benden mutlusu yok. Akşam hep beraber bayık bir akşam yemeği yedik ve sonra biz tekrar kendi evimize dönüp, bir türlü ısınmayan kaloriferlerle kavga ettik. Bizim ev tam anlamıyla Pollyanna'nın çatı katı gibi. Yazları pişiyorsun, kışları donuyorsun. Yazın evi cehenneme çeviren güneş, tamam kışın daha az parlıyor ama bu kadar da olmaz ki!


Pazar günü nispeten daha hareketliydi. Yine ailecek Otto Santral'e kahvaltıya gittik. Kahvaltı ve ortam gerçekten şahane fakat etrafta çok çocuk var. Bir palyaço çocukları eğlendirmeye çalışıyor. Çocuklar palyaçoyu pek iplemiyor, tesisin içinde çığlık çığlığa koşturuyorlar. O kadar rahatsız edici değillerdi aslında haklarını yemeyeyim şimdi ama ne bileyim kahvaltımızı ederken, çalan müziğin sesini duysak daha iyiydi. Kahvaltıdan sonra havanın aşırı soğuk ve ablamın da hasta olması nedeniyle evlere dağıldık. Garmin iş yaptı, ben de kitap okuyup hala ısınmamış olan kaloriferlerle kavga ettim.

Bugün ise enerjisi düşük bir güne başladım. Ablam ve Garmin işteler, bence çok şanslılar. Ben ise annemle başbaşayım. Annemin asabiyeti üstünde, ben ise anneme ve herşeyi gürültülü bir şekilde açıp kapatmasına takmış durumdayım. Attığı her adım batıyor şu anda. Fakat yapacak birşey yok, en azından şu sıralar. Sonrasında belki kaçar giderim ve "Without a Trace" adlı dizideki gibi düşerler peşime. Düşmeseler daha memnun olurum aslında çünkü özellikle annem ve ablam fena halde içimi kıyıyor şu sıralar.

14 Ekim 2011 Cuma

Bir Gün

Dışarıda hafif ıslak, yumuşacık bir hava var. Bıraksalar saatlerce yürüyebilirim.

Annemin evinde kaloriferler yanmaya başladı bile. Akşam kendi evime gittiğimde bünyem şoka girecek sanırım.

Papa John'sun Akdeniz pizzası harika. Normalde 3 dilim yiyen ben, dün akşam sanırım 5 dilim yedim!

Pelit'in Ekpa adlı pastasını da tavsiye ederim. Bıraksalar ya da yargılamasalar diyeyim, açık söyleyeyim, oturup tüm pastayı yiyebilirdim. Fakat bir şekilde kendimi kontrol etmeyi öğrenmişim işte, küçük bir dilimle yetindim dün akşam. Ancak bu sabah, kahvaltı üstüne, hemen bir dilim daha yedim. Sabahları pasta yemeyi seviyorum!

Bugün bir iki saat annem, 63 yaşında bir arkadaşı ve 77 yaşında bir arkadaşıyla takıldım. Açık söyleyeyim içimi daralttılar. Belki de şu sıralar herkes beni bayıltıyor. Gerçi sonrasında buluştuğum, kendi yaşıtım olan arkadaşımla geçirdiğim zaman gayet güzeldi. Sonrasında öğrendim ki annemi de baymış kendi arkadaşları. "Kimseyle buluşmiyciğim. Offf yaaa." diye söylendi bir süre.

Annem mutfakta yemek hazırlıyor. Herşeyi o kadar gürültülü bir şekilde yapıyor ki, insanın kafası şişiyor. Söyleyince de, "Naaaapiiiiiiiyyyyyyyyyyyimmmmmm Allah Allah, ses çıkıyor işte. Sen de iyice bir garip oldun," diyor. Peki ben ne yapayım? Mutfağı süngerle kaplatsak mı acaba?

Garmin işten geç çıkacakmış, ablam da bir yere uğrayıp gelecekmiş. Bekleyen olmak kötü birşey, keşke beklenen olsam şu sıralar.

"Bir Gün" adlı romanın filmi gelmiş sanırım sinemalara. Ben kitabını okudum. Ne bileyimmm, idare eder ama öyle yüzyılın aşk romanı filan değil bana kalırsa.

Annemin yumuşaması ve gürültü yapmaması, benim de iş güç, para sahibi olmam için her gün ciddi ciddi, konsantre bir şekilde dua ediyorum ama yok işte kimse duymuyor beni.

Herkese iyi hafta sonları.

13 Ekim 2011 Perşembe

"Uyku Geldiyse Bedene Ne Mutlu Kalkıp Gidene!"

Annemin iddialarına göre, hiç görmediğim babası yani dedem, evine gelen misafirlere artık misafirlik faslının sona ermesi gerektiğini "Uyku geldiyse bedene ne mutlu kalkıp gidene!" diyerek bildirirmiş. Merak ettiğim nokta, bu cümleyi duyan misafirlerin bir daha dedemin evine gidip gitmediği. Ancak bu konuyla ilgili maalesef bir bilgim yok. Birileri bana böyle birşey söylese, bir daha evine gider miyim bilmiyorum ama dün geceki tecrübemden sonra gördüm ki insan bazen "Uyku geldiyse bedene ne mutlu kalkıp gidene," demeyi fena halde istiyor.

Dün akşam yaşıtım olan üç arkadaşım bize geldi. Garmin de annesine gitti, biz rahat rahat takılalım diye. Hafta sonu beni bir miktar bayan aynı gruptu eve gelen. İlk olarak pizza siparişi sırasında beni hasta ettiler. İki adet orta boy pizza sipariş etmiştim ve arkadaşlar pizzaları yetersiz buldu. 4 kadın ve minik bir çocuğun bu kadarcık pizzayla doyamayacağını iddia ettiler. Tamam deyip, bir tane de büyük pizza sipariş ettim. Pizzacı sanırım manyak olduğumuzu düşündü. Daha pizzaları yerken, bu sefer tatlı olarak ne yiyelim muhabbeti başladı. Ve tatlı da sipariş edildi. Henüz pizzaları bitiremeden (eee haliyle çok geldi tabi pizzalar) tatlılar da geldi. Masada bir kaos tabi, pizzalar, kutuları, tatlı kutuları. Ve kimse kıpırdamıyor. Allah'tan Ozy (en becerikli arkadaş) el attı da masadakileri toparladık. Ve çay tatlı faslı başladı. Onları da yedik, bir miktar sohbet muhabbet derken, bir de baktık saat 23'e yaklaşıyor. Herkes de özellikle çalışan iki arkadaş da Ozy ve Hatty bir yorgunluk var tabi. Eee benim de sırtım ağrıdı sandalyede oturmaktan ve yoruldum. Yummy ise zaten bütün gün gezip tozduğu için yorgundu. Uzatmayayım, Hatty "Hadi kalkalım, sizi de bırakayım," dedim. İçim pırpır etti bunu duyunca haliyle. Yummy hemen kalktı "Evet geç oldu gidelim," diyerek. En korktuğum - çünkü oturdu mu kalkmak bilmez - Ozy'e de Hatty "Hadi Ozy," diyince iyice ferahladım. Fakat tam Hatty ile Yummy ayakkabılarını giyerken, Ozy "Siz gidin, ben çayımı bitirip öyle kalkacağım," dedi ve o an başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Ozy çayını bitirdi, televizyonun karşısına oturduk. Biraz sohbet ettik, derken saat 23.30'da yorgunluktan gözleri çizgi çizgi olmuş Garmin geldi. Ozy hala oturuyor. Biraz da Garmin'le sohbet, kanallar arası gezinti derken saat geceyarısını buldu. Esniyorum, "Sen de işe çok erken gidiyorsun Ozy yaaa, zor olmuyor mu?" filan diyorum ama yok, Ozy oturmaya devam ediyor. Bu arada aklımdan sürekli dedemin nefis cümlesi geçiyor, söylesem mi söylemesem mi diye... Ve 00:30'a yaklaşırken, Ozy birden saatine bakıp "Aman Allah'ım saat kaç olmuş böyle!" diyerek ayağa fırladı. Saatin farkında olmaması bana biraz saçma geldi çünkü inanın zaman hiç de hızlı akmıyordu. Garmin geyiğinin "Bu saatte taksiye binme, seni eve bırakalım," demesiyle bir de o saatte sokağa çıktık ve eve geldiğimizde saat 01:00'dı. Uyku bedene çoktan gelmişti ve ben yaşıtlarımla bir süre görüşmeme konusunda çok ama çok kararlıydımmm.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Devam

Bir şekilde kendi blogumda yorum yazamıyorum. Anlayamadım, nedir problem. Tasarım, ayar, yorum her türlü yeri kurcaladım ama yok bir türlü yapamıyorum.

Hava dünden beri harika. Çok özlemişim serin, kapalı havaları. Yağmuru pek sevmem ama o da durumu abartmadığı sürece, problem yok. Son dönemde havalarla ilgili insanlarda şöyle bir eğilim gözlemliyorum; "Ben sonbahar bebeğiyim, ondan sonbahar gelince çok mutlu olurummm." Bende ise tam tersi bir eğilim var, yazın doğmuşum ama kesinlikle sonbaharı ve kışı seviyorum. Şöyle hafif üşüyeyim, paltomu, botumu giyeyim, evin içi loş olsun, terlemeyeyim, ohhh benden mutlusu yokkk.



