21 Aralık 2013 Cumartesi

İtirazı Olan ya Şimdi Konuşsun ya da Sonsuza Dek Sussun

Avery konuşmayı tercih etti ve bence şahane bir geline ilan-ı aşk sahnesine imza attı. Pek çok filmde, dizide buna benzer sahneler izledim ama bu açık ara en iyisiydi bence. 

April ile Avery baştan beri birbirine çok yakışıyordu ve Meredithlerin tayfası sonrası gelen doktorların çoğuna ısınamama rağmen bu ikisine sempati duyuyordum. Sonra ayrıldılar, araya bir sürü olay girdi. Avery gitti o sinir bozucu, herşeyi ben bilirim tavırlı kızla beraber olmaya başladı. April ise sıkıcı ambulans şoförüyle evliliğe giden bir ilişkiye başladı. Ben ise hep Avery ile April'in biraraya gelmesini umdum. Ve içimde bir yerlerde, 'birşeyler olacak ve tekrar birlikte olacaklar, merak etme' diyen bir ses vardı. Sözkonusu ses keşke hayatımla ilgili konularda da benimle iletişime geçse.

Şimdiki merak konum ise April'in ne yapacağı, ki burada en zor durumda olan April. Avery söyleyeceğini söyledi, ambulans şoförü evlenmek üzere hazır nazır bekliyor, top April'da. Ya Avery'e arkasını dönüp evlenecek ya da Avery'e koşacak. Zor bir karar, hele de üzerinde gelinlik varken. 

Bunları yazarken bir taraftan da kafayı üşütüp üşütmediğimi düşünüyorum. Kurgusal karakterler üzerine bu kadar düşünmek pek normal değilmiş gibi geliyor. Ya Kurtlar Vadisi'nde ölen bir karakterin ardından mevlüt okutup, gazeteye ilan edenlere dönersem? Allah korusun. Ve Allah Avery ile April hakkında da hayırlısını versin:) 

14 Aralık 2013 Cumartesi

Özlemek

İnsanlar - normal insanlar - eski sevgililerini, uzun zamandır göremedikleri arkadaşlarını, akrabalarını, geçmişte kalmış keyfili tatillerini, çocukluklarını filan özlerler. Ben ise yaklaşık iki buçuk sene oturduğumuz evi ve sokağı özlüyorum.

Arabayla şu an oturduğumuz eve gidip gelirken, bazen eski sokaktan geçiyoruz ve komik belki ama resmen gözlerim doluyor, hüzünleniyorum. Garmin'den yavaşlamasını istiyorum ve eski evin alt katındaki pastanede kimlerin oturduğuna bakmaya çalışıyorum ya da mahallenin köpeklerini görmeye uğraşıyorum. Olur da Kocakafa adını taktığımız ve çok sevdiğimiz köpeği görürsem, taşınma kararımıza, bu saçma evi aldığımız güne ve pek tabi annemle ablama küfrediyorum içimden. İşin kötü yanı bu evi alma olayında benim de büyük rolüm var. Eski evde ısınma merkezi sistem, sıcak su olayı termosifona bağlı ve iki banyo yok (ne yapıyorsam şimdi iki banyoyla) diye arıza çıkarıyordum salak salak. Ve bu evde de bu kriterler karşılandı ama yok bu eve, bu mahalleye ısınamadım bir türlü.

Bu akşam çocukları uyuttuktan sonra balkonda otururken yine eski ev geldi aklıma; geniş balkonunu, köpeklerin geceyarısı çılgınca havlamalarını, karanlık ve aşırı sıcak mutfağını özledim. Ve içeri girip internetten o sokaktaki kiralık ev ilanlarına baktım. Kafamdan planlar yapmaya çalıştım; ne yaparsam tekrar eski sokağa dönebiliriz, bu evden çıkmamız için ne olması gerekir vb diye. Bir çözüm bulamadım. Zaten nankörlük bütün bu düşünceler. İnsanlar ne şartlarda yaşıyor, ben ise bulmuş da bunuyorum. Zaten düşünüp düşünüp ya da yazıp yazıp hep aynı noktaya geliyorum; nankörlük etme! İnsanların evi bile yok, o nedenle sıcacık bir evin olduğu için şükret. Ayyyy içime annem kaçmış gibi konuşuyorum. Ben eski evi ve mahalleyi özlüyorum.

13 Aralık 2013 Cuma

Kaos

Aslında ne yazacağımı bilmiyorum. O yüzden başlığı en son yazacağım. An itibariyle Tombi de Lokum da uyuyor. Tombi'nin garantili bir uykusu var, genelde en az 2 saat uyuyor. Lokum ise sürprizlerle dolu, yatıp bir saat de uyuyabilir, 30 saniye sonra ağlayabilir de. Ne olur uyusunlar şöyle mışıl mışıl. Anne kişisinin de biraz nefes almaya ihtiyacı var. 

Aslında nefes almaktan öte kilo vermeye ihtiyacım var. Şöyle ne bileyim bir anda, mesela bir haftada, 2 kilo versem, gaza geleceğim ve kilo kayıbm hızlanacak ama olmuyor bu sefer. Tombi'nin doğumundan sonra diyetisyen marifetiyle süper hızlı vermiştim kilolaları. Bu sefer ise hem motivasyonum hiç yok hem de hiç durmadan tatlı yiyorum. Sigara bağımlılığımdan sonra bir de şeker bağımlılığı çıktı başıma. Niye bu kadar bağımlı bir yapım var Allah'ım? 

Gündüz bir melek gibiyim aslında. Doğru düzgün besleniyorum, abur cubur yemiyorum, hatta salata filan yiyorum. Çocukları uyuttuktan sonra ise içimdeki Şeker Adam ortaya çıkıyor. Genelde Garmin'e sipariş verdiğim ve Garmin'in eve gizlice soktuğu (hem çocuklardan hem annemden) renkli badem şekerlerini katur kutur yiyorum. Başka birşey yiyesim yok tatlı olarak, illa bu şekerler ve her akşam ortalama 200 gr tüketiyorum. Garmin yemek isterse filan acayip bozuluyorum ve ertesi akşam için 300 gr şeker almasını istiyorum. Valla sabırlı adam, başkası olsa "Başlatma şekerine!" derdi. 

Doğum sonrası çok şekerli yaşamımda 2 kere diyet girişimim oldu. İlkinde bir diyetisyene gittim, daha önce de gittiğim ve sevmediğim bir diyetisyendi ama eve yakın diye bir şans daha verdim kendisine. Yok yine sevmedim. Verdiğim 1.5 kiloyu geri aldım. Sonra gaza gelip kendim diyet yaptım. İlk haftanın sonunda hiç kilo vermediğimi görünce çok bozuldum ve yediğim şeker miktarını arttırdım. Tombi'yi doğurduktan sonra gittiğim diyetisyene gideyim dedim, pahalı bir diyetisyen olduğu için ablama başvurdum, ilkini de o öedemişti doğum hediyesi olaraktan. Fakat burada atladığım şey, ablamın geçtiğimiz 2 yılda değiştiğiydi. Bana diyetisyenin (bu noktada yanlışlıkla bilgisayarın kamerası açıldı, kendimden korktum, valla çok şişmişim yaaaa) parasını veremeyeceğini, herkesin hayatta herşey için bir bedel ödemesi gerektiğini, bana bu parayı verirse zaten verdiğim kilolaların bedel ödemediğim için kalıcı olamayacağını filan söyledi. Bozulduğumu hiç belli etmeden, "Evet ya, haklısın," dedim. Ama fena halde bozuldum. Ve onun bana yıllardır verdiği paralara ve onun parası olmasına sinir oldum. Gurur yapıp bir daha para istemeyeyim dedim ama bir kere eve gelen yardımcının parasını o veriyor, karışık hikaye, anlatması zor. Bu sefer annem, "O diyetisyene gitsene, veremiyorsun bu kiloları," dedi. Ben de "Yok ya neyime benim o diyetisyen, param yok pulum yok," dedim. Annem "Ben veririm," dedi ama anneme de en az ablam kadar sinir olduğum için, "Yok dedim". Ve tüm bunların siniriyle daha çok yedim. Yine de o diyetisyene gitmeyi kafaya taktığım için, sonunda bebek için gelen altınların bir kısmını bozdurmaya karar verdim. Bir kere bence bebeğe değil anneye hediye gelmesi gerek bu süreçte, 9 ay karnında taşı, aylarca emzir, uykusuz kal. Yani altınları bozduracağım için hiç vicdan azabı duymuyorum. Gelecek Salı gideceğim diyetisyene, umarım yine hızla kilo veririm ve umarım şu şeker tutkumdan kurtulurum. 

Suçlu Şekerler


Ablama kızıyor olsam da aslında kendime kızıyorum, kazık kadar kadın (ben) niye hala annemden ve ablamdan para alıyorum? Neden Garmin'in geliri paralelinde yaşamıyorum. Neden annem ve ablamla bu kadar içiçe yaşıyorum? Keşke onlar ya da biz başka şehirde yaşasaydık. Hele annemin bizim evdeki varlığına hiç tahammülüm yok. Herşeye maydonoz. 'Eeee gelmesin o zaman' diyebilirsiniz, o da olmuyor, biri 25 aylık, biri 2,5 aylık çocuklara evde yardımcı olmasına rağmen tek başıma bakamıyorum, yoruluyorum. Aslında bütün kaosu ben yaratıyorum. Otur bak çocuklarına kendin, yardımcı filan da alma. Ama beceremiyorum işte, çocuklara mı bakılacak, yemek mi yapılacak, nasıl olacak? Yapanlar var biliyorum. Yok benim için en iyi çare, annemden ve ablamdan başka bir şehre hatta ülkeye taşınmak. 

Bir de ablamla bu halimiz, iyi anlaşır gibi görünmemiz, ama aslında benim ondan şu sıralar pek hazzetmemem çocuklarımdan biri erkek biri kız olduğu için şükretmeme neden oldu. İki kızkardeşin cıvık, sürekli dipdibe yakınlıklarından daha iyi bir erkek bir kız kardeş. Akşam da sevgili kocasıyla bize gelecekler. Katmerli kabus; onlar geliyor diye annem de yemeğe kalır. Çocukları uyut, onlara sempatik sempatik gülümse, kocası meyve tutkunu diye akşamın köründe meyve ye (akşam yemeğinden sonra böyle tabak tabak meyve yiyenleri hiç anlamam), uykusuz kal. Halbuki benim her akşam için mükemmel planım belli, badem şekerleri eşliğinde 2 bölüm Friends izle. 

Allah'ım en azından bir süreliğine Friends'deki karakterlerden biri olmayı öyle isterdim ki. Yalnız hangisi olacağıma bir türlü karar veremedim.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Günler ve Geceler

An itibariyle en büyük stresim çocuklardan birinin uyanması. Garmin Bey bu akşam iş yemeğinde, o nedenle stresim büyük ve bir de 19 dakika içerisinde yatmam lazım yoksa tüm gece ve yarın çok zor geçebilir.

Şu iki ayda anladım ki uykusuzluğa son derece dayanıklı bir bünyem var. Benim yerimde Garmin olsaydı büyük olasılıkla arkasına bakmadan kaçmış olurdu. Uykusuzluğa dayanabiliyorum ama maalesef kısa süreli hafızamı kaybetmiş durumdayım. Mesela evden çıkarken şans eseri telefonumu yanıma almayı akıl ediyorum ama sonrasında telefonu nereye koyduğumu bir türlü hatırlayamıyorum. Ya da ev telefonunu elime alıyorum birisini aramak için ama kimi???? Neyse Lokum'un günahını almayayım, uyumasınlar da sağlıklı olsunlar. Bayağı büyüdü bu arada. Lokum'la ilgili aile içerisindeki en büyük tartışma konusu, kızımızın kime benzediği. İlginç bir şekilde hiçbirimize benzemiyor. Neyse yine aynı şeyi söyleyeceğim, sağlıklı olsun da kime benzerse benzesin.



İki ayın ardından bugün itibariyle diyet yapmaya başladım çünkü yemek konusunda frensiz gidiyordum. Gün içerisinde gayet sağlıklı bir şekilde besleniyordum ama çocukları uyuttuktan sonra içimdeki canavar - belki de fil demek daha doğru olur - ortaya çıkıyordu ve....İnanın yazsam inanmazsınız ama yazacağım; 200 gr renkli badem şekeri, Pelit Pastanesi'nin ürünü, yok böyle bir tat. 1 kilo da yiyebilirim ama Garmin korkar diye yemedim vallahi. Badem şekerinin üstüne kağıt helva arasında 3 parmak kalınlığında dondurma, sonra duruma göre bir set daha aynı menü. Yiyordum bunları bugüne kadar. Ama bugün yemedim, vallahi kendimi tebrik ediyorum, umarım böyle devam ederim. Zayıflarsam, vermem gereken 15 kilo var, daha mutlu olabilirim diye düşünüyorum. İnşallah.

2 dakika sonra uyumam gerekiyor ama yetişemeyeceğim sanırım. 

Çocuk büyütmek, çocuk sahibi olmak şahane. Tombi gelip, "Anneeee" diyince ya da Lokum yüzüme bakıp manasızca gülümseyerek "Aguuuu" diye bağırınca içimin yağları eriyor. Fakat çocuk büyütürken benim tek problemim yalnız başıma kalamamak. Hani 3-5 saat de değil, ne bileyim günde 1 saat yalnız başıma vakit geçirsem bana çok iyi gelebilir. Ama olmuyor, şöyle gidip bir saat bir kafede otursam ne şahane olur. Neyse yine aynı noktaya dönüyorum, sağlıklı olsunlar da ben arada bir yalnız kalsam da olur.

Çocuklardan ses yok, kırışıklık karşıtı kremlerimi sürüp (bu işlere de 2 ay sonra ilk kez bugün başlıyorum çünkü bayağı bir kırıştığımı fark ettim) yatmak en iyisi.

7 Kasım 2013 Perşembe

En İyisi Yazmak

Şu sıralar kimseyle konuşasım yok. Fiziksel olarak evdeki kalabalıkla birlikte yaşasam da zihinsel olarak fena halde yalnızım. Zaten ev halkı lohusayım diye bana direkt deli muamelesi yapıyor ve bir taraftan da delirmiyim diye şikayet ettiğim herşeyin önemsiz olduğunu ve mühim olanın sağlık olduğunu beynime kazımaya çalışıyor. Misal;

Ben: Günlerdir hiç uyumuyorum, Lokum bütün gece tepemde, gözlerim acıyor.
Annem: Ben de sabah beş buçukta kalktım, birşey olmaz.

Ben: Bu kız hiç uyumuyor, çok yorgunum.
Ablam: Dua et, yapabileceğin başka birşey yok.

Ben: Emzirmekten helak oldum. Tombi bu kadar meme emmezdi.
Garmin: Keşke ben kadın olsaydım, ne çok şikayet ediyorsun.

Görüldüğü üzere aile bireylerinin hiçbiri empati denilen kavramdan nasibini almamış. Aaaa asıl sinirimi bozan diyaloğu atladım.

Ben: Bu sefer çok kilo aldım. Sanki hiç veremeyecekmişim gibi geliyor.
Annem: Bana da veremeyecekmişsin gibi geliyor, çok kilolusun.
Normal bir anne: Verirsin kızım, dert etme.

Uzun lafın kısası garip bir ortamın içindeyim. Yine Aaaa diyeceğim ama, Aaaa bir de annem benim için endişeleneceğine benden 20 gün önce doğum yapan kuzenim için üzülüyor. Garip bir insan, belki de iyi bir teyze, bilemedim.

Evet tekrarlıyorum garip hallerdeyim. Çok şükür kızımız sağlıkla dünyaya geldi ve evet şikayet etmemek lazım, tekrar binlerce şükür sağlıklı iki çocuğumuz var ama...diyorum uykusuzum, hayatımın bir düzeni kalmadı, yorgunum ve etrafımdakiler yaşadıklarım dünyanın en olağan şeyiymiş gibi davranıyor. Fakat ben yaş araları 22 ay olan iki çocukla zorlanıyorum, özellikle psikolojik olarak. Hem Tombi hem Lokum için endişeleniyorum. Tombi arada gelip Lokum'a vuruyor, onun o kıskanç, acı çeker halleri beni mahvediyor. Tombi ile ilgileneyim diye kızı sürekli sepetlemeye, bir yerlerde sabitlemeye çalışıyorum. Bu sefer de 'Tombi ile ne çok ilgilenirdim bebekken bile, kıza haksızlık ediyorum,' diye düşünüyorum. Tombi'nin sinirini hafifletmeye çalışıyorum, benden nefret edecek ve beni dışlayacak diye aklım  çıkıyor. Keşke diyorum şöyle geyik bir anne olsaydım (başkalarına göre ben de geyik olabilirim tabi, bir iddiam yok, bana göre geyik annelerden bahsediyorum) yani çocuğa hiç vicdan azabı çekmeden çizgi film izletip, ne isterse onu yedirseydim ve kardeşinin ya da benim canımı acıttığında kıkır kıkır gülseydim. Mesela Garmin'in kardeşlerinden birisinin karısı bahsettiğim gibi bir anne ve o kadar mutlu ve rahat ki, bense kaskatı bir halde ortada geziyorum. Ve emin olun onun çocukları onu daha çok sevecek. Benimkiler ise 'Offff anne amma takıyorsun herşeyi kafana,' diyecek bana.

Aslında şu anda uyuyor olmam lazım. İki çocuk da uyudu, Lokum'un ne zaman uyanacağı bir muamma. Fakat benim canım şiddetle 'Breaking Bad' izlemek istiyor ve izleyeceğim de sanki. Belki kafam rahatlar bu sayede. Haydi bana iyi seyirler.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Genel Olarak Çok Uykum Var

Şu satırları yazmak uğruna uyumamam büyük risk çünkü belki de bu gece sadece 2 saat uyuyabileceğim. Evet artık, çok şükür, iki çocuk annesiyim. Tombi'nin Lokum gibi bir kardeşi var. Yaşları birbirine yakın iki çocukla hayat yorucu. Günler şöyle geçiyor; sabah kalkıyorum ve bir bakmışım akşam olmuş. Kimi günler yüzümü yıkamaya öğleden sonra fırsat buluyorum, günlerce evden çıkmayabiliyorum, pijamalarım ikinci derim. Ve sürekli olarak 'Acaba Tombi'yi ihmal mi ediyorum, ayyyy yoksa Lokum, Tombi ile oynayacağım diye çok mu ağladı?' diye vicdan azabı çekiyorum. Rahat bir banyo benim için lüks ya da oturup Garmin'le yemek yemek. Şikayetçi miyim? Kesinlikle hayır. Yüzümü geç yıkamak, hızlı banyo yapmak çok problem değil. Ama uyku... Öyle özledim ki uyumayı. Kısaca şu sıralar genel olarak çok uykum var. Ve şimdi uyumaya gidiyorum.

23 Eylül 2013 Pazartesi

Sayılı Gün, İnşallah, Hayırlısı

Şaka gibi ama gerçek! Çarşamba günü - Allah'ın izniyle, hayırlısıyla, inşallah (Çocuk sözkonusu olunca kullandığım kelimeler değişiyor) - kızımızı kucağımıza alacağız. Hayatın akışı değişecek hepimiz için; Garmin ve ben iki çocuk annesi babası olacağız inşallah. Ama en önemli değişiklik Tombi cephesinde yaşanacak, bir sabah kalkacak ve bir bakmış ki abi olmuş benim küçük oğlum (henüz 22 aylık kendisi). Kısmeti buymuş ama ne bileyim ben onun adına bir garip hissediyorum kendimi. Umarım sevinir kardeşi olduğu için ve inşallah çok severler birbirlerini. 

Tahminlerime göre önümüzdeki bir sene benim için zor geçecek. İki çocuğa bakmak hem fiziksel hem de ruhsal olarak zorlu bir süreç, gözlemlerime göre. Bu sürece tatlı bir anneanne, becerikli bir yardımcı eşlik etse herşey harika olabilir. Ancak benim durumumda, anneanne çocuk, yardımcı ise kağnı gibi (Ayyyy herşeyden amma şikayet ediyorum. Valla ben olsam benimle arkadaşlık etmem, bu ne ya, sürekli vıdı vıdı.) Şikayet etmeyeyim diyorum ama yok annemi gördükten beş dakika sonra sinirlerim zıplıyor. Ya birşey saçmalıyor, ya dediğimi anlamıyor, böyle nasıl anlatsam bilemiyorum ki çok asap bozucu bir kadın. Fakat Tombi'yle ilişkisi bambaşka, Tombi de ona bayılıyor. Bu arada yardımcı da mutfakta keyifle çayını içip eşiyle dostuyla mesajlaşıyor. Tabi dinlensin ama bizdeki durum dinlenme aralarında çalışmaya dönmüş gibi. Neyse bir doğurayım herşeyin peşine düşeceğim.