Haftasonu, tam da istediğim gibi sokaklarda geçti ama sokak kısmı dışında pek keyif vermedi açıkçası. Gerçi arkadaşlarımla - yaşıtım olanlar - birlikteydim hep ama beni hem kendimden küçüklere hem de büyüklere kıyasla fena halde baydılar. Cumartesi limonatalarımızı içerken ve Pazar günü de kahvaltımızı ederken sıklıkla, 'Ya ben ne yapıyorum burada?' ve 'Bende kesin bir arıza var. Diğer masalardaki insanlar ahbaplarıyla ne kadar da mutlu' diye düşündüm. Yani dışarıda olmamı sağlamanın dışında arkadaşlarla olmak pek içimi açmadı. Galiba gün geçtikçe ablamın bir arkadaşının 7-8 yaşlarındaki kızına benzemeye başladım. Bu minik kız, okulda, dışarıda yeni birileriyle tanışıyormuş ve tanıştıktan sonra şöyle diyormuş annesine, "İyi bir insan ama ben böyle tek başıma iyiyim." Galiba ben de tek başıma iyiyim, gerçi şu aralar hiç tek başıma kalamıyorum ama demek istediğim bazen insanlar çok bayıcı olabiliyor.

Bugün tam kitap okuma havası ama boş işlerle uğraşmaktan tek bir sayfa bile okumadım henüz. Halbuki hayalim, annemin salonunda, camın önünde oturup okumaktı. Aslında Garmin'in gelmesine hala vakit var, o nedenle şöyle 20-30 sayfa okuyabilirim herhalde, o halde sizlere güle güle ve bana da hem iyi okumalar, hem de bu haftaiçi de her gün yazmaya devam etme konusunda bol şans!


7 Ekim 2011 Cuma

Rekor

Dört yıl boyunca, yani ikinci üniversite hayatım süresince, kendimden 10 yaş küçük insanlarla arkadaşlık yaptım, hala da yapıyorum ve çok da iyi anlaştım, anlaşıyorum. Kendi yaşıtım olanlarla arkadaşlığım da bu süreçte devam etti tabii ama seyrekleşti; çünkü aynı ortamları, aynı dertleri (iş güç, yemek, alışveriş...) paylaşmıyorduk, paylaşamıyorduk. Onlar olgunlaşıp, kadın olurken, ben gitgide çocuklaşıyordum. Çok da zevkliydi vallahi gençlerle birlikte olmak. Ancak okul bitince, genç arkadaşlarımla hayat yollarımız ayrılmak zorunda kaldı. Yine görüşüyoruz ama onlar iş güç peşinde koşuyor, ben ise oturduğum yerden iş için dua ediyorum mesela. Ya da onlar işe gidiyor, ben evdeyim vs vs vs.



Son dönemde ise genç ve yaşıtım olan arkadaş grubuma bir de 60-70 yaş grubu insanlar eklendi. Özellikle annemin evinde dinlenmek zorunda kaldığım dönemde, annemin arkadaşlarının ziyaretiyle aramızda bir samimiyet başladı. Bir kısmını önceden tanıyordum tabi ama bu kadar sohbet etme şansımız olmuyordu. Evdeki dinlenme döneminin ardından biraz biraz sokağa çıkmaya başlayınca ve maalesef tek başıma çıkamadığımdan annemle çıktığım için, bu sefer de dışarıda sözkonusu arkadaşlarla takılmaya başladım. Çay kahve kurabiye eşliğinde sohbetler devam etti. Sohbet konuları, hayattan beklentileri ve sıkıntıları benim düşüncelerimden tamamen farklı ama yine de geleceğimle ilgili fikir vermeleri açısından ilginç bir tecrübe. Mesela onlarla vakit geçirmeye başladığımdan beri, yaşlandığımda nasıl vakit geçirebileceğimi, nerede yaşayabileceğimi, bir günün nasıl geçeceğini düşünmeye başladım. Ve yaşlanmanın -eğer hareketler kısıtlanırsa sağlık sorunları nedeniyle- pek de eğlenceli olmadığına karar verdim. Hele bir de bakıcıyla filan yaşanıyorsa, gördüğüm kadarıyla tam bir kabus yaşlanmak.

Ve yaşlıların hayatıyla ilgili edindiğim tecrübelerin üstüne şöyle bir karara vardım; eğer şöyle 70'lerime kadar yaşarsam, sigaraya tekrar başlayacağım, her gün birkaç kadeh alkol alacağım ve kaşık kaşık nutella ve cips, çerez yiyerek kanepeye yayılıp dilediğim gibi kitap okuyup, film seyredeceğim. Kolestorol filan takmayacağım kafaya, zaten 70'e gelmişim, ne kolestorolü...

Bu arada yazının adının "Rekor" olma konusunu da açayım bitirmeden; sanırım ilk kez, haftaiçi her gün yazmayı başardım ve bir rekora imza attım. Kendimi tebrik ediyor ve herkese iyi hafta sonları diliyorum.

6 Ekim 2011 Perşembe

Simit Günü

Sabahtan beri simit yiyorum. Bıraksalar daha da yerim ama yememek lazım karbonhidrat neticede. Gerçi bende uzun zamandır bir karbonhidrat düşkünlüğü var. Pasta, börek değil de daha çok simit, küçük kurabiyeler, yulaflı, tarçınlı bisküviler filan yemek istiyorum. Hiç sebze meyve yiyesim yok. Kısaca an itibariyle şu sıralar çok popüler olan Karatay diyetine tamamen uzağım. Çok merak ediyorum; acaba sözkonusu diyeti uygulayıp zayıflayan birileri var mı? Varsa eğer kahvaltıda ekmek yemeden nasıl durabiliyorlar? Ben duramam şahsen. Bence en iyisi bol spor yapıp, istediğin şeyleri de az az yemek. Neyse şimdi biraz protein alımına gideceğim süt içerek ve simit yemeye bir dur diyeceğim.


New York Kütüphanesi


5 Ekim 2011 Çarşamba

İş Para İş Para

Beni mutlu edecek, sürekliliği olan, beni mutlu edecek kadar para kazandıracak bir iş arayışım, zihinsel olarak devam ediyor. Gerçi Pazar günü, zihinsel boyuttan çıkıp Google'da da arattım bu iş mevzusunu ama bir sonuca ulaşamadım. Google'dan ne bekliyorsam artık. Sanki "Ne iş yapabilirim?" diye aratınca, Google kalkıp, "Ressam olsan, iyi olur," diyecekti. Keşke birileri, benim yerime, bana hangi işi mutlu mesut ve paralı bir şekilde yapacağımı söylese. Ya da bir program olsa, ben bu programa ne tip bir iş istediğimle ilgili bilgileri girsem ve program bana hangi işi, nerede yapabileceğimi söylese. İşte, aşağıda, olası programa girmeyi planladığım maddeler.

Arkadaki ayaklar olmasaymış keşke

1. Ofis, plaza dışı bir ortamda çalışmak istiyorum.
2. İşe giderken, ne istersem giymek istiyorum. (Öyle cekettir, gömlektir uğraşamam.)
3. Esnek çalışma saatlerimin olmasını istiyorum. Sabah 8.30'da işbaşı yapmak istemiyorum.
4. Sayısı çok olmamak kaydıyla, sevimli, kültürlü, sempatik iş arkadaşlarımın olmasını istiyorum.
5. İyi para kazanmak istiyorum. Almak istediğim şeyleri, gönül rahatlığıyla almak ve bunun yanısıra sevdiğim insanlar için de bol bol para harcamak istiyorum.
6. Kitap okumaya, film izlemeye, gezmeye tozmaya, tatil yapmaya bol bol vaktim olsun istiyorum.
7. Sözkonusu işe giderken ve bu işi yaparken içimin sevinçle dolmasını istiyorum.
8. Gün içerisinde işimle ilgili aklıma fikirler gelmesini ve bu fikirlerden heyacanlanmayı istiyorum.

Bilmiyorum, bu şartlar, bu istekler hangi işe, hangi işverene uyar. Ama lütfen, ne olur birileri bana bu isteklerin hangi işle örtüşebileceğini söylesinnn.

4 Ekim 2011 Salı

Ve Perde!

5-6 ay önce kendime bir hedef koydum: yatak odasındaki perdeleri değiştirmek. Sarı, güdük kalmış, ruhsuz perdeler her gün sinirimi bozuyordu çünkü. Ruhu olan perde nasıl olur bilmiyorum ama şöyle pastel renklerde, canlı birşeyler istiyordum. Ve nitekim bu konuda ufak ufak araştırmalara da başladım. Ancak araştırmalara başladıktan sonra kafayı perdelere takmış olmamın çok yanlış olduğunu anladım. Perde seçmenin bu kadar zor olduğunu bilseydim, inanın görmemezlikten gelirdim odadaki perdeleri ya da onları oldukları gibi sevmeye çalışırdım. Ama artık çok geç!



Perde seçmek zor çünkü fiyatlar inanılmaz pahalı, hatta bana göre dudak uçuklatan cinsten. Bir de odanızda bol pencere varsa, şimdiden söyleyeyim ayvayı yediniz. Benim şahsen tecrübe ettiğim en yüksek fiyat, metresi 115 tl olmak üzereydi. Bu metresi 115 tl olan perde de öyle aşık olunacak, ruh, karakter sahibi bir perde değildi bu arada. Ve 6-7 metrelik kumaş almanız gerekiyorsa, tül hariç fiyatı siz hesaplayın artık! İnanılır gibi değil.

Fiyatların yüksekliği dışında bir de seçenekler bence çok zevksiz ve sınırlı. Hep aynı hikaye; sim, yaldız, yanar döner desenler, böyle hışır hışır, insanın içini bir tuhaf yapan, satenimsi kumaşlar ya da düz, parlak renkler veya ağır, kadifemsi kumaşlar, soluk renkler... Bu perdeleri kullanmak için bence insanın evi şöyle ağır bir ev olmalı, ne bileyim böyle kıvrımlı mobilyalar ya da swarovski taşlı yatak başları gerek bu perdeler için.