Hayalimdeki kahve

Hayırlısıyla ve sağlıkla doğum yaptıktan sonra yapmak istediğim tek birşey var; kahve ve yanında sigara içmek. Bebeği emzireceğim için ve Garmin sigara içmemden nefret ettiği için zor bir ihtimal sigara içmem ama taktım kafaya. Resmen sigaraya aşerdim. Şu sigara sağlıklı birşey olsaydı, bir ,, bir roka etkisinde bir nesne olsaydı, ne olurdu sanki? Sigara içemeyince ben de ne yaptım, kendimi tatlıya verdim, hele son bir haftadır nasıl tatlı yiyorum, yazsam yemin ederim ürkersiniz ve insan olmadığımı düşünürsünüz. Tabi tatlı yemem de hızla meyvelerini verdi; an itibariyle küçük bir fil gibi gözüküyorum, her tarafım şiş şiş. Hatta yanaklarıma sanki içerden erik koyulmuş gibi (Türkan Şoray bir filminde çirkin sekreter olmak için, iki erik koyar yanaklarının içine, işte onun gibi) korkunç bir görüntü. Bir de daha bu kilolar verilecek çünkü ben kilolu olmayı hiç sevmem. "Eeee o zaman ne halt etmeye yedin  ve bu kadar kilo aldın?" diye sorarlar adama. Sorsunlar, cevabım hazır, "Yemeyi de seviyorum" Yani çelişkili bir insan olma konusunda on numarayım. 

Şimdi bu ortaya karışık yazı nasıl biter. Belli bir konu etrafında giriş, gelişme, sonuç yapsam bal gibi biterdi ama ben daldan dala yazmayı daha uygun buluyorum kendime. Şöyle bitsin bu yazı da, hazır Tombi uyurken ben de biraz uzanayım. Hayırlısı (Yazıda en çok kullanılan kelime herhalde) ile bir doğurayım, yine yazarım inşallah, umarım bir seneyi bulmaz tabi bir daha yazmam.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Sürprizler Üzerine Bir İnceleme, Devam, Beterin Beteri Var

Benim Baby Shower'ımı organize eden arkadaşımla (HT) buluştuk dün. Kendisi benim kadar uyanık bir insandır. Ve kendisi sohbetin uygun bir anına denk getirip, "Senin sürprizden haberin var mıydı yoksa?" dedi. "Yok canım, ne alakası var," deyip, konuyu değiştirdim. Ve onun başka bir arkadaşının baby shower organizasyonundan devam ettik konuşmaya. O da bu Cumartesi yapacakmış fakat daha sosyetik bir organizasyonmuş. 30 kişi gelecekmiş vs diye anlatmaya devam ederken HT, "Yalnız organizasyonla ilgili şöyle bir salaklık sözkonusu," dedi... Meğer bebek bekleyen kişi, partiye gelenlerden organizasyonun ücretini alabilmek için, parti kendisine sürpriz gibi davranılmasını planlamış. Hesapta sürpriz partiyi organize edenler de bizim HT ve FY diye başka bir arkadaşımız olacakmış. Bu kızın durumu, yani kendi kendine sürpriz parti organize etmesi, bana benim durumumdan daha üzücü geldi. Benim için en azından birileri iyi kötü çaba harcadı. Bir de yine bu kızın durumunda, ne gerek var arkadaş parasal olarak karşılayamayacağın bir organizasyon yapmaya? Yetmiyorsa paran ve kimse senin için birşey organize etmiyorsa, otur evde yap. Ya da paran varsa -ki bu kızın ziyadesiyle iyi maddi durumu- adam gibi karşıla cebinden, bak keyfine...

Herkese güzel sürprizlerle dolu bir hayat dilerimmmm

17 Eylül 2013 Salı

Sürprizler Üzerine Bir İnceleme

Sürprizleri, tabi güzel olanlarını, çok severim. "Kim sürpriz sevmez ki?" diye düşünebilirsiniz. Mesela Garmin sevmez. 

Sürprizleri çok sevmeme rağmen yakın çevrem bana sürpriz yapmak konusunda çok ama çok başarısız. Fakat onlar bana sürpriz yaptıklarını zannediyorlar çünkü oyunculuk yeteneğim genetik olarak çok gelişmiş. Yani şaşırmış gibi, sevinmiş gibi yapmak konusunda çok başarılıyım.

Garmin'le çıkmaya başladığımız ilk ya da ikinci sene, nereden akıllarına esmişse ablamla Garmin bana sürpriz doğum günü partisi yapmaya karar vermişler. Ben ise bu arada sürpriz evlenme teklifi bekliyorum. Ve tabi sürpriz, şahane hediyeler. Bu arada Garmin de, ailem de bana manasız, hiç istemediğim hediyeler alma konusunda son derece başarılılardır ki onlara ne istediğim konusunda her türlü sinyali de veririm. Neyse bir akşam ablamın evindeyim, doğum günüme üç beş gün var. Ablam depo olarak kullandığı tuvaletten birşey istedi. Sonra uyandı ama artık çok geçti ben kapıyı açıp, parti malzemelerini görmüştüm ama görmemiş gibi yapıp, "Yahu burası çok kaotik, gel kendin al," filan gibi birşeyler söyledim. Emeğe saygı neticede. Doğum günüm geldiğinde ise Garmin beni, ablamın evinin yakınındaki güzel bir pizzacıya götürdü. Yedik içtik, ben bir taraftan düşünüyorum 'Parti acaba iptal mi oldu?' diye çünkü saatler geçiyor, meğer daha insanlar gelememiş - bu arada aslında parti yapacak kadar arkadaşım da yok benim (başka bir yazı konusu) - yani sürpriz partilere heveslenmem de yersiz. Neyse nihayetinde, Garmin "Hadi ablana uğrayalım" dedi ve gerisi bilindik şeyler, ben şaşırmış, çok sevinmiş gibi yaptım. Güzeldi de aslında, hediyeler vs. Garmin'den bir yüzük bekliyordum ama kendisi bana bir saat almıştı, gerçi aldığı en güzel hediyelerden biriydi. Sanırım bu parti, ilk ve son sürpriz doğum günü partimdi.

Evlenme teklifinin de sürpriz olmasını, beklenmedik olmasını çok isterdim ama o da maalesef hayal kırıklığıydı. Çünkü önce evlenmeye karar vermek, ailelerin, aslında Garmin'in ailesinin, onayını almak gerekiyordu, onay da demeyelim de bilgilendirmeye ihtiyaç vardı. Ben de haliyle bu süreci biliyordum. Sonrasında ise ablam, şimdi neden olduğunu hatırlamıyorum, bana Garmin'in evlenme teklif edeceğini söyledi. Galiba ben artık 'Yeter ya, teklif edecekse etsin,' noktasına gelmiştim. Yine güzel bir yemek yedik, yüzük tabiki pırlanta değildi ama çok çok çok çok sevdiğim bir alyanstı. Sürpriz değildi ama iyiydi ve ben yine şaşırma konusunda çok başarılıydım. 

Son sürpriz parti ise geçtiğimiz Cumartesi günü gerçekleşti. İkinci bebeğin gelişi şerefine bir baby shower. Fikir süper ve aslında az daha anlamıyordum ama annem geyiği nedeniyle olayı çözdüm. Bir taraftan da hiç aklıma yatmıyordu bana baby shower yapmaları çünkü o kadar sayılı arkadaşım var ki ve sayılının içinde gerçekten birlikte olmaktan keyif aldıklarım ise 3 tane filan herhalde ama neyse iki elin parmaklarını bir adet geçecek kadar arkadaş toplamayı başarmışlar. Olayı çözmem ise şöyle oldu. Annem ilk olarak ısrarla iki arkadaşımın telefonunu istedi benden, makul nedenleri vardı, normal bir anne olsa sorgulamazdım. Ama annemin genel olarak arkadaşlarımı iplemez bir tavrı olduğu için şüphelendim ve telefonlarını vermedim. Sürpriz yapacaklara öneriler 1- Sürpriz yapılacak kişinin arkadaşlarının telefon numaralarını almak için, telefon numaralarını kurcalama ve ele geçirme konusunda uzman (mesela ablam olabilirdi bu, Garmin olabilirdi) bir kişiden yardım alın. Neyse sonra bir akşam tam apartmanın bahçesinden eve giderken, annem önden hızlı adımlarla ilerledi ve benim pek de hazzetmediğim hatta kimi zaman başımı ağrıtan, tek ortak noktamızın yaş olduğu komşu NH ile fısıldaşmaya başladı. Ve ben keskin kulaklarım nedeniyle "Görgülü Pastanesi" dediğini duydum. Olay o an netleşti. Komşuyla kalkıp bir yerde buluşacak halleri yoktu, fısıldaşıyorlardı, olay benimle ilgiliydi. Cumartesi günü geldi. Ablam Tombi'yle oynamaya bize gelecekti. Annem sabahtan, "Ablan diyor ki saat iki gibi Elif'le (ablamın arkadaşı ama ben de çok severim) buluşalım, uyar mı sana?" dedi, "Oluuuur" dedim. Sonra ablam geldi, süslenmiş bir halde, normalde pek süslenmez kendisi. Gelir gelmez de, "Öğlen iki gibi Yeşim'le buluşsak, sana uyar mı?" dedi. Şaşkınlar. Bari isim konusunda hemfikir olun. Sürpriz yapacaklara öneriler 2 - Sürprizin yeri, saati ve sürpriz yapılacak kişinin oraya nasıl getirileceği konusunda hemfikir olun. 

Bu arada kızdığım bir noktayı da belirtmeden geçmek istemem. Şimdi ben bu sürpriz konusunu çözmesem, karnım burnumda, artık neyin içine sığıyorsam onu giyip rezil bir halde sokağa çıkacağım çünkü normalde öyle çıkıyorum. Allah'tan fark ettim de biraz adam gibi giyinip, makyaj yaptım. Normalde makyaj yapmadığım için bir de sürprizcilere niye makyaj yaptığımı açıkladım, maksat onlar anlamasın benim anladığımı. Neyse nihayetinde evden çıktık, parti saatinden 3 saat önce ve yanımızda Tombi'yle! Arkadaş, benim için yapılan partide Tombi'nin işi ne? Aklınız nerede? Çocukla ne partisi? Tombi'yi ablamla parka götürdük, yemek yedirdik, sonra hesapta Yeşim'le buluşmaya gidiyoruz ve Tombi yolda uyudu. Yine insanlar toplanamadığı için beni karnım burnumda sokaklarda yürüttü ablam.   Nihayet, parti mekanına ulaştık, ben şaşırmış gibi yaptım. Hoşuma da gitti aslında. Tabi gerçekten şaşırsam daha iyi olurdu. Yedik içtik, sohbet ettik filan. Mekanın bir pastane olması ve bu nedenle oturma düzeni zorlayıcıydı. Hamile kadına, sandalye tepesinde parti yapılır mı? Sürpriz parti yapacaklara öneriler 3 - Sürpriz parti yapacaksanız, ya evde yapın ya da bir yeri kapatın, öbür türlü pek rahat ve eğlenceli olmuyor. 