Bir de perdeciler çok havalılar. Mesela ölçü almak için evinize gelmeye tenezzül etmiyorlar. Dikiş parasını ayrı alıyorlar ve perde kumaşından ufacık bir parça kesip vermiyorlar, hani eve gidince şöyle bir bakın odaya uyuyor mu diye? İndirim derseniz, öyle birşey de yok kitaplarında ve zaten bütün perdeler bir şekilde indirimde.

Kısaca daha önce de dediğim gibi pişmanın kafayı perdelere taktığıma. Halıya filan taksaydım keşke, gider alırdım ucuz birşey. Olur biterdi. Ama olmadı ve ben maalesef perde aramaya devam edeceğim. Yani şu sıralar sevdiğim bir işimin olmaması ve parasızlıktan sonraki en mühim meselem perde seçimi. Parası olmayan bir insan nasıl perde alıyor diye düşünecek olursanız, sponsorum annem tabiki. Acaba perde alacağıma, kendime birşeyler alsam daha mı iyi? Perdeleri değiştireceğim de ne olucak yani? Gerçi evin enerjisini olumlu etkileyip, belki iş bulmamı bile sağlayabilirler. Amannn bilemiyorum işte. Perde için de mi kuantum denesem?

3 Ekim 2011 Pazartesi

Parçalı Bulutlu

Hafta sonunu parçalı bulutlu geçirdim. Biri ne renksin bugünlerde diye sorsa, hiç düşünmeden "Gri" derdim. Manasızca ağlayasım, herkese kızasım ve çoğu zaman olduğu gibi kaçasım vardı. Cumartesi sabahı ablam ve Garmin'le dışarıda, denize karşı güzel bir kahvaltı ettik. Ne hakkında sohbet ettiğimizi hatırlamıyorum ama güzeldi kahvaltı. Kahvaltı sonrası ablam yurtdışından gelen arkadaşlarıyla buluşacaktı. "Ne giyeyim?" diye sordu annemin evine geçtiğimizde, birkaç şey söyledim, söylediklerimin hiçbirini beğenmeyip, sonunda üstündekilerle gitmeye karar verip, sadece benim sinirlerimi bozduğuyla kaldı. (Proustvari, amma uzun bir cümle oldu ya!) Sonra biz Garmin'le çıktık, "Ne olur biraz dolaşalım sokaklarda," dedim. Fakat Garmin'in bir saat sonra işe gitmesi gerekiyordu, klasik olarak biraz uykusu vardı, belki biraz uyurdu, patronları geleceği için arabanın içini toparlamalıydı. (Allah'tan bu patronlar geliyor da, arabaya koku filan alıp, bagajdaki ıvır zıvırı boşaltıyor Garmin)

Neticede Garmin saat iki sularında beni anneme bıraktı ve ben de hemen ağlamaya başladım. İşim olmadığı, Cumartesi gününü annemle geçireceğim, kendime ait odam olduğu halde (gerçi odada tartışılır, evin kirasını Garmin ödüyor) param olmadığı için bir süre ufak ufak ağladım. Annem şaşırtıcı bir biçimde moralimi düzeltti ve beni Midpoint'e cevizli, çikolatalı brownie yemeye götürdü. Ve brownie, sinirlerime gerçekten iyi geldi. Öyle güzel, öyle lezzetliydi ki! Yanında da iki fincan demleme çay içtim ve kendimi Barbara Pym romanlarındaki, çayın ve çikolatanın tedavi gücüne inanan kadınlar gibi hissettim. Çikolata, çay ve annem iyi geldi.


Kendime, bu makaronlar gibi renkli bir hayat diliyorum!

Pazar sabahı ise güneşli bir güne uyandım. Tek hayalim vardı; Garmin'in erken kalkması ve kendimizi sokaklara atmamız! Fakat Garmin, Cumartesi de dahil olmak üzere çok çalışmıştı, yorgundu, patronları geleceği için stresliydi. Ve kendileri saat 11:15'de kalktı. 08:00 sularında uyanan ben ise vakit geçsin diye yapabileceğim herşeyi yapmış - Google'dan "ne iş yapabilirim, yarı zamanlı işler, yeteneklerimi keşfetmek" tarzı aramalar yapmak da dahil - ve bu arada yine, aynı sebeplerle ağlamış ve sinirlerimi bozmuş durumdaydım. Pazar günü sinirlerimi düzelten de olmadı maalesef; annemle ablam, ablamın evini yerleştirirken birbirlerine girdiler, Garmin benim suratsızlığıma bozuldu. Annem ablam nedeniyle tüm dünyaya ve kaderine kızgındı. Ablam, annem herşeye karışıyor diye sinirliydi ve film izleyip, televizyonun karşısında uyumak istiyordu. Ben ise dediğim gibi sokaklarda dolaşmak istiyordum. İçimde annemle ablamın huzursuzluğunun sıkıntısıyla, Garmin'le biraz dolaştık da ama keyif vermedi. Akşam ise dışarıda hep beraber yemek yiyeceğimiz için, gidip annemle ablamı aldık. Aaaa o da ne? Annemle ablamın arası gayet iyi! Salaklık bende tabi, ne diye takıyorum herşeyi kafama? Herkes keyfinde. Ben hariç hepsinin işi gücü ve parası var zaten. (Evet biliyorum çok taktım bu iş ve para mevzusuna ama elimde değil.)

Bugün ise Garmin ve ablam işe, annem spora gitti. Ben de şu an annemin evinde bu satırları yazıyorum, ağlama isteğim hafifledi ama yine de bugün de hava durumum parçalı bulutlu ve zaman zaman da gözyaşı şeklinde yağmur geçişleri sözkonusu olabilir.

30 Eylül 2011 Cuma

Ustalar ile Cikolata

Ilk olarak, maalesef bazi teknik yetersizlikler nedeniyle yazimda turkce karakter kullanamayacagimi bastan belirteyim. Ikinci olarak da, nihayet bloguma yazabildigim ve havalar serin oldugu icin mutlu oldugumu belirteyim. Ohhh be yasasin sonbahar, yasasin gri havalar ve yasasin kot pantolon ya da moda bloggerlarinin tabiriyle jean giyebilmek!

Yazmaya, evdeki tadilat calismalari nedeniyle uzun bir ara vermek zorunda kaldim. Tabiki ustalar elimden netbookumu almadilar ama evdeki kaostan oylesine sinirleim bozuldu ki hic birsey yapamaz hale geldim. Ustalarin yanisira, Garmin'inin de evde ve hasta olmasi, tadilatin tuzu biberi oldu. Ustalar calisirken, cslisirken Garmin'le birlikte salonda hapis hayati surduk. O hem burnunu cekti hem evden issel faaliyetlerini surdurdu. Bense butun gun televizyonun karsisinda abartili sayilarda cikolata tukettim. Mesela bir gun, 5 tane cikolata yedim, bar seklinde olanlardan ve midem hic de rahatsiz olmadi. Ben bu kadar cikolatanin ustune yemek filan yiyemeyecegimi dusunuyordum ama onlari da afiyetle yedim. Televizyonda,bu arada cesit cesit sacma program kesfettim. Mesela 'gelin duymasin' diye bir program var inanilir gibi degil! Bunun yanisira, televizyonda program yapan ve meslegi ask doktorlugu olan bir adamla muserref oldum. Ve tabii yinekendime uygun,para kazanabilecegim bir isim olmadigi icin dertlendim. Nihayetinde ben de pekala ask doktoru olabilirim.

Televizyonun yanisira kendimi moda ve edebiyat dergileriyle oyaladim. Ve nihayet, kendimle ilgili, kendimden nicedir sakladigim bir gercegi, kendime itira ettim. 'Evet edebiyati seviyorum. Ozellikle roman okumaya bayiliyorum ve hic olmasa da birkac sayfa okumadan tek bir gunum gecmiyor. Ama iste o kdar. Daha otesi yok. Yani kalkip edebiyat dunyasi, akimlar, sosyal ve siyasi sorumluluklar uzerine ahkam kesmek, yorum yapmak, sosyal olarak sorumlu olmak istemiyorum, metinlerin alt metinleri, karakteri gelisimi umurumda degil. Okuyorum ve bundan keyif aliyorum ama moda dergilerindeki kadin gibi bir hayat surmek istiyorum. Bilmiyorum, anlatabi.iyor muyum? Aslinda problem iki tarafinda tam hakkini verememem. Yani ne moda ne deedebiyat gurusuyum. Halbuki birinden birinin tam uzmani, piri olsam hersey, mesela blogum bile daha verimli olacak.

Neyse nereden nereye geldim. Unutmadan, 'Ustalar ile Cikolata' deyince, aklima Bulgakov'un 'Usta ile Margarita' adli muthis romani geldi. Okumadiysaniz, muhakkak okuyun ve bu tavsiyeme guvenin derimmm.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Okul Öncesi Depresyon

Kendi isteğimle, severek, hatta aşık olarak 30'lu yaşlarımda gittiğim üniversite ve okulda ya da işyerinde birilerine abayı yakmadığım dönemler dışında hiçbir Pazartesi gününü sevmedim ve bu nedenle de genelde Pazar günlerini depresyonda geçirdim. Çocukken evin hali de pek uygun olurdu depresyona, özellikle ilkokul-ortaokul döneminde; banyo yapılır, tırnaklar kesilir, çalışan anne tek dinlenme fırsatı olan günü yaka, önlük, gömlek ütüleyerek ve saçlarını sararak sinir krizleri içerisinde geçirir. Çalışan baba, anneye yardım etmeye çalışır ama anne onun yaptığı işi beğenmez, oturup gazete okursa da kızar. Televizyonda izlenecek hiçbir şey yoktur, hava hafif karanlıktır. Kısacası Pazar günü bunalımdır, gereksizdir.

Ancak Pazartesi günü gidilecek yer bir şekilde seviliyorsa, Pazar günü bakım ve onarımla ve yüzde manasız bir gülümsemeyle hayaller kurularak geçirilebilir. Mesela ben üniversitede edebiyat okuduğum, yaşımın kemale erdiği dönemde Pazartesileri sever ve Pazar günlerini keyifle kitaplarımı okuyarak, ödevlerimi yazarak geçirirdim. Ortaokul, lise yıllarında ise aşk meşk durumları sözkonusu olduğunda yine aynı mutluluk kaplardı içimi Pazar günleri.

Böyle bir salonumuz olsa!

Son bir yıldır ise çalışmadığım, bir baltaya sap olamadığım için Pazar günleri anlamını, gündemini yitirmişti benim için. Sadece "Öfff yarın iş var," diyen Garmin'e, "Ama hayatım, anın tadını çıkar, bak bugün iş yok," diyerek eşlik ediyordum. Ancak dün itibariyle ilginç bir şekilde, tam da okulların açılmasından bir gün önce eski bunalımların kokusu, havası geldi üzerime çöreklendi. Ne kesilecek tırnak, ne ütülenecek önlük, yaka vb vardı ama ev halimiz tam bir bunalımdı. Garmin, güne faranjit olduğunu ilan ederek başladı. Ben ise bütün günü geze toza geçirme planları içerisindeydim. İlk olarak ilaç almak üzere nöbetçi eczaneye gittik, sonra evde yiyecek birşey olmadığı için dışarıda mutsuz bir kahvaltı ettik. Garmin'in haliyle huysuz şirinliği üstündeydi. Ben de bütün haftayı annemle geçirip, Pazar gününü soluk almak, neşelenmek için ayırmıştım. Kahvaltı sonrası eve intikal ettik ve kabus durumu zaten o zaman başladı. Bir kere ev dağınıktı ve ikimiz de sağlıksal olarak toplayacak durumda değildik. Genelde dışarıda olunca pek takmıyorum ve haftaiçide annemde olunca problem olmuyor. Ama evde olunca bu dağınık hal beni epey yıprattı. Garmin bir kanepeye ben bir kanepeye serildik. Garmin futboldan, basketbola geniş bir yelpazede spor programı izledi. Arada 2 saat filan uyuduk. Uyandık, dışarıdan saçma sapan bir yemek istedik. Tekrar spor programları. Allah'tan akşam bir iki saatliğine anneme gittik, akşam yemeği için ama orada da aynı sendrom vardı, ablam annemin iddialarına göre bütün günü kanepede yatarak ve abur cubur yiyerek geçirmişti. Yemekten sonra eve gelip, basket maçı izledik.

Ve ben bu süreçte sürekli bağırmak istedim ve hareket etmenin, edebilmenin ya da birşeylerle uğraşmanın veya sürekli yoğun olup koşturmanın her şekilde daha sağlıklı ve daha eğlenceli olduğuna karar verdim. Bu nedenle inşallah Garminciğim çabucak iyileşir, ben de hayırlısıyla hareketli günlerime dönersem, hiç durmayacağım, hep birşeyler yapacağım. Son olarak, buradan Pazar günü ya da okul öncesi depresyonu yaşayanlara seslenmek istiyorum, "HAREKET EDİN DOSTLAR, İNANIN O ZAMAN ÇOK MUTLU VE NEŞELİ OLACAKSINIZ!"

15 Eylül 2011 Perşembe

Ivır zıvır

Yapılan araştırmalara göre; lacivert renk giymek, karar vermeyi kolaylaştırıp, hafızayı güçlendiriyormuş. Bu nedenle, yatarken lacivert renk giyenler, rüyalarını daha iyi hatırlıyormuş. Enteresan! Çok sevdiğim bir renk lacivert ama ne şu sıralar kolay karar verebiliyorum ne de rüyalarımı hatırlayabiliyorum. Ya da şöyle diyeyim çok hayal meyal hatırlıyorum.

Bugün araştırmalardan gidiyorum ama bir de gözyaşında stres hormonu bulunmuş yani ağlamamızı durdurmak pek de hayırlı birşey değil. Ağlayalım ki arada stresimiz vücudumuzdan su gibi akıp gitsin.



Bugün dış cepheciler sessiz ama annemin konuşması ve şikayetleri sabahtan beri hiç durmadı. Abuk sabuk şeyleri dünyanın sonu haline getiriyor. Yok efendim, klimanın borusu dışarıda kalmış, bunu ustalar yapmış, ev ne kadar da kirlenmiş, nasıl temizlenecekmiş. Duyan da sanır ki, klima borusu düzeltilemez ya da temizlik yapmak dünyanın en zor işi. Alem kadın, kendini mutsuz etmek için elinden geleni yapıyor. Bu çabayı başka bir alanda kullansa da keşke benim başımı ağrıtmasa! Neyse az kaldı, kendi evimde yaşayacağım günleri iple çekiyorum. Bir süre başta annem olmak üzere, minik ailemizin diğer fertleriyle görüşmeyeceğim. Alıp başımı, yanımda sadece çok iyi anlaştığım ve sevdiğim biriyle dere tepe dolaşacağım. Ahhh o günler bir gelse. 

Bu arada bugün bir kez daha televizyonun insanı durgunlaştırdığını, kendimi denek olarak kullanarak ispatladım. Dün gece pek iyi uyuyamadığım için, anneme gelince kahvaltı edip sabah saat dokuz buçuk sularında televizyonun karşısına uzandım. Hesapta uyuyacağım ama annemin ev içindeki hareketleri hiç durmadığı için iki dakika bile dalamadım ve şu ana kadar boş boş televizyona baktım. Sonuç;baş ağrısı (bunda annemin de rolü var), halsizlik, isteksizlik, keder, hayatın anlamsız gelmesi, kendine kızma ('Neden bu aptal programları izliyorum!'), geleceğe dair ümitsizlik... Aman siz siz olun, benim gibi yapmayın, sabahtan öğlene kadar televizyon seyretmeyin.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Benim Dış Cephem

An itibariyle hayatımın arka planında, matkap sesi olsa da, henüz "yeter yaaa" diye bağırma noktasına gelmedim. Aslında, en kötü gün dündü. Bütün gün, balkonların yan kısmında kalan dekoratif! taşları balyozla kırdılar. Tek kelimeyle korkunçtu. Ve ben bu süreçte yazma, konuşma ve okuma yetilerimi kaybetsem de ilginç bir şekilde yarım saat filan uyumayı başarmışım! Annemin tüm bu yıkım sırasında alışveriş, banka, doktor vb işler için dışarıda olması ise kendisi açısından çok şanslı bir durumdu.

Apartmanın dış cephe tadilatı, kendi dış görünüşüme yönelik saplantımın da tazelenmesine neden oldu. Bildiğiniz üzere 2-3 ay öncesinde sırtımın tamamında kırmızı, sinir bozucu, hafif hafif kaşınan, minik kabarcıklar çıkmıştı ve doktor tedavi için kükürtlü bir karışım vermişti. Sözkonusu karışımdan 2 şişe bitirdim ve evet kabarcıklar söndü ama izleri ve giysilerimde bıraktığı korkunç kükürt kokusu, tüm yıkamalara rağmen duruyor. Biliyorum izler er ya da geç geçecekler ama şöyle mermer gibi bir sırtım yok ne yazık ki. Bir insanın 34 yıllık hayatının 24 yılında cilt problemi yaşanır mı? Herhalde 70 yaşımda filan geçecekler. Sırtımın aksine yüzümdeki sivilceler ise ilginç bir şekilde hafifledi. Yani hala varlar ama canlı değiller. Cilt doktoruma kalırsa, çoooooooookkkkk şanslıyım çünkü geç yaşlanacağım, yağlı cilt doğal olarak kırışmıyor. Harika ama şahsen 30'lu yaşlarımı, pürüzsüz bir ciltle yaşamayı, kırışmamaya tercih ederdim.



Cildimin yanısıra dünya para vererek kestirdiğim ve şu sıralar uzatmaya çalıştığım saçlarım da fena halde canımı sıkıyor. İlk kestirdiğimde harikaydı herşey, gerçek anlamda yıkanıp çıkıyordum, tabi biraz da köpük sürüyordum. Uzadıkça, birkaç kere daha aynı yere kestirdim. Fakat Mayıs ayında, sağlıksal problemler nedeniyle ablamın havalı ve pahalı kuaförüne gitmek zorunda kaldım. Aslında adam saçımı keserken, iyi keseceğine inancım yüksekti. Ancak işler beklediğim gibi gitmedi. Havalı kuaförümüz, evet saçımı kulak hizasında kemişti ama o boyda saça gereksiz kat vermişti. Bir de saçlarım dalgalı olunca saçlarım ve hayatım kabusa dönüştü. Almadığım köpük, denemediğim kurutma yöntemi kalmadı ama yok yok. Eski güzel saçlarımdan eser yoktu. Şimdilerde ise hafiften uzadıkları için daha da kötü oldu. Ne toplanıyorlar ne açık duruyorlar, ne dalgalılar ne düzler!!! Garmin şiddetle uzatmamı istiyor ama açıkçası kulak hizasında saç da pek bir rahat oluyor. Fakat şu an saçlarımı tekrar kestirsem, tepeleri çok kısa olduğu için bir naneye benzemez yine. Uzatsam da, ay bilmiyorum, o da ayrı dert, yıkaması, kurutması dert yani.

Kısacası sadece evin dış cephesi değil, kendi dış cephem de beni fena halde mutsuz ediyor. Şu sıralar mesela Tuba Ünsal olmak isterdim; sakin, dalgalı saçlar ve pürüzsüz, güzel bir cilt, sıfır kilo problemi. Daha ne olsun???