Neyse çok uzattım, içimde kalmış herhalde bana sürpriz yapılamaması, yazasım geldi. Aslında nasıl sürpriz yapılır diye birşey yazsam belki daha faydalı olur, gerçi doğuma sayılı gün kaldı, bundan sonra zaten seyrek yazıyorum, sanırım iyice seyrekleşir yazılarım.


13 Eylül 2013 Cuma

Mutlu Anne Olmanın Yolu Fransız Olmak

Herşey "Bringing Up Bebe" adlı kitabı okumamla başladı. Aslında Fransızlara ve Fransız hallere taaaa eskilerden beri takık olmama rağmen, bu takık olma halinin tavan yapması bu kitapla oldu. Kitap, çocuğunu Amerika'da büyüten bir kadın gazeteci tarafından, Fransızların çocuklarını nasıl yetiştirdiği üzerine yazılmış. Şunu kesin olarak söyleyebilirim ki, kitabı okuyan her anne baba, bir Fransız olarak doğmak ve çocuğunu bir Fransız gibi yetiştirmek ister. O kadar farklı ki benim ve etrafımdaki annelerin hayatlarından, Fransız annelerin hayatı. Yani tabi onlar rahat rahat 3 çocuk yapar ve yine de güzel ve havalı görünmeye devam eder. Bir kere; çocuk bakımını destekleyen bir devlet sözkonusu; çocukları bebekliklerinden itibaren gayet şahane, güvenilir devlet kreşlerine, 3 kuruşa verip iş yaşamlarına dönebiliyorlar (Çalışan anneler hiç "Ayyyy keşke ben baksam çocuğuma, çalışmak zorunda olmasam masalını anlatmasınlar. Sabah giyinip süslenip evden çıkmak ve gün genelinde kendi yaşıtlarınla takılmak büyük bir lüks). Ve Fransız anneler iş yaşamının önemine inanıyorlar, sürekli çocuk bakmanın insana iyi gelmediğini, kocalarından bağımsız bir gelirleri olması gerektiğini düşünüyorlar. Ve sonuna kadar haklılar. Şimdi, herşeyin hayırlısı ama, biz Garmin'le ayrılsak, kelimenin tam anlamıyla ben ayvayı yerim. Evet ailem yardım eder ama çalışıyor olsam, kendi param olsa daha iyi olurdu.



Kreş olayı, hele küçükken güvenli bir yere, bırakabilmek çok rahatlatıcı. Burada 3 yaşında anaokulu arıyorsun, hem bir servet hem de şartlar rezalet. Kreş rahatlığı dışında, devlet doğum, lohusalık nedeniyle psikolojisi bozulan anneye psikolog filan da atıyor. İnanabiliyor musunuz? Burada ise lohusalıkta sana cinler gelmesin diye kafana kırmızı kurdele takıyorlar, evin içine bilumum akraba doluşuyor, anne kayınvalide beynini uyuşturuyor ve herkes sürekli olarak "Acaba sütün geliyor mu? Sütün yetiyor mu?" diye soruyor. Süt demişken, Fransız kadınların üzerinde emzirmeyle ilgili de bir baskı yok. İster emziriyorlar, ister emzirmiyorlar. Ama kalkıp kimse onları yargılamıyor! 

Ve aklımda kalan bu birkaç şey dışında Fransız kadınlar kendilerini önemsemeye devam ediyorlar, bizim gibi ya da benim gibi (belki de arıza bende) pinçiklenmiş vaziyette gezmiyorlar, arkadaşlarıyla kahve içtikleri için vicdan azabı duymuyorlar, ya da duştan apar topar çıkmıyorlar. Yemin ederim adam gibi banyo yapmaya, giyinmeye hasretim, ki ben tek başıma bakmadım Tombi'ye. Tek başına bakanları ise düşünmek bile istemiyorum. Peki kendilerini önemsemeye nasıl devam ediyorlar? Çocuklarının kulu kölesi olmayarak, onlara beklemeyi, sabretmeyi, ertelemeyi, kendi kendilerine vakit geçirmeyi öğreterek.

Yani şahane bir annelik tecrübesi yaşıyor Fransız kadınlar. Ve işin güzel yanı Fransa'daki tüm ebeveynler aynı yöntemle çocuklarını yetiştiriyor, belli bir tarz var; çok şımartma, sabrı öğret, kurallar olsun, özgüven olsun vb. Bizde ise herkes ayrı telden çalıyor. Mesela Fransızlar, abur cubura ve ara öğüne karşılar (büyüdüklerinde manken gibi olmalarının sırrı da burada işte!). Sadece bir ara öğün yiyorlar, zararlı bir gıda olabilir bu ara öğün ama minik bir miktarda ve ana yemeklerini ise düzenli olarak, aynı saatlerde yiyorlar. Evdede, anaokulundada aynı sistem. Bizde ise mesela sen evde tatlı, abur cubur vermiyorsun, sonra çocuk anaokuluna başlıyor, bir bakıyorsun ara öğünler; kek, gofret, kutu meyve suyu. Ya da başka bir anaokulunda öğle yemeğinde patates kızartması veriyorlar yanında gazozla. Şimdi tabi tek bir doğru yok ama hepimiz çocuklarımızı aynı tarzda beslesek herşey daha rahat olmaz mı?

Neticede burada anne olmak zor. Mesela bu yazıyı yazmaya çalışırken, Tombi için oyun ablası gelmişti, yani rahat rahat çayımı yudumlayıp, yazımı yazmam mümkündü, mümkün olmalıydı. Ben ise 3 kere bilgisayarı kapatmak, üç beş kere Tombi'nin yanına gidip, "Buradayım tatlım" diyip, biraz yanında oturmak, meyve soyup, yedirmek ve özene bezene süslü püslü bir fincana koyduğum çayımı soğuk içmek zorunda kaldım. Ama tabi suç Tombi'de değil, onu buna alıştıran bende! Fransa'da doğmak ve Paris'te yaşamak vardı işte ama neyse...a

3 Eylül 2013 Salı

Parkta Sepet Gibi Takılmak ve İzlemek

Kurabiye parkına her gün gidiyoruz. Zaten her gün gitmezsek, kısa yoldan çıldırırım. Bir kere parka yürürken, yolun uzunluğu ve kaldırımların darlığından dolayı ettiğim küfürler iyi geliyor, hem de orada birkaç anneyle -kendi yaş grubumdan insanlarla- sohbet etmek rahatlatıyor. 

Ben karnım iyice büyüdüğü için parkın hemen yakınındaki masalardan birine çörekleniyorum, annemle Tombi ise parkta oynamaya başlıyor. Sonrasında Rus asilzadeleri gibi masama parkta arkadaş olduğumuz anneleri kabul ediyorum. Daha önce bahsettiğim Kırmızı demirbaşlardan, o da annesiyle geldiği için ikimiz parkın en rahat yayılan anneleriyiz. Bir de aramıza BY katıldı, tam bir hanımefendi, çiçekli elbiseler giyiyor, çok kibar, çok düşünceli. Ben eğilmeyeyim diye tepsiyi filan alıyor elimden ve bunu içten bir iyilikle yapıyor. Alışkın olmadığım bir durum, tatlı bir kadın. Aslında ben bu kadar narin ve nazik insanlarla pek anlaşamam ama BY iyi geldi bana. O da kızı 3,5 yaşında olduğu için rahat rahat oturuyor bizimle. 

Çay, kurabiye, çocukları doyur gibi aktivitelerin arasında parktaki anneleri de çekiştiriyoruz (aslında genelde kocaları çekiştiriyoruz ama onların kocalarına kıyasla ve aslında normalde de Garmin iyi bir koca olduğundan, ben çok konuşmuyorum). Parktaki anneleri çekiştirmek benim daha çok hoşuma gidiyor çünkü %80'inine sinir oluyorum. BY parktaki diğer anneler konusunda daha sakin ve anlayışlı, herhalde 3,5 yıllık annelik sonucunda insan böyle olabiliyor. Ben ise 21 aylık annelik tecrübeme rağmen diğer annelere ve çocuklara karşı çok da anlayışlı değilim.

Mesela dün 5 yaşında bir erkek çocuğu, parktaki kız çocuklarını, BY'nin kızı da dahil, "Sen bebeksin!" diye sürekli tekrar etmek yöntemiyle ağlattı. Bu arada çaktırmadan da kızlara vuruyordu ve tabi kızlar ağlıyordu. Bu sırada erkek çocuğun annesinin "Oğlum, arkadaşlarınla oynasan daha iyi değil mi? Onları rahatsız etme," demesini bekledim uzun bir süre. Fakat anne, masasında oturup arkadaşlarıyla sigara içmeyi tercih etti. Parktan gittiklerinde hepimiz rahatladık.



Aslında benim en sinir olduğum anne tipi bu değil, neticede 5 yaşında bir çocuğu rahat bırakmak doğru olabilir, emin değilim. Benim en sinir olduğum anne tipi, rahat anneler. Herhalde kendim rahat olamadığım ve onları kıskandığım için. Bu anneler, parkta bir yere oturuyorlar ve kahvelerini yudumlamaya başlıyorlar. Bu sırada Tombi kadar, hatta ondan daha küçük çocuklarını bırakıyorlar takılsınlar. Gözleriyle bile izlemiyorlar. Çocuklar hızla sallanan salıncakların önünden teğet geçiyorlar, kafalarını sağa sola çarpıyorlar, ağlıyorlar, kaydırağın aşağısında duruyorlar ve başka çocukların çarpmalarına maruz kalıyorlar. Bu sırada anneleri genelde hiç istifini bozmuyor, arada bir de diğer çocukları ve annelerini dikkatli olmaları için uyarıyor! Enteresan yani. Bu arada biz genelde Tombi'nin arkasında dolaşıyoruz, çok yakın markaj değil ama bir dedektif halimiz var tabi. Bir keresinde takip etmediğimiz sırada, kafasını kaydırağın kolonuna çarptı ve burnu fena halde kanadı, takip etmeyip de ne yapalım. Bu rahat annelerin çocuklarına da çok birşey olmuyor aslında, sinir bozucu.