12 Eylül 2011 Pazartesi

Her Cephede Tadilat

Annemin evi tam anlamıyla tımarhaneye dönmüş durumda. Sürekli bir aksiyon, sürekli bir gürültü, hem içeriden hem dışarıdan. Ayrıca annemin evine de sürekli çeşit çeşit usta giriyor; bu sabah önce klimacılar girdi ve dış cephe nedeniyle sökülen klimayı geri taktılar. Onların ardından, dış cepheyi yapan adamların yırttığı balkon telini ölçmek ve alıp götürmek için başka ustalar girdi. Bu arada annem fonda sürekli söylendi söylendi. Tabii bu iki grup insanın eve giriş çıkışları sorunsuz olmadı. Önce klimacılardan, klimayı pencereden uzanarak takan "Ya aşağı uçarsa diye korktuk." Ardından klimanın gider borusunu bir türlü bulamadık ve sonrasında bulduğumuz borunun, gerçekte o gider borusu olup olmadığını tartıştık. Bu esnada annem teli yapacak ustalar ya teli değiştirmeyip sadece örerlerse diye kalp çarpıntıları geçirdi.

Adamların tümü evi terk ettikleri anda, tam bir "Ohhh" diyecektim ki, o an arka plandaki matkap sesini fark ettim. Durmuyordu, sürekli vınlıyordu. Eee tabi çapraz dairede de tadilat var neticede. Ve annemin iddialarına göre, çapraz daire diye birşey kalmamış, yani bayağı bir iş varmış yapılacak. Ne diyeyim bilemiyorum.



Matkap sesi sürerken, alt kattan gümbürtüler gelmeye başladı. "Allah Allah, yok artık yaaa," diye cırlamaya başladığım anda, annem "Alt kattaki iki daireyi de tutmuşlar, bizim altın yanına taşınıyorlarmış," diyerek beni bilgilendirdi. Ve o yönden de balyoz sesleri yankılanmaya başladı ve daha minik bir matkabın sesi.

Aaa az daha, odaların olduğu tarafa geçen dış cepheci arkadaşları unutuyordum. Onlar da balkon demirlerine - yapanı buradan lanetliyorum- bundan 30 yıl önce süs, dekor olsun diye yapılan taşları kırıyorlar, belli aralıklarla. Çıkan gürültüyü siz hesap edin artık, ya da etmeyin, kafanızı dinleyin.

Bu arada apartmanın önü ve çevresi şantiye alanı gibi. Apartmana giriş ve çıkışlarda cambazlık zorunlu. Bir de can güvenliği problemi var. Mesela geçen hafta, tam ben apartmana doğru ilerlerken, iskeledeki işçilerden birinin kafasına bir parça alçımsı, orta boyda, blok düştü. Bir üst taraftaki arkadaşına "Ne taş atıyorsun lannn?" diye dayılandı fakat taşı atan o değildi, taş bir yerlerden düşmüştü işte. "Hay Allah'ım" diyerek ve hafiften koşarak girdim apartmana ama artık gına verdi bu tadilat hali ve etrafı istilan eden ustalar. Allah tüm apartmanı tez zamanda kurtarsın!!!!!!!

Bir de yazmadan duramayacağım, bugün blog yazma sürecime Müge Anlı değil, yeni programıyla Saba Tümer eşlik ediyor. Konuklardan biri de, eski futbolcu Sergen Yalçın ve kendisi program aracılığıyla oyuncu olmak istediğini duyurdu, yani merak ediyormuş, oyuncu olmak istiyormuş işte. Bunun üzerine ben de buradan duyurayım dedim, neticede Saba Tümer'e konuk olma ihtimalim düşük; ben de oyuncu olmak istiyorum, hiç fena olmaz yani oyuncu olsammm. Sergen'i duyacaklarına emin olduğum yapımcılar, hadi beni de duysun!

9 Eylül 2011 Cuma

Rapor

Annem bir iki saatliğine evden çıktığında yapabildiğim en büyük çılgınlık, Müge Anlı'nın sabah programını açmak oluyor. Ve daha önce de yazdığım gibi bu sezon o da pek sarmıyor beni. Bu arada Çarşamba günü, "Kuzey ve Güney" diye bir yerli diziyi izledim bir miktar. Laf olsun diye izlemekten öte hoşuma gitti şaşırtıcı bir şekilde. Mevzu anladığım kadarıyla piskopat kardeş ilişkileri. Bakalım, entrika olayını, tüm kahramanların dakikalarca birbirlerinin gözlerinin içine bakmasını ve tabi kötülerin kötülüklerindeki başarılarını abartmazlarsa fena bir dizi olmayabilir.

Annemin dış cepheyle maceraları devam ediyor. Bu sabah kapıdan girer girmez, ustaların balkondaki teli yırttığından girdi konuya, anlattıkça anlattı. Sonrasında ustalarla ve apartman yöneticisiyle mütaalalara başladı, "Bu teli yaptırın ama bir sürü para verdim, siz yırttınız!!!" diyerek ve ben ustaların annemi topuklarından vurmasını beklerken, ustalar teli yaptıracaklarını açıkladılar. Umarım şu dış cephe biran evvel biter, hem onların gürültüsünden hem annemin söylenmelerinden başım zonkluyor.

Annem ve başımla ilgili bir diğer cepheyi de, Garmin'le - büyük bir salaklık yaparak - doğum günü için anneme aldığımz dokunmatik cep telefonu oluşturuyor. Garmin ve ablam işe gittikten sonra bugün annem ve ben telefonla başbaşa kaldık. Telefonu nasıl kullanacağını anlatmaya çalıştığım, 5 dakikanın sonunda annemi ve telefonu artık görmekı istemiyordum. Yok kadın konsantre olmuyor, olmak istemiyor, denemek, kurcalamak istemiyor, sadece şikayet etmeyi seviyor. Neyse açma, kapama, arama olaylarını biraz anlatıp, kendisini işleri için dışarı uğurladım. Salaklık bizde tabi, niye telefon alıyoruz. Ablam gibi gidip bir elbise, bir t-shirt alacaktık, olup bitecekti. Neyse olmadı, telefonu keşfetme işini, Garmin'e devredeceğim, telefon alma fikri ondan çıktı nihayetinde.



Dün Garmin'in annesine yemeğe gittik, ahhh Allah'ım nasıl sıkıldım. Biraz televizyon izledim, biraz saçma sapan sapan sohbet ettim. Bu arada ev çılgınca sıcak olduğu için kan ter içinde kaldım. Garmin'in annesinin üstüste ve karmakarışık şekilde sunduğu gıdaları yemeğe çalıştım. Patlıcan yemeği, patatesli tavuk sote, dolma, yeşil fasulye, salata, pilav... 4-5 kişilik aile içinde bir akşam yemeği için fazla kalabalık bir menü değil mi? Ben şahsen kendimi pilava verdim, diğerleri pek bir yağlı ballıydı. Yemekten kanepeye geçtiğimiz anda, annesi önümüze koca kaselerde badem, kaju, fındık, fıstık koyuverdi. Yiyemedim tabi. Tam biraz badem yiyeyim bari derken, çikolatalı drajeler ve bayram şekerleri önümüze geldi. 5-10 dakika sonra çay ve fıstıklı sarma sehpaların üzerinde duruyordu. Yemeye çalıştım ama yok, herşey karman çorman geliyordu gözüme. Ve ben ne yaptım, gittim çantamdaki koca damak çikolatayı, gizli saklı yedim onlar sohbet ederken. Kuruyemiş, bayram şekeri ve fıstıklı sarmadan daha cazip geldi, tek parça ve sakin bir çikolata.

Nihayet kendi evimize geldiğimizde ise güzel bir dondurma, 4 tane pastane grissinisi yiyerek saat bir sularında, çatlama noktasında yatağa gittim. Garmin'in annesi hep böyle yapıyor işte, beslenme düzenimi ve dengemi bozuyor. Gerçi şu sıralar bütün anneler dengemi bozuyor. Hareket kabiliyetimi kazanıp, koşmak, yürümek istiyorum. Hııı bir de kimsenin nerede olduğumu bilmemesini istiyorum.

Aaa unutmadan, Kunegond bir mim'de benden bahsetmiş, öyle mutlu oldummmmm ki:)

7 Eylül 2011 Çarşamba

Dış Cephe Yetmedi Şimdi de...

Çapraz dairenin tamamı yıkılıyor! Her taraftan, balyoz, matkap gümbürtüleri geliyor. Kaçacak yer de yok. Bütün gün sokaklarda mı gezelim? Ayrıca gezemem, öyle bir durumum yok. Kendi evime gitsem annemi de alıp? Bir sürü iş çünkü bizim ev sadece konaklamanın yapılabildiği bir pansiyona dönüşmüş durumda aylardır. Bir de annemin bizim evde yemek filan yapması beni geriyor nedense. Hııı bir de unutmadan, gerçi alıştık artık ama, bizim evin karşısında da haftanın 7 günü süren dev bir apartman inşaatı var. Nedir benim bu gürültüyle meselem anlamadım gitti. Sapanca'daki yazlıktaki çocuk gürültüsünden kaçalım derken,bu yaz da tadilat sesine yakalandık. İMDAT!