Tabi benim rahat annelere sinir olmam ya da olmamam kimsenin hayatında birşey değiştirmiyor. Aslında hangisi daha iyi onu da bilmiyorum, rahat anne olmak mı, yoksa benim gibi bir arada bir derede kalmak mı ya da böyle "annecim annecim annecim" diye ortalarda dolaşan sempatik ve fazla ilgili anne olmak mı? Neden bu kadar zor olmak anne olmak yahu? Ben şahsen, her adımımda her sözümde Tombi'nin hayatı ile ilgili birşey yapmış olduğumu düşünüyorum ve korkuyorum ya yanlış birşey yapıyorsam söylüyorsam diye. Gereksiz ve faydasız düşünceler, hisler bunlar biliyorum da ama bilmek birşey değiştirmiyor. Ayyyy park annelerini çekiştireyim derken, iş yine bilinç akışına döndü, ki başka bir yazıda annelik ile ilgili bilinç akışına dönmem daha iyi olur çünkü doğuma ortalama 20 gün kaldı!!!!

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Villa Kabus'ta Bir Gün

Garmin'in ailesinin yazlığının olduğu yerde, halkımız dipdibe ve 3 katlı olmasına rağmen kibrit kutusu kadar olan evlerine özene bezene tabelalar yaptırıp, yaratıcı isimler vermiş; Villa Nuriye Hanım, Villa Tayga, Villa Zırt Bey vb. Bizimkilerin yazlığının bir tabelası yok ama giriş kapısının üstünde kocaman bir kartal heykeli karşılıyor sizi (hayır, Beşiktaşlı filan değiller). Sonrasında veranda ve bahçe diye nitelendirdikleri, büyükçe bir masa örtüsü kadar bir alan ve birkaç merdiven. Merdivenlerin üstü farklı boy, model, numara, kalitede çeşit çeşit terlikle dolu. Merdivenlerden içeri girince, sizi küçük bir salon ve açık mutfağımsı bir yer karşılıyor. Salona koltuk, kanepe, büfe, halı vs stoklanmış gibi bir görüntü var. Hayır yazlık evde ne işi var, halının, büfenin? Bir set merdiven de arkadaki veranda bahçe benzeri yere açılıyor salondan. Orası da yine terlik dolu. Üst katlara hiç girmeyeyim içiniz daralır, 3-4 oda, 2 banyo ve bol bol eşya, halı.

Benim "Villa Kabus" demeyi tercih ettiğim bu tesise koca yaz boyunca sadece 2 kez gittik, çok şükür. Garmin'in diğer kardeşleri ve eşleri ve çocukları ise ciddi ciddi her hafta sonu gidip, bir de yatıya kalıyorlar. Benim için inanılmaz. Ben sadece ilk evlendiğim sene kaldım ve o zaman da tövbe ettim. Yani bence orada birkaç gün kalmak için insanda bir rahatsızlığın, arızanın olması gerekiyor. Neden mi?

Şöyle ki; mesela Garmin'in ailesi bayramı orada geçiriyorlar ve bizde mecburen oraya gideceğiz diyelim (bu bayram cidden böyle oldu) Biz kahvaltıyı orada ederiz kafasıyla - ki genelde kahvaltıyı geç etmeleriyle meşhur bir topluluk Villa Kabus'un sakinleri- sabah 10 gibi orada oluyoruz. O da ne, kahvaltı masasını toplamışlar. Masa, bizim için tekrar törenle hazırlanıyor. Bu arada gelinlerden bir ya da ikisi, bazen kızlardan biri ilk kahvaltıyı, mutfağı, bulaşıkları toplamak için kurban olarak seçiliyor. Ben hamile olmamın avantajıyla bu sene bu işlere hiç girmedim, en fazla tabak taşıdım içeri. Ama bir günde 30 adet  domates soyduğumu da bilirim. Neyse kahvaltı sonrası birden evin erkek nüfusu ortadan kayboluyor. Garmin ben Tombi'nin peşinden koşamadığım için ortalarda, ve ortadan kaybolan erkeklerin çocukları da piyasada tabi. Anneler ve kayınvalide mutfağı toplama, gizemli işler yapma ve kocalarından şikayet peşinde. Garmin uyumadığı ve oğluyla ve hatta onların çocuklarıyla oynadığı için (ki fırsat bulsa o da uyur) şikayetler genelde bana anlatılıyor. Onlar acıların kadınları, ben prenses! Yok öyle birşey tabi. Neyse bu arada saatler iyi kötü geçiyor, Tombi şişme havuzda takılıyor, iki yeşil görüyor, kuzenleriyle biraz oynuyor, Garmin yorgun. Saat oluyor 3, ben acıkıyorum, Tombi Allah'tan yanımda getirdiğim yemeğini yemiş oluyor. Benden başka kimse acıkmıyor. Dolabı açsan, öylesine doluki içinde ne olduğunu bilmene imkan yok. Tombi'nin meyvelerini kemiriyorum. Bu arada bütün gelinlerin çok formda olduğundan ve o kadar işe güce bir damla terlemediklerinden de bahsetmem gerek, saçlarının bir teli bozulmuyor. Ben ise hiçbir şey yapmadığım halde, savaştan çıkmış gibi darmadağınık bir haldeyim. (Robot gelinler, bir başka yazı konusu)

Saat 5 sularında kayınvalidem törenlerle pilav pişirmeye başlıyor. Erkekler ortaya çıkıp, denize gitmeye karar veriyor. Kadınların surat beş karış, yeni kurban bulaşık makinesini boşaltıp salata yapmaya başlıyor. Salata bir kazan kadar yapılıyor yalnız çünkü evin nüfusu sıradan bir günde minimum 15. Pilavın yanında ne yiyeceğimiz merak konusu. Saat 7 sularında banyo fasılları başlıyor. Bu arada Tombi uykusuzluktan sarhoş gibi. Garmin, orada yemek yemekte ve ortada olmayan ailesiyle takılmakta kararlı. Ben açlıktan bayılmak üzereyim. Neyse sofraya gruplar halinde oturmaya başlıyoruz. Aynı anda herkesin yemek yemesi imkansız. Hem yer yok, hem de oturanın fiziksel olarak bir daha kalkması zor olduğundan, içeride birşeylerin istenebileceği insanlar kalmalı. Ve biten yemekler sürekli yenileriyle değiştirilerek tekrar servis ediliyor. Herkes kalkıp tencerenin içinden tabağına yiyeceğini alsa, çatlarlar çünkü. O kadar tabak çanak o bulaşık makinesine nasıl giriyor, o mutfak nasıl toplanıyor benim aklım almıyor (ben hamile olmadığım dönemde de genelde taşıyıcı ya da doğrayıcı olarak katılırım toplama işlerine). Yemekten sonra artık benim arkama bakmadan kaçasım geliyor. Suratımı düşürüyorum, Garmin'e kaş göz ederek Tombi'nin yorgun hallerini gösteriyorum ve nihayet saat 9'a gelirken kalkıyoruz. Neymiş, bayram ziyareti için Garmin'in ailesine gitmişiz. Yazlıkları varmış, pehhhh.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Herkesin Gerçeği Kendine

Anneme göre bizim evle Bağdat Caddesi arası çok yakın. Bana göre ise inanılmaz uzak. Dile kolay 25 dakika yürüyoruz. Ona göre; ben hamile olduğum için yavaş yürüyorum ve süre uzuyor. Bana göre; zaten o daracık kaldırımlarda hızlı yürümek imkansız.

Anneme göre kaldırımlar dar değil. Bana göre; çok dar ve bir de üstüne her adımda, kaldırımın ortasında bir ağaç var. Ağaçları severim ama kaldırımları sanki yayalar için değil de ağaçlar için yapmışlar gibi bir durum var. Hem kaldırımda kalıp, hem ağaçlara çarpmadan, pusetle ilerlemek ciddi yetenek istiyor. Aaaa bir de bu daracık kaldırımlara kimi zaman motosikletler park ediyor. Onlarla ilgili duygularımı ise yazıya dökmesem de olur.

Anneme göre; apartmanın asansörlerinden biri geniş, her türlü puset sığabilir. Bana göre; ki bildiğiniz metreyle ölçtüm biçtim, her iki asansörde aynı ölçülerde ve ikisine de iki çocuk için yapılmış pusetlerle sığmak imkansız. Zaten puset asansöre sığsa, kaldırımlara sığmaz bu şehirde. Niye satıyorlarsa sanki? Hem beğeniyorsun, hem kullanamıyorsun. Getirmesinler böyle şeyleri, bilmemek, kullanamamaktan iyi. Bahsettiğim, hayallerimi süsleyen puset Bugaboo Donkey bu arada. Bir tasarım harikası bana kalırsa ama kullanmadıktan sonra hiçbir anlamı yok tabi.



Anneme göre; bizim ev her daim serin. Halbuki serin olan ev kendi evi. Ben ne zaman "Ahhh çok sıcak desem," "Aaaa sen de yani, neresi sıcak, çok serin bir ev," diye cevap veriyor. Hamile olmamın filan hiç önemi yok. O illa bu evle ilgili güzel şeyler söyleyecek.

Anneme göre; her gün Bağdat Caddesi'ne yürümek çok anlamsız. Benim içinse son birkaç senedir hayatın anlamı. Ve bu nedenle her gün gitmek istiyorum. Ev insanı değilim ben. Çocukla da dışarıda daha kolay vakit geçirildiğine inanıyorum. 

Anneme göre; şükretmeyi bilmiyorum ve sürekli şikayet ediyorum. Olabilir, şikayetçi bir bünyem var ama ortada da bazı gerçekler var. Mesela Garmin'in arabayla bizim evle Bağdat Caddesi arasının kaç kilometre olduğunu ölçmüş olması gibi. Aradım az önce, yaklaşık 2 km olduğunu söyledi. 2 km az bir yol mu şimdi?

Ne desem ne yazsam boş aslında. Herkesin gerçeği kendine -Bitiş paragrafında, başlığı kullanmam da komposizyon yazma tekniklerine pek uygun oldu ama kimin umurunda- istediğim kadar söyleneyim, istediğim kadar istatistiki veriler sunayım (mesafe, asansörün boyutları gibi), istediğim kadar haklı olayım, kendi kendimi ne istediğimi tam bilmeden bu eve sıkıştırdım. Ne sıkışması yahu? Abartıyor muyum? Tabiki abartıyorum ama gönül istiyor işte eski evin sokağına geri dönmeyi, o sokakta bir evde oturmayı, 5 dakikada Cadde'ye, markete, fırına, pastaneye, parka ulaşmayı, sokaktaki köpekleri sevmeyi, herkese selam vermeyi. Ancak lobi faaliyetleri yapsam da şu an bu eve mahkumum gibi gözüküyor. Neyse hayırlısı. Bir evimiz olduğu için tabi çok şükür ama insan zihninden gerçekten geçenleri de yazmazsa olmaz yani. Hep şükür diye yalandan mutlu diye de gezilmez ortalıkta.


11 Ağustos 2013 Pazar

Bayram Öncesi, Bilinç Akışı

Meğer Garmin Pazartesi, Salı ve Çarşamba izin almış. 9 gün annemsiz hayat! Fakat annem durur mu Tombi'yi 9 gün görmeden, sık sık parazit yaptı maalesef. Neden bu kadar sinir oluyorum acaba anneme? Belki de arıza bende. En basit bir sorusuna bile acayip tepkiler verebiliyorum.

Garmin'le 9 gün güzel başladı. Sabahları Tombi'yi parka götürdük, onlar oynarken, ben rahat rahat kitap okudum, çay içtim. Öğleden sonraları deniz kenarına gittik. Ben bu esnada, eski evimizden yürüyerek gittiğimiz yerlere, şimdilerde gitmek zorunda kaldığımız ve otopark parası verdiğimiz için sinir olup, bol bol söylendim. Garmin, benim söylenmeme söylendi. Erkekler söylenen, şikayet eden kadınları sevmiyor. Zaten kim sever ki vıdı vıdı şikayet eden birini. Ben de sevmem ama sinir oluyorum bu evde oturmaya, çok şükür tabi yine de. Ancak evin Bağdat Caddesi'ne yakın olmasını istemek suç mu yahu?



Garmin ve Tombi ile Cumartesi başlayıp Salı gününe kadar devam eden mutlu mesut hayatımız, Garmin'in ailesine her şeker bayramında olduğu gibi nişan çikolatalarından daha iddialı bir çikolata alma girişimiyle sekteye uğradı. Neden adam gibi normal bir kutuda çikolata alamadığımızı sorguladım. Neticede bana getirdikleri nişan çikolatası, annesine her bayram götürdüğü çikolatadan küçüktü. Mesele o da değil aslında, o kadar pahalı ki, bu çiçekli, tepsili, süslü püslü çikolatalar. Al arkadaş güzel bir kutu çikolata. Yok abartacağız illa. Tabi sinirlendi Garmin, "Her bayram aynı şeyi yapıyorsun," diyerek suratını düşürdü. Haklı, her bayram aynı şeyi yapıyorum ama bayramlar dışında ortada olmayan, hiçbir haltımıza destek vermeyen, el gibi doğumda, bayramda seyranda görüştüğüm bir topluluğa ne diye sevgi, sempati ve saygı duyayım ki? Eeee ben de düşürdüm tabi suratımı. Ve bu hal Cuma'ya kadar sürdü. Zaten bayramın ilk günü, sabah 10.30'da başlayıp, akşam 8'e kadar kayınvalide ve kayınpederin yazlık evinde geçen zaman tüm yaşam enerjimi ve isteğimi aldı götürdü.

Neticede Garmin, kutu çikolata aldı ama aldığı kutu bizim mutfak masası kadardı, şaka değil. Bu konuyla ilgili kime dert yansam. "Sanane, adam kendi kazanıyor, kendi alıyor," dedi. Onlar da haklıydı. Ve sanırım Garmin'in ailesine veri olarak sinir olduğum gerçeğini kabullenmeliyim artık. Aslında tam sinir olmada değil. Bazen çok da seviyorum onları ve yanlarındayken rahat da ediyorum. Hatta zaman zaman kayınvalidem gibi bir annem olmasını dilediğim bile oldu. Sakin, anaç, iyi yemek yapan bir ev kadını. Ne bileyim, duygularım karışık. Diğer kardeşleri alsın arada da bayram çikolatası. Sanki biz para basıyoruz. Bu arada 7 kardeş olduklarını söylemiş miydim?

Ve bugün hava ne kadar da sıcak! Annem Tombi'yi apartmanın bahçesine indirdi. Anneme göre, bu bahçe bulunmaz bir nimet İstanbul gibi bir yerde. Yaaaa evet, eski evde bahçe yoktu ama 10 dakikada giderdim parka, daha güzel olurdu Tombi için, burada kedi kovalamaktansa. 


29 Temmuz 2013 Pazartesi

Hızımı Alamadım

Pazar günü yaptığım kekin üstüne, dün de yulaflı kurabiye yaptım. Keke kıyasla bayağı güzel oldu. Çünkü sözkonusu kurabiyenin tarifini yazan, sağolsun ölçüleri ve pişirme süresini ayrıntılı bir şekilde yazmıştı.  Kurabiyenin iyi yanı çantamda da rahatlıkla taşıyabilecek olmam. Böylece pastane kurabiyeleriyle Tombi'ye saldıranlarla da savaşabilirim! Az önce de yeni bir kek girişimim oldu. Şekersiz kek! Şu an fırında, bakalım o nasıl olacak?



Kek börek işleri dışında sıcaklardan ve evin etrafında vakit geçirmekten bunalıyorum. Dün Tombi, annem, ben apartmanın bahçesine 5 daire biraraya gelip aldığımız salıncaklara indik. Hamarat ev kadını M. (kızı kek yapan) ve bir diğer hamarat ev kadını N. de çocuklarıyla bahçedelerdi. O kadar çok konuşuyor ki ikisi de, resmen başım ağrıdı, uyuştum. Ve ev kadınına dönüşme korkusu kapladı içimi. Bağdat Caddesi'ne, her zaman gittiğimiz parka (Pastane parkına, bundan sonra kurabiye parkı diyelim) gitmek istedim haliyle. Oradaki anneler kesinlikle bu kadar çok konuşmuyor. Ve saat 17:00 sularında yürüme marifetiyle Bağdat Caddesi yolculuğumuz başladı. Sesli sessiz çok küfrettim yine yürürken. Nerede eski evden 7 dakikada yürümek? Nerede şimdiki, dar kaldırımlarda, 25 dakika yürümek? Ahhhh ahhhh hiç akıl yok bende. İşin kötü yanı bu evden taşınma umudum da yok. Belki şans oyunları derdime çare olabilir. En iyisi, en kısa zamanda bir milli piyango bileti almak.




Tombi, Sana Kek Yaptım!

Geçen hafta apartmanın bahçesinde diğer küçük çocuklarla ve apartman teyzeleriyle Tombi'yi eğlendirirken, teyzelerden biri, 5 yaşındaki D.'ye "Yaptığınız kek pek güzel olmuş," dedi. "Nasıl yani? Siz kek mi yaptınız?" diye sordum. Bunun üzerine, hem D.'nin hem de 2 yaşındaki T.'nin, çocuklarına kimse olmadan tek başına bakan, kahraman, hamarat, pratik, rahat, bilmiş anneleri M. "Ayol ne var kek yapmakta? Koydum malzemeleri önlerine, çırpıp koydular kalıba," dedi. Evet, kek yapmaktaki mantık buydu ama neyin ne kadar konulacağı, kekin ne kadar sürede pişeceği, yıllardır benim kafamı kurculayan sorulardı. Mesela, 'alabildiği kadar un,' ve 'pişince fırını kapatın' gibi ibareler beni herhangi birşey pişirmekten yıllardır alıkoyuyordu. Yemek kitabı yazacak kadar uzmanlaşmış şahıslar, kaç bardak un konulacağını, kekin ne kadar süre pişeceğini yazsalar ne olurdu? Bir kere de ölçülü un koysalar olmaz mıydı?

Bu kek mevzusu üzerine en son ne zaman kek yaptığımı düşündüm. Hatırlamak kolay oldu çünkü hayatımda sadece bir kere kek yaptım ve o zaman sanırım 12 yaşındaydım, sonuç rezaletti. Sonra da birkaç poğaça denemesi dışında fırınsal girişimlerim olmadı. Mutfakta geçireceğim süreyi - ki hiç tercih etmediğim bir zaman - ana öğün yapma çalışmalarıyla geçirdim hep. Kekti börekti ayrıntıydı ve yenmese de olurdu. Fakat artık hayatımızda Tombi vardı, etraftan sürekli "Bu çocuk niye kurabiye yemiyor, bir kek yapsana şuna" gibi gereksiz laflar duyuyordum. Hem herkesin çenesini kapamak hem de Tombi'ye sağlıklı ve güzel alternatifler üretmek için Pazar saat 14:00 sularında mutfağa girdim.

Kek tarifini bebekler için sağlıklı yemek tarifleri yayınlayan bir siteden aldım. Çok kolay gözüküyordu ama 'Alabildiği kadar un' ibaresi canımı sıktı. Ancak yılmadım, cesaretimi topladım ve ölçülü karışımın üstüne kafama göre un (organik tam buğday unu) dökmeye başladım. Evet karışım katılaştı ama nasıl bir katılık olmalıydı. Kulak memesi kıvamı kekler için de geçerli miydi? Annemi aramak istemedim, iki saat susmazdı şimdi. Ablamı aradım, yakın zamanda yemek kursuna gittiği için. Açmadı. En sonunda Garmin'e "Sence bunun kıvamı nasıl olmalı?" diye sordum, sorunun manasızlığına şaşırdı tabi ve "Bilmem" diyerek Tombi'nin yanına gitti. Çaresiz, kıvamı kulak memesinden yumuşak halde bıraktım. Neticede bu bir poğaça değildi. Herşey bittiğinde evde kek kalıbı olmadığını fark ettim. Bir borcam da bu işi görür diye düşünerek karışımı boşalttım. Fırına koyduğumda, kekim böyle gözüküyordu işte. Yassı bir sıvı.



Ne kadar un koyulacağını belirtmeyen tarif, kekin pişme süresi hakkında da ketum davranmıştı. O nedenle bekledim bekledim bekledim ve yarım saatin sonunda, keke bir bıçak batırma yöntemiyle (ablamdan öğrendim bunu da, ben keki fırına koyduğumda aradı kendileri) kekin piştiğini anladım. Bu arada Garmin, kekten gelen kokunun harika olduğunu iddia etti. Fakat bir dilim ekmek kadar ancak kabarmıştı kek. Tadı ise fena değildi. İçinde şeker olmadığı için zaten muhteşem olmasını beklemiyordum. Belki biraz daha kuru kayısı koysam daha iyi olabilirdi. Mühim olan Tombi keki yedi mi yemedi mi meselesi. Yedi benim tatlım oğlum, hem de severek. Eeee gerisi mühim değil.