Bu arada Müge Anlı'nın programı başlamış. Annem şu an evde olmadığı için hem yazıyorum hem izliyorum. Görse kriz geçirir. Dekor değişmiş, kanepe genişlemiş bir kere. Pek sarmadı bu sefer açıkçası, herhalde değiştim biraz:) Ya da mevzuları algılayamadım henüz. Neyse, hayırlı bir program değil zaten. Gerçi bakıyorum da bizim ailede bu polisiye hadiselere karşı büyük bir ilgi var. Ablam da manyak gibi "Criminal Minds" izliyor geldiğinden beri. Tabi dizinin karizmatik bir görünümü olduğu ve herşeyden öte annem ingilizceyi çatpat anladığı için başta birşey anlamadı, yani "Kapat bu saçmalığı," filan gibi çığlıklar atmadı. Fakat günler geçerken ve annem elinde örgüsüyle anlamasa da ekrana bakarken, yavaş yavaş gerilmeye başladı. "Bu ne yaaa, sürekli cinayet, herkes birbirini öldürüyor. Ruh haliniz bozulacak, kapatın şunu" diye bağrınmaya başladı nihayet. Dün akşam mesela izletmedi ablama. İyi de oldu, beni bile baymıştı artık.

Ahhhhhhhhhh bu matkap sesi! Valla yeter ya. Müzik filan da kar etmiyor. Umarım çabuk biter. Bence bu tadilat işleri için belli bir ay belirlenmeli, örneğin sadece Temmuz'da tadilat yapılmalı. Böylece hepsi birarada biter gider. Ayyy diyecek birşey bulamıyorum.

Yaz tatiliniz nasıl geçti? diye soran olursa, cevabım net: "Gürültülü"

5 Eylül 2011 Pazartesi

İçi Seni Dışı Beni Yakar

Maalesef annemin oturduğu apartmanın dış cephesi yapılıyor. Cumartesi'den beri bir kaostur gidiyor apartmanın dışında. Yamuk yumuk iskeleler kuruldu, klimalar söktürüldü, pazar günü sabah sekizde çalışılmaya başlandı ve dışarıda süren çalışmalar nedeniyle tüm pencereler ve perdeler kapatıldı, hapis hayatı başladı. Allah'tan serin bir evde pişmiyoruz sıcaktan çok fazla. Bana kalsa bu olan biteni fazla takmam ve loş bir ortamda yaşamaya devam edebilirim. Mesela aynı işle bizim evde olsa, Garmin'le beni buharlaşmış olarak bulabilirler çünkü bizim ev ziyadesiyle sıcak! Neyse, annem fena halde takmış durumda bu dış cephe olayına. İlk olarak klimanın söktürülmesine sinirlendi çünkü klimayı sökmek ve takmak bayağı bir para tutuyor. Sonrasında ise adamların pis çalıştığına dair vızıldamaya başladı. Mesela az önce "Her yeri sıva yapmışlaaaaaaaaar, nasıl temizlenecek bunlar!!!!!!!!!" diye bir çığlık attı, duyan da sanır ki dünyanın sonu geldi. Hayır adamlar ne yapabilir yani, ne var ortam biraz sıva olsa? Ben de takığımdır aslında bu tip şeylere ama sanki annem daha ileri boyutta. Umarım en kısa zamanda biter de şu iş, rahata ereriz.



Bu dış cephe işi bayağı zor bir iş bu arada. 15-16 yaşında çocukların o kadar iskeleyi nasıl kurduklarına insan inanamıyor ve o demirler üzerinde cambaz gibi ilerliyorlar. Onları görünce benim yüreğim ağzıma geliyor. Para kazanmak ne kadar zor ve zevksiz çoğu insan için. Zaten bayram tatili sonrası ablam ve Garmin, ilk kez okula başlayacak çocuklar gibi pazar gününü derin bir bunalım içinde geçirdiler. Onlar işe gidecek ve nüfusumuz azalacak diye ben de dertlendim tabi ama yapacak birşey yok. Gerçi iskeleler üzerinde cambaz gibi dolanan ustalara kıyasla onların işi daha sakin ama yine de bu çalışma meselesi bayıcı bir mesele. Özgür değilsin bir kere ve yıllar yıllar yıllar boyu sana verilen rolü oynamak zorundasın. Her gün aynı şey, aynı iş, aynı insanlar. Garmin'in sıklıkla tekrarladığı gibi, "Çalışmak iyi birşey olsaydı, üstüne para vermezlerdi." Eee fakat bu düşünceyle de hayat geçmez. Bilmiyorum ne yapmalı. Hayatı, her gün tatilmiş gibi, keyifle, istediğin gibi geçirmek için nasıl bir çare bulmalı....



26 Ağustos 2011 Cuma

Gökten 2 Elma Düştü

Az önce Steve Jobs'a hayran olduğuma karar verdim. Görevinden istifası nedeniyle, bir gazetede hayatıyla ilgili kısa bir yazı okudum. Ve yazının ardından da, kendisinin biyografisini okumaya karar verdim. Acaba yazılmış bir biyografisi sözkonusu mu? Hemen araştıracağımmm.

Daha önce de Jobs'un giyim tarzıyla ilgili bir yazı okumuştum. Sürekli kot, eski bir balıkçı kazak ve spor ayakkabı giymesi ilgi çekici bulunuyordu moda dünyası tarafından. Başka biri, mesela ben o kadar büyük bir servete sahip olsam herhalde çılgınca alışveriş yapardım. Acaba yukarıda birileri tarafından kimin, ne kadar para sahibi olabileceği bazı kriterlere göre mi belirleniyor? Mesela, beni belli bir süre izleyip, "Yok buna para vermeyelim! Baksanıza, parası olmadığı, hatta para kazanmadığı halde neler neler almayı hayal ediyor, hatta bir kısmını da allem edip kallem edip alıyor!" mu diyorlar. Ve sonra da gözleri Jobs'a mı takılıyor? "Ne mütevazi adam. Aklı fikri icatlarda, projelerde. Ne giydiği hiç önemli değil. Parayı dini, imanı yapmıyor. Bu adam servet sahibi olmayı hak ediyor." mu diyorlar onun içinde.



Eğer karar yukarıdaki diyaloglar paralelinde veriliyorsa, şu anki durumum şaşırtıcı değil tabi. Ama olsun, Jobs'a hayranım ve tabi bir de umarım sağlığına kavuşur en kısa zamanda. Aslında Jobs'un yerine gelen adam da ilginç; Tim Cook. Kendileri dünyanın en güçlü gayi olarak biliniyormuş. Onun da biyografisini okumak istiyorum şu an! Ya da Jobs ve Cook, eğer varsa günlüklerini bana yollayabilirler mi acaba? Ne harika olurdu günlüklerini okumak!

Acaba iş yaşamında, birşeyler üreterek bu kadar başarılı olmak nasıl bir histir? Jobs, buralara gelse de bizlere anlatsa...

25 Ağustos 2011 Perşembe

Muffin Aşkına

Son günlerde kek, kurabiye, poğaça, börek yapabilen bir kadın olmaya karar verdim. 34 yıllık ömrümde sanırım 2 kere poğaça, 3 kere börek ve 1 kere de kek yapmışlığım var. Annem nasıl yapılacağını anlatıyor (ki kendisinin de bu konularda pek becerikli olduğu söylenemez.) ben bir kere yapıyorum tarife bakarak fakat sonra ya üşeniyorum, ya şimdi boş yere niye kalori alayım diyorum ya da tarifin uygulama kısmını tümden zihnimden silmiş oluyorum. Bir de mutfakta yapılan aktiviteler çok uzun sürüyormuş gibi geliyor bana. "Beş dakikada bir kek yaptım," diyenleri de bu noktada hiç mi hiç anlamıyorum. Ancak son dönemde baktım böyle devam edemez hayat, annemin poğaçası, keki, muffini bir yere kadar, ben de mutfakta az da olsa başarılı biri olmalıyım, yaşamın devamın açısından...

Beni bu konuda motive eden ise Esse'de gördüğüm muffin kalıpları oldu. Allah'ım hepsi şeker gibi rengarenkti ve fiyatları da çok uygundu. Garmin'in şaşkın bakışları altında 12 adet muffin kalıbı satın aldım. "Anneye mi aldın bunları?" diye sordu Garmin. "Yok yahu muffin yapacağım," dediğimde ise epey bir süre donuk donuk yüzüme baktı, anlam veremedi muffin yapacak olmama. Neyse ertesi sabah, Garmin mutfağa girdiğinde ben yumurta, zeytinyağı ve yoğurdu çırpmakla meşguldüm. Garmin, "Hayrola?" diyerek güne başladı. Ona sakin bir şekilde, niyetimin sadece peynirli muffin yapmak olduğunu, ruh ve beden sağlığımın yerinde olduğunu anlattım. İkna oldu:) 15-20 dakikada muffin hazırlıkları bitti ve o şahane kalıplarda şahane muffinler yapmayı başardım. Annem ve Garmin de beğendi. Unutmamak için dün bir deneme daha yaptım ve yine başarıya ulaştım. Gelecek hafta da çikolatalı muffin yapmayı deneyeceğimmm.



Aslında börek, çörekten ziyade adam gibi yemek yapmayı öğrenmeliyim ya da pratiğimi geliştirmeliyim diyelim. Çünkü yemek konusunda teorim harika aslında, ne nasıl yapılır biliyorum ama mesela soğanları doğramaya başladığımda içime afakanlar basmaya başlıyor. Bir de ne bileyim zor pişen et, kılçıklı yeşil fasulye, bir türlü yumuşamayan nohut gibi dış faktörler devreye girerse, sinirlerim iyice zıplıyor. Ama yemek yaparken sabırlı ve kararlı olmayı öğrenmeliyim. Hem iyi pilav yapabiliyorum! Bir iddiaya göre, iyi pilav yapan tüm yemekleri iyi yaparmış. Gerçi ben bu iddiaya pek inanamıyorum çünkü pilav yapmak çok az aşamadan oluşuyor ve çok kolay. Neyse her halükarda yemek yapma becerilerimi geliştireceğim ve insanlar hakkımda "Aaaa B. bir muffin yapar, parmaklarınızı yersiniz," diyecekler. Bu sefer kararlıyım!