Peki kek piştiğinde nasıl gözüküyordu? İşte şöyle;


Bu arada Garmin de ben de yedik kekten. Alıştığımız keklere benzemiyor ama sağlıklı bir atıştırmalık neticede. Sağlıklı atıştırmalık girişimlerim ve bu konu hakkındaki yayınlarım sürecek. Bekleyin:)

25 Temmuz 2013 Perşembe

Park Anneleri Vol 1

Neredeyse her gün, öğleden sonra saat beş sularında, Tombi, ben ve annem aynı parka gidiyoruz. Sözkonusu park, bir pastanenin müşterilerine sunduğu harika bir hizmet. Park bölümünün etrafında masalar var, anneler ve çocuk bakımını üstlenen diğer şahıslar da buralarda pinekliyor. Bir grup anne, çocuklarının yaşına göre onların peşinde dolanırken, bir grup anne de masalarda çay kahve keyfi yapıyor. Çok kalabalık olduğu zamanlar dışında keyifli bir yer.

Bu park, her gün gidince, bir sürü insanla sohbet etmeye de neden oluyor. Bizim gibi birkaç müdavim daha var ve her gün karşılaşınca bir süre sonra muhabbetler, aynı masada oturmalar başlıyor. Ben hem küçük bir oğlum olduğu hem de hamile olduğum için parkın popüler figürlerinden biriyim. İnsanlar, haliyle, oğlum bu kadar küçükken, nasıl olup da ikinci çocuğa cesaret ettiğimi, ikinci çocuğun cinsiyetini, çocuklara nasıl bakacağımı merak ediyorlar ve başlıyor sohbet! Bazı annelerle sohbeti seviyorum (bir elimin 3 parmağını geçmez sayıları), bazılarını kıskanıyorum, bazıları içimi şişiriyor. Bu 3 taneden sadece biriyle her gün görüşüyoruz ve bazı konularda hayatlarımız birbirine benzediği için de bağlandık birbirimize. Şaka maka neredeyse bir yıldır hemen her gün görüşüyoruz. 

Bu annenin ruh halini pek normal bulmuyorum aslında. Hep harika annelerle karşılaşmaktan sıkıldığım için belki de bu anneyle sohbet bazen iyi geliyor. Bir de açıksözlü; çocukla oynamaktan fena halde sıkıldığını filan söylüyor. Genelde anneler bu kadar açıksözlü değil, bu gruba ben de dahilim. Ne bileyim insan utanıyor, çocuğuyla oynamaktan sıkıldığını söylerken. Bu anneye "Kırmızı" diyelim bundan sonra. 

Kırmızı da parka bizim gibi anneanneyi de yanına katarak geliyor. Ben şimdi hamileyim diye annem parkta bayağı etken bir figür ama hamilelikten önce de biz de her yere annemle giderdik. Şimdi bakıyorum da kimse parka anneanneyle gelmiyor. Kendileri ilgileniyor çocuklarla, bazı durumlarda da bakıcılar ilgileniyor. Ama hiç öyle Kırmızı'nın annesi ve benim annem gibi haldır haldır torun peşinde koşan yok. Kırmızı durumdan memnun, rahat rahat çayını içiyor, benimle sohbet ediyor. Kırmızı aslında çalışıyor ama yazları pek işe gitmiyor ve bu yüzden de bakıcısı var. Yani gündüzleri de sıklıkla kaçıyor evden, çocuğu bakıcıya bırakıp. Bu da benim için etkileyici çünkü ben Tombi'yi annemden ve Garmin'den başka kimseye bırakmadım. Kırmızı bakıcıya güveniyor. Benim alışık olmadığım bir durum. Ben ya Tombi uyurken evden çıkıyorum ya da ne bileyim 2 saatliğine filan gideceksem gidiyorum bir yere. Gerçi Kırmızı, "Çalışmam lazım" diyerek çıkıyor evden, iyi bir yöntem ama benim çalışacak bir işim yok maalesef.

Niye Kırmızı'yı anlatasım geldi bilmiyorum. Aslında tam anlatamadım da. Belki sonra devam ederim. Bugün onların evindei Tombi'yi ve onun oğlunu oynatacağız, araları 5 ay. Bakalım nasıl olacak? Sonra da bizim apartmanın bahçesinde takılacağız. Bugün parka gitmek yok. Parktakiler bizi özlesin biraz.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Garmin Geldi Hoş Geldi

Cuma gecesi itibariyle Garmin şehrimize döndü. Onun dönüşüyle birlikte benim kafamdaki senaryolar ortadan kaybolurken, sinir katsayım da oldukça düştü. Gerçi o geldikten sonra da bir senaryo yazdım, onu anlatayım ben en iyisi.

Cumartesi gecesi, saat on buçuk sularında Garmin'in cep telefonu çaldı. Telefonu götürmek için elime aldım, kayıtlı olmayan bir numara. Garmin baktı ve "Kesin işyerinden bir manyak arıyor, bu saatte aranır mı insan? Açmayacağım," dedi. Ben de açılmayan telefonlar, sessiz çağrılar vb ile ilgili pek çok şey okumuş ve izlemiş biri olarak; "Aaaa aç ama belki önemli birşeydir," diye ısrar ettim ve fakat katır inatlı Garmin açmadı. Ben bütün gece arayan numarayı ezberlemeye çalıştım. Planım, Pazartesi sözkonusu numarayı arayıp, olayı aydınlatmaktı. Arayan bir kadın mıydı? Kimdi bu gizemli şahıs?

Pazar sabahı Garmin'den önce uyandım ve koşarak gidip telefonundaki numaraya bir daha bakıp, ezberimi teyit ettim. Tabiki numarayı bir yere yazabilirdim, kaydedebilirdim ama bu riskli bir hareket olurdu. Garmin sonra görse ne derdim?

Kahvaltı, Tombi'yle oyun, Tombi'yle uyku derken, telefonumu şarj etmek üzere elime aldım; '1 cevapsız arama' Baktım, Garmin'in kardeşinin karısı, Cumartesi gecesi on buçukta beni aramış ve o da ne? Numara ezberimdeki numarayla aynı! 

Senaryom, maceram daha başlayamadan sona erdi -meğerse kardeşiyle karısı bizim tarafa geçmişler, bize zeytin vereceklermiş, onun için arıyorlarmış. Allah'tan açmamışız, hiç uğraşamazdım onlarla-. Ve çok kızdım kendime, bu tip şeylerle uğraştığım için. Ya hamilelik hormonlarından ya can sıkıntısından oluyor, bilemedim. Ama dileğim bir an evvel kafamda kurgu yerine daha verimli, üretken birşeyler yapmak. 


17 Temmuz 2013 Çarşamba

Düşünce Gücüyle Karşılaşma ve Gerçekler

Tombi doğduğundan beri annelerin yazdığı blogları yakından takip ediyorum. Takip ediyorum ama hiçbiri benim tecrübelerimi yansıtmıyor, hiçbirinin çocuğu benim çocuğuma benzemiyor, hiçbiriyle hayatlarımız paralel değil. Sözkonusu anneler becerikli, bakımlı, anlayışlı, akıllı vb. Mesela daha bu sabah bu annelerden biri, çocuğuyla oynayacağı oyunu (Çocuk Tombi'den 3-4 ay büyük) instagramda paylaşmış, bir an 'Acaba ben de Tombi'yle böyle birşey yapsam mı?' diye aklımdan geçirdim. Ve sonra Tombi'ye baktım, elinde bir çubuk sağa sola koşuyor, bir dakika yerinde durmuyor. Bu kadının çocuğuysa legolardan kulelere, resim şaheserlerine kadar her türlü aktiviteyle içiçe. Neyimize bizim aynı oyuna gönül vermek.

Bloglarını, twitter hesaplarını yakından takip ettiğim bu annelerden birine ise nedendir bilmem fena halde kafayı taktım en baştan beri. Belki her işini gerçekten tek başına yaptığı için (bazı anneler her işi tek başına yapıyormuş gibi yazıyor çiziyor, sonra bir anlıyorsun ki evde hem bakıcı hem yatılı yardımcı var!), belki çok becerikli olup iki dakikada harika yemekler yaptığı için, belki çocuğunu sadece ama sadece doğal ve organik gıdalarla beslediği için, belki tombul ama mutlu olduğu  için, belki o da ikinci bebeğine hamile olduğu için, belki de en gerçek görünen o olduğu için... Bilmiyorum. Ve birkaç aydan beri de şunu düşünüyordum; 'Kadına bir mail yazsam ve desem ki, ben sizin yanınızda bir hafta kadar staj görsem olur mu? Yani gölgeniz gibi yanınızda dolaşsam, çocukla bir gününüz, geceniz nasıl geçiyor görsem, bana yemek yapmayı öğretseniz vs.' Tabi böyle birşey yapmadım ama hep düşündüm durdum. Ve derken geçtiğimiz Pazar müdavimi olduğumuz bir pastanenin parkında, kadın karşıma çıktı! Şaka gibi, işte bana fırsat. Ancak ben öyle kolay kolay insanların yanına gidip "Aaaa merhaba, blogunuzu takip ediyorum, bıdı bıdı bıdı bıdı" diyecek bir insan değilim. Parkta çocuklarla debelenirken bir sohbet olur diye düşündüm çünkü genelde hep oluyor. Ve Tombi'nin peşinde dolaşmaya başladım. Yanımda annem ve ablam olduğu için ablamla ikimiz Tombi'nin etrafındaydık. Bu arada Tombi parkta oynamaktansa volta atmayı tercih eder her zaman. Her neyse, benim dikkatimin başka bir yerde olduğu bir an, ablamın Tombi'ye "Hayır Tombicim, biz ondan yemiyoruz, olmaz," dediğini duydum. Ve bir de baktım ki Tombi, blog yazan annenin çocuğunun yemekte olduğu bol çikolatalı kurabiye gözlerini dikmiş. Ben de aynı Tombi gibi bakakaldım. Sen çocuğun yediği herşeyi kendin yaptığını yazarak, kitleleri ve özellikle beni bunalıma sok, sonra da çocuğunu elinde çikolatalı kurabiyeyle yakalayalım. Biz çocuğa dik dik bakarken, anne hemen olaya müdahale etti "O da yemiyor normalde, şimdi kalabalık olunca işte dedesinin tabağından bir tane almış, " dedi, "Tabi tabi" dedim ben de gülümseyerek. Ve çocukla annenin yediklerini çaktırmadan takip etmeye devam ettim. Çocuk birkaç kurabiye daha yuvarladı. Anne kocaman bir pastayı mideye indirdi ve anladım ki kendileri bir sigara tiryakisiymiş aslında. Herkesin hayatı kendine tabi, beni ilgilendirmez, herkes çocuğuna istediğini yedirir içerir, kendi de istediğini yapar. Buradaki problem, benim gibi saflara çizdikleri dünyada. Doğruları yazın çizin. Oğluna harika bir ekmek yaptığını yaz ama aynı zamanda arada maalesef çikolata, şeker vermek zorunda kaldığından da bahset di mi ama?