19 Ağustos 2011 Cuma

Bu Haftanın Bilançosu

Hoşuma Gidenler

An itibariyle, sevgili blogumda 100. yazımı yazıyor olmak! Yahoooooo, diyorum bu noktada.

Eve nihayet bir usta çağırıp, neyin nasıl yapılacağını, en azından planlamış olmak.

Tırnaklarımdaki ojeyi değiştirtmiş olmam.

Hangover adlı filme, gözümden yaşlar gelene dek gülmek.

Beni çok eğlendiren "İstanbul'un Altınları" adlı dizi.

Nihayet doktor kontrolüne gidebilmek.

Annemin çikolata parçacıklı muffinlerini hüpletmek. (Sonradan 'neden yedim ben bunları' bunalımlarına girsem de)

Yazdıklarıma bakıyorum da, bu hafta sanki beni mutlu eden şeyler açısından biraz vasat geçmiş, neyse sağlık olsun diyelim.

Sinirimi zıplatanlar

Annemle manasız didişmelerim ve sonrasında pişman olmak. (Fena halde anneme taktım kafayı, hayırlısı bakalım)

Yeterince kitap okuyamamış olmak.

Kitapları, giysileri eleme işini bitirememek.

İnsana konuşma fırsatı vermeyen ve sürekli kendi hayatını anlatan arkadaşlar.

Garmin'in dişi çalışma arkadaşının (Kendisi, bundan sonra tarafımdan 'Pırasa' olarak anılacaktır.) suratı asık diye üzülmesi dertlenmesi. ( Belki arıza bende, insan çalışma arkadaşı suratsız olunca, üzülüyordur belki de)

Bir grup moda bloggerının Alaçatı'da geçirdiği hafta sonu.

"Ay Tutulması" adlı dizinin neredeyse her gün, günde iki defa gösterilmesi. (Bence yazın tüm televizyon kanallarını kapatsınlar. Ayıp yani, sürekli aynı şeyleri tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar gösterip duruyorlar.)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Tesadüfler ve Nohut

Bir görüşe göre, hayatta hiçbir şey tesadüf değil. Karşılaştığımız insanlar, bulunduğumuz ortamlar, yediğimiz içtiğimiz, dinlediğimiz, okuduğumuz; hepsi bir amaca hizmet ediyor, hepsinin bir anlamı var, hiçbiri tesadüfi değil. Bu görüşe inanınca, haliyle olan biten herşeye bir anlam atfetmek ya da "Ya bu niye böyle oldu? Bunun anlamı ne şimdi?" diye düşünme ihtiyacı doğuyor bünyede. Mesela, hayatta hiçbir şey tesadüfi değilse ve bir anlamı varsa; benim haftada birkaç gün aynı adamla karşılaşmamın sebebi ne?

Şöyle ki, iki üç hafta önce, televizyon kanalları arasında gezerken, bir programın konuğu olan adam gözüme tanıdık geldi. Ünlü biri değildi ama sanki ben bir yerlerden tanıyordum. Üstünde durmadım. Bu olaydan birkaç gün sonra, bir akşam Garmin'le arabayı bir ara sokağa park ettik ve o da ne, sözkonusu adam birkaç araba arkamızdaki arabaya biniyordu. 'Allah Allah" dedim kendime, hani sözkonusu sokak evimize yakın olsa diyeceğim ki, aynı bölgede oturuyoruz o yüzden görüyorum ama öyle değil. Ertesi hafta, annemle bir cafede çay içerken, haydaaa yine aynı adam üç beş masada arkadaşlarıyla oturuyor. Artık o an, "Bu adam neden sürekli karşıma çıkıyor?" diye düşünmeye başladım. Tabi bir sonuca ulaşamadım. Derken, dün annem bir mağazada kasada ödeme yapıyordu ve bir de baktım, yine aynı adam annemin arkasında kuyrukta. Haydaaa oldum. Nedir şimdi bu? Hiçbir şey tesadüfi değilse, bu adamı sürekli görmem bana ne anlatmaya çalışıyor ya da kişisel gelişim dilinde konuşacak olursak, "Evrenin bana mesajı ne?" Ben şahsen bir cevap üretemiyorum ve bir anlam bulamıyorum. Belki de hiçbir şey tesadüfi değil. Ama şöyle bir durum da var, çok az sokağa çıktığım düşünülürse, bu adamla mütemadiyen karşılaşmam gerçekten ilginç. Hayırlısı diyelim.

Ve nohut. Yani yemesi güzel de. Neden bu güzel bakliyatın kabukları var. Annem sabahleyin, haşladığı nohutun kabuklarını ayıklama görevini bana verdi. Alt tarafı bir kase dolusu nohut vardı ama bir ara kafayı üşütüyorum sandım. Bir tabak yemek için, saatlerce uğraş dur, yok haşla, yok kabuğunu ayıkla, sonra soğan doğra, domates doğra, kavur pişir vs. Söyleyince söyledi oluyor, şimdi ben neden yemek yapmayı seveyim? Nohut yesem ne olur yemesem ne olur? Kuru fasulye de aynı işlevi görmüyor mu mesela?

Evet şu sıralar hayatımda tesadüfler ve nohut var, bakalım sözkonusu adamı bir daha ne zaman göreceğim?

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Gandalf'ı Beklerken...


Havadan sudan, oradan buradan yazarken en zoru bir başlık düşünmek. Belki de yazıya koyduğum fotoğraflar nasıl ki yazıdan son derece alakasızsa, başlıklar da alakasız olabilir. Neden olmasın? Şu an yazarken fark ediyorum ki sanki yazı karakterinde bir enteresanlık var ama hiç düzeltmekle uğraşamayacağım.



Bugünü eskiden, haftanın belli bir gününü, bir su kenarına gidip, çamaşır yıkamaya ayıran kadınlar gibi çamaşır yıkamaya adadım. Sabah 9'da başladığım süreç, kurutma makinesinin de desteğiyle herhalde öğleden sonra sona erer ve temizlikçi ablamız da kendini rahat rahat ütüye adar yarın. Ben de bugün, çamaşır yıkama seansları arasında evi nasıl düzene sokacağımı hayal ederim, büyük olasılıkla. Gerçi bugün insanlık için küçük, benim için büyük bir adım attım ve dolapların yeriyle ilgili bir değişiklik, bir derlenme toparlanma için bir usta çağırdım eve, fiyat almak için ilk etapta. Plan şöyle, salonun yanındaki odadaki, duvarın yarısını işgal eden dev kalorifer peteği sökülecek ve pencerenin oraya takılacak! Peki ev sahibi buna ne diyecek? Sonra oraya dev raylı dolap konulacak. Yine aynı odada bulunan bir başka dolap, bir şekilde boşaltılacak ve ortadan kaldırılacak. Aynı odadaki iki kütüphaneden en sevilen ve vazgeçilemeyen kitaplar ayrılacak ve diğerleri kendilerine maalesef yeni yuvalar arayacak. Bu arada yoğun araştırmalarım sonucunda, hiçbir kurumun, okunmuş roman istemediğini fark ettim. Buradan da duyurayım, isteyenlere, karşı taraf ödemeli olarak, elimdeki kitapları kargoyla yollayabilirim. Olmadı bir gün oturup, bloga bir liste yazayım, isteyenler bana söylesin, ben de üçer beşer yollayayım. Hem böylece boşa gitmemiş olsun kitaplar.

Evet eşya, dolap, kitaplık işleri böyle. Asıl mesele giysileri elemekte çünkü onları verecek birilerini bulmak daha zor. Yine pek çok kurum kullanılmış giysi istemiyor, haklı olarak. Eşle dostla da bedenler her zaman uyuşmuyor. Ve giysiler yepyeni olduğu için ben de şiddetle birilerinin işine yarasın istiyorum.  Tabi bir taraftan da nedense giysilerden, çoğunu kırk yılın başı giysem de çok zor ayrılıyorum. Ya sonra ihtiyaç duyarsam, ya gidip aynısından almak zorunda kalırsam diye ve tabi bir de giysilerin anı değeri de sözkonusu, şunu şuraya giymiştim, aaa bu eteği X'le almıştım diye. Halbuki neticede cansız nesneler kendileri, vereyim ve hafifleyeyim gitsinnnnn.

Keşke eve Gandalf gibi elinde asasıyla biri gelse ve iki üç asa darbesiyle önce evi, sonra da beni düzenlese...

16 Ağustos 2011 Salı

Kıskanmak

Şöyle ara vermeden yazayım diyorum bir türlü olmuyor. Yazmama sebebim, manalı ve ulvi aktiviteler olsa - evi toparlamaya başlamak, kitapları elemek, giysileri elemek, kitap okumak, yazmak, sinemaya gitmek, yemek yapma konusunda aşama kaydetmek - "Tamam, bloga yazmaya vaktimin olmaması doğal" ama boş boş vakit geçiriyorum, yazmak istiyorum ve yine de yazmıyorummm. Çıkan sonuç belli aslında, tembelim! Fakat bunu düşünmemeye ve kendime uygun bir iş bulmak için, oturduğum yerden dua etmeye devam ediyorummmmm.

Bugün yine moda bloggerlarını kıskanıyorum ve onların hayatlarını çalasım var. Bir marka, moda bloggerlarının bir kısmını (neye göre bir kısım olduklarını bilmiyorum) hafta sonu için Alaçatı'ya götürdü. Moda bloggerları, Cuma günü bir güzel bavullarını hazırladılar ve hafta sonlarını o şahane, ortama uyumlu giysileriyle deniz, güneş, kum şeklinde Alaçatı'da geçirdiler. Beni ise kimse bir yere götürmüyor, bir yerlere götürmeyi bıraktım, bir defter bile yollayan yok:( Moda bloggerı olmak varmış vallahi.



Belki de blogda tek bir alana odaklanmak lazımdı. Sadece kitap, sadece yemek tarifleri, sadece moda gibi. Ama herşeyden ışık hızıyla sıkıldığım için bu odaklanma durumu benim için oldukça zor. Aslında sadece okuduğum kitaplar hakkında yazmak manalı olabilir ama ben okuduğum kitaplar hakkında yazmayı değil, onları okumayı seviyorum sadece. Bu da baktığımda, hiç üretken bir aktivite değil; otur saatlerce oku (ve bir de okuduklarımı hızlıca unutuyorum) eeee, ne olmuş yani bir sürü kitap okuyorsan, geri dönüşü yok. Oysa giyinmeyi seven moda bloggerları veya okudukları kitaplar hakkında yazanlar, bir açından birşeyler üretmiş oluyor. Acaba sadece kitap okuduğum ve havadan sudan yazdığım için bana hediyeler gönderip, beni tatile götürecek birileri var mıdır?


12 Ağustos 2011 Cuma

Haftalık Bilanço

Bundan sonra Cuma günleri, şahsi bilançomu çıkartmaya karar verdim. Neler yaptım, neler okudum, kimlere kızdım, neye sevindim diye.

Hoşuma Gidenler,

"Şirinler" filmini izlemiş olmak. Pek çok yazıda, filmin pek de büyüklere hitap etmediğinden bahsedilmiş olsa da bence harikaydı, çok keyifli vakit geçirdim. Tüm küçüklere ve büyüklere şirinlemelerini tavsiye ederim.

Köşk Dalyan'da yediğimiz iftar menüsü. Şahaneydi! Hem herşey çok lezzetliydi, hem de servis harikaydı.

Teyzemle kuzenimin evlerine dönmüş olması.

Ablamın, pek görememiş, olsam da İstanbul'da olması.

Alexander Mccall Smith'in tüm kitaplarına, Garmin'in şahane hediyesi sayesinde ulaşmış olmam ve çerez gibi sözkonusu romanları okumammm.

Anneme içimden geçenleri, ohhhh, şöyle bir haykırmak!

Aylardır ve yıllardır elemek istediğim giysilerin bir kısmını nihayet elemiş olmak.

Çarşamba günü, saat 16:00'ya kadar evde tek başıma vakit geçirebilmiş olmak.

Rokoko yemek.

Ve son olarak da manikür pedikür yaptırabilmek.


Hayallerimdeki kanepe

Canımı Sıkanlar,

Manikürcü kızın ayaklarıma ojeyi çok fena sürmüş olması! (Eve gelince durumu fark etmem ise ayrı bir sinir sebebi)

Tek başına bir yerlere gidememek, hep birileriyle gitmek zorunda kalmak.

Garmin'in şiddetle sinir olduğum dişi çalışma arkadaşıyla, bir akşam tam 24 dakika, kıkır kıkır kıkırdayarak ve hatta başka bir odaya giderek (güya bizi rahatsız etmek istemiyor) telefonda konuşmuş olması. Tamam duyuyorum, işle ilgili konuşuyorlar, ama ne gerek!

Bir işimin, bir gelir kaynağımın olmaması.

Hakan Günday'ın "Az" adlı romanını bir türlü alamamış olmak.

Dört yıl önce okuduğum, Zadie Smith'in "İnci Gibi Dişler" romanını bir türlü hatırlayamam.

Yukarıdaki maddeye paralel, her ne hikmetse, okuduğum romanları hızla unutmam.

Unthinkable adlı filmi izlerken geçirilen zaman. Bana kalırsa, korkunçtu.

Annemin kimi cümleleri, saplantıları ve tabi önyargıları.

Çok tatlı yemiş olmak.

Çok pide yemiş olmak. (Hayır oruç filan tutsam neyse ama pide ve peynir ikilisini yanyana görünce duramıyorum.)

Aile bireylerine, mesafeli ve neşesiz yaklaşımım neticesinde gelen "B. birşeye mi kızdın? Neyin var?" soruları. (Yok keyfimden trip yapıyorum!)

Son olarak evimizi gereksiz bir şekilde, giysilerin ve buna paralel dolapların işgal etmiş olduğunu fark etmiş olmak. (Bir sabah uyanmayı ve evdeki giysi dolaplarından çok şahane bir şekilde kurtulmuş olmayı hayal ediyorum. Belki de problemim çok hayal kurmak. Kalkıp kendi kendime kurtulsam ya dolaplardan!)

11 Ağustos 2011 Perşembe

Heyheyler

Fena halde heyheylerim üstümde. Herkese bağırasım, çemkiresim var. Özellikle şu cümleler son dönemde, çemkirme isteği yaratıyor bende.

"Akıl akıldan üstündür." (Tabiki üstün olunan akıl, benim aklım. Tavsiye veren kişinin aklı ise nedense en üstün akıl. Pöhhh diyorum."

"Ben senin iyiliğin için söylüyorum." (Sonucun kimin iyiliğine olacağı ise tartışılır. Hem belki benim derdim kendi iyiliğim değil.)


Daha etrafımda dönen böyle pek çok cümle var ama ilk aklıma gelenler ve en çok sinirimi bozan bunlar. Aslında bu cümlelere ve söyleyenlere kızmamam lazım. Kızmam gereken kişi, benimmm. Ne akla hizmet 7 yıllık işi gücü bırakıp, 4 yıl edebiyat okuma hayallerine kapıldım ki? Kendimi nerede sanıyordum ki işimi, hayatımı değiştirebileceğimi sandım? İşi bırakmasaydım şimdi iyi kötü terfi etmiş, maaşım artmış olacaktı. Eee maaşım olunca da kendi kendimin efendisi olacaktım bir şekilde. Şimdi ise birşey almak ya da yapmak istediğimde, sözkonusu şeyi alacaklardan binbir türlü tavsiye, fikir geliyor ve ben de bir yay gibi gerildikçe geriliyorum. Mesela nazar boncuklu bilezik alacağım diyelim, "Ama hep böyle uyduruk şeyler alıyorsun," (Eee ben uyduruk şeyleri seviyorum!), "Boşver şimdi çocuk gibi bilezik almayı," (Eee ne diyeyim, ne cebimdeki, ne kartımdaki para benim tarafımdan kazanılmadığına göre). Yani insan, kendi parasını kazanmayınca, etrafındakiler ne kadar cömert ve iyi niyetle olursa olsun, bana göre, kişiliğini kaybetmeye başlıyor. İstediği bileziği alamıyor, istediği dergileri almaya çekiniyor, harcanan para başkalarının olunca hiçbir şeyin tadı kalmıyor.

Yani Virginia Woolf, kendinize ait paranız olsun derken o kadar haklıymış ki. Hatta kendine ait bir odadan önce gerekli para. Yoksa dediğim gibi, birilerinin parasına bağımlı olmak, onlar ne kadar iyi niyetli olursa olsun, son derece sinir bozucu. İşin kötü yanı ne iş yapacağımı da bilemiyorum. Eski işime dönmem imkansız, 5 yıl oldu ipleri koparalı. Edebiyat alanında ise, üniversiteye giderken kurduğum hayallerin hiçbiri gerçekçi ve manalı gelmiyor şu an. Ne editör olasım var, ne de çevirmen. Zaten olmak istesem de, böylesi pozisyonlar sözkonusu değil. Ben de çareyi dua etmekte buldum. Karşıma hem mutlu olabileceğim hem para kazanabileceğim, bir iş çıkması için dua ediyorum. Henüz bir cevap alamadım, bakalım, elimde kalan tek çare bu maalesef...

5 Ağustos 2011 Cuma

Başkasının Hayatını Yaşamak

Teyzemle kuzenim gittiler. Ev ve annem bir miktar sakinleşti. Kendisi şu an temizlikle meşgul, ben de Queen eşliğinde hem birşeyler yazıyorum, hem de moda bloglarına bakıyorum ve kıskanıyorum. Keşke ( bayağı sık demeye başladımmm) ben de moda bloggerı olsaydım çünkü bayağı renkli ve eğlenceli bir hayatları var dışarıdan görüldüğü kadarıyla. "Eee seni ne tutuyor, sen de modayla, giydiğin, aldığın, sattığınla ilgili yaz, oturup saçmalayacağına," diyebilirsiniz ama öyle değil işte. Yani çok istememe rağmen öyle şahane, çarpıcı giyinebilen biri değilim. Bu yolda vakti zamanında çok para da harcadım, dolapları tıkış tıkış doldurdum ama yok ben de o yetenek yooooooookkkk. Mesela bu moda bloggerları, acayip ucuza şahane şeyler giyebiliyorlar ve her daim güzel ve havalılar.



Bir de moda bloggerı olunca o çekim senin, bu mağaza benim, şu parti kiminse kimin gezebiliyorsun ve davet edilebiliyorsun. Sonra gezdiğin gördüğün yerlerde verdiğin pozları bir güzel yayınlıyorsun blogunda; Elbise: H&M, Ayakkabı: Nine West, Çanta: Miu Miu diyerek. Şahane değil mi? Bir taraftan da zor olmalı her gün havalı olmak aslında. Yani en azından ben olamıyorum bir türlü. Moda bloggerları dışında bazı arkadaşlarım da bu havalı olma meselesini pek iyi beceriyor. Ben de her seferinde "Ayyy bunu nereden aldın?" diyen kişi oluyorum. Arıza bende belki de, niye takıyorsam güzel giyinmeyi bu kadar? Ama seviyorum işte.Yok yok kesin çok isterdim başarılı, çok takip edilen bir moda bloggerının hayatını yaşamayı. Tabi hayatını yaşayacağım moda bloggerı, geçimini de bu moda blogu üzerinden sağlıyor ve çalışmıyor olmalı! Bir de her türlü davete çağrılıyor olmalı.