Neticede bu karşılaşma bana hem düşünce gücünün önemini öğretti, hem de kendi işime bakmam gerektiğini. Bırak millet ne yedirirse yedirsin çocuğuna, sen elinden gelenin en iyisini yap. Mesela Tombi şu ana kadar yani 20 aydır, ağzına meyve dışında şekerli birşey sürmedi, daha ne olsun? 

14 Temmuz 2013 Pazar

Durmak Yok Sinir Olmaya Devam

Hazır an itibariyle kapıdan girmişken ilk kurbanım, evdeki yardımcı olsun; kendisine bir 10 gündür sinir oluyorum. Somut bir sebebi yok aslında ama sanki herşeyi bilerek ve isteyerek yavaş yapıyormuş ve sonunda hiçbir şey yapmıyormuş gibi geliyor. 

Garmin'e şiddetli bir şekilde sinir olmaya devam ediyorum. Cumartesi 12'de uçağımız indi demek için arayan Garmin'in bir dahaki araması, Pazar öğleden sonrayı buldu. Hadi beni merak etmiyorsun, oğlunu da mı merak etmiyorsun, özlemiyorsun? Yok ya kadın olmak ve erkek olmak çok farklı gerçekten, ben mesela Tombi'den uzakta, onu aramadan, sormadan rahat edemem diye düşünüyorum. Ve bu arada Garmin'in eğitim Perşembe günü bittiği halde Cuma günü döneceği aklıma geldikçe, beynim havaya uçacakmış gibi hissediyorum. Aaaa ama Garmin oğluna çok düşkün, eeee gel o zaman Perşembe gecesi! Ve  az önce THY'nin sitesinden baktığım kadarıyla böyle bir uçuş var. Yani istese eğitimin bittiği gün gelebilir. 

Bir aralar kadın erkek ilişkileri ile ilgili bir eğitime gitmiştim. Ve kocasından boşanmış eğitmen, bu tip durumlarda, yani mesela benim şu anki durumumda, intikam almanın öneminden bahsetmişti. "O an değil ama sonrasında mutlaka intikam almalısınız" demişti. Evet, mantıklı ama ben nasıl intikam alayım? Kalkıp Londra'ya mı gideyim? Ne yapayım? Yoksa bir hafta ortadan mı kaybolayım? Cidden napayım? Aklıma hiçbir şey gelmiyor!

Sinir olduklarım arasında, her daim sarsılmaz yerini koruyan annem var bir de. Garmin olmadığı ve ben de hamilelik nedeniyle Tombi'yi kaldırıp indiremediğim için bizde kalıyor. Gece Tombi su istiyor diyelim, karanlıkta gidip veriyorum ve sonra tekrar yatıyorum. Birden karanlıkta annem beliriyor; "Alayım mı ben Tombi'yi, sen uyu" Yahu saat sabahın 4'ü, çocuk uyuyor, niye alacaksın yerinden? Ve bu senaryo Tombi her ses ettiğinde tekrarlanıyor. Annem bizde kalmaya başlayana kadar Tombi, gece uyanmalarını ikiye indirmişti. Son iki gecedir ise, on kere filan uyandı herhalde. Annem ortalıkta dolanmasa ve uyusa bir problem yok ama o illa müdahil olacak olan bitene.

Ve tabi sürekli olarak, her dakika olmasa da her saat, içinde yaşamakta olduğumuz evin, yerine sinir oluyorum. Eski evden Bağdat Caddesi'ne 7 dakikada yürüdüğümüzü hatırladıkça kalbim sıkışıyor, içim sinirle doluyor. Bu evden yürümemiz annemin ilginç saatine göre 15 dakika, dünya saatine göre ise ortalama 25 dakika sürüyor. 25 dakika ne demek yaaaa? Sevgili ablam da, bu evle ilgili sıkıntılarımı paylaştığımda, bana olaylara olumlu bakmamı ve benim gibi hareketsiz bir insan için bu kadar yürüme mesafesinin aslında bulunmaz bir nimet olduğunu söyledi! Çok yaratıcı çok Polyanna. Doğal olarak spor yapıyormuşum işte. 

İşin kötü yanı, bu evden taşınmayla ilgili herhangi bir ümidimin olmaması. Aklıma, şimdi ikinci bebek geliyor, bize yatılı yardımcı lazım, o yüzden 4 odalı bir eve taşınalım demek geliyor ama nasıl finanse edeceğiz 4 odalı bir evin kirasını? Neticede burada kira ödemiyoruz. Ayyyy bilmiyorum ama sinir oluyorum işte. Ve her gün Tombi'yi parka götürmek için Bağdat Caddesi'ne yürürken - annem yanımdaysa sessiz, değilse sesli bir şekilde - küfrederek yürüyorum. Evet, şükürsüz, nankör biri olarak değerlendirilebilirim bu tavrımla, hatta benim gibi birini ben de böyle değerlendirebilirim ama elimde değil. Yol, mesafe, daracık kaldırımlar, yanımızdan sürekli geçen arabalar fena halde sinirime dokunuyor. Ahhhh çalışsaydım ve adam gibi para kazansaydım, hem Londra'ya iş seyahatine gidebilirdim, hem de istediğim evde oturabilirdim. Ve böylece kendime sinir olacağım yeni şeyler bulurdum.


13 Temmuz 2013 Cumartesi

Günün, Haftanın, Ayın Kılı Garmin

Sevgili Garmin, yani eşim, kocam son dönemde çok sinirimi bozuyor. Ben, Tombi ve karnımdaki bebekle ev ve çevresinde dönen bir hayat sürerken, kendileri kaptanlık eğitiminden, tekne yarışlarına, iş yemeklerine uzanan renkli bir hayat sürüyor. Son bombası da iş gereği gitmesi gereken Londra'daki eğitim oldu. Evet, iş nedeniyle seyahat etmek son derece olağan bir durum ama Garmin'in bu bu eğitime yaklaşımı bence hiç de olağan değil. Şöyle ki, eğitim Pazartesi sabahı başlayıp, Perşembe akşamı bittiği halde, Garmin Londra'ya bu sabah ilk uçakla gitti ve Cuma günü son uçakla Londra'dan gece bir sularında dönecek. Bahanesi de Tombi ve doğacak bebeğimiz için alışveriş yapmak, bu arada alışverişin büyük kısmını da internet üzerinden hallettik. Hadi Cumartesi erkenden gitmeyi ve hafta sonu orada gezmeyi, dolaşmayı anladık da, Cuma günü neden o kadar geç dönüyorsun? Bin sabah uçağına efendi gibi gel evine. Böyle desem, "Ama o uçak tam iş çıkışı saati iniyor İstanbul'a, trafikte mi kalayım?" der. Diyecek birşey bulur yani.

Bu seyahatle ilgili sinirimi bozan bir diğer nokta ise, Garmin'in yanında iki iş arkadaşının olması ve bunlardan birinin benim sinir olduğum bir kadın olması. Nedense bu kadın sözkonusu olunca kafamda türlü türlü senaryo oluşuyor, tüylerim diken diken oluyor, içimi bir ürperti kaplıyor. Garmin düşündüğüm şeyleri yapacak biri değil ama kendimi engelleyemiyorum, aklıma türlü şey geliyor. Bu kadınla ilgili sinir bozucu olan durum, erkekler açısından ideal kadın olması; sempatik, destekleyici, yağcı bir hanımefendi kendileri. Tombi doğduğu zaman bize gelmişti bir kere - en uzun görüşüm bu oldu - ve inanamadım Garmin'e karşı tavrına. Öyle bir pohpohluyor ki adamı, kim olsa tav olur. 

Ve son olarak şu an beni sinir eden nokta ise, en son öğle saatlerinde uçağın indiğini bildirmek için arayan Garmin'den şu ana kadar ses çıkmamış olması. Şahsen ben böyle bir seyahate gitseydim, gün içerisinde 3-5 kez arardım Garmin'i, "Keşke sen de burada olsaydın, inşallah bir dahaki sefere birlikte geliriz, Tombi'yi çok özledim, gününüz nasıl geçiyor, çok yoruldun mu?" demek için.  Bende var herhalde bir salaklık.

Kısaca şu sıralar ve şu an itibariyle Garmin'e fena halde kızgınım ve kılım. Bu halim bana ne kazandırıyor meçhul ama sinir olmamak elimde değil. Ve böyle sepet gibi oturup, sinir olmak da ekstra sinir bozucu bir durum!

12 Temmuz 2013 Cuma

Aynı Tas Aynı Hamam

Sürekli yazmak istiyorum ama nereye yazacağıma bir türlü karar veremiyorum. Bir deftere mi, bloga mı yoksa başka bir e-posta adresi alıp ona mı (yani kendi kendime mail şeklinde) ya da yeni bir bloga mı? Bu kararsızlık anında ya yazma isteğim geçiyor ya da nereye yazarsam yazayım, yazdıklarımın anlamsız olacağı hissi ağır basıyor.

Son 4 gündür fena halde canım sıkılıyor. Kendimi yaşadığım hayatın bir izleyicisi gibi hissediyorum. Birşeyler yapıyor, rutinleri yerine getiriyorum ama onun dışında bir robottan farkım yok. Dışarıdan bakıldığında herşey harika ama benim istediğim tam olarak bu değil. Evet, Tombi'nin annesi olduğum ve 2,5 ay sonra bir bebeğimiz daha olacağı için çok mutluyum ama onun dışında herşey çok boş geliyor. Hayatımın kontrolü benim elimde değilmiş gibi hissediyorum, bu bir his de değil tabi, gerçek! Hayatımın kontrolü başkalarının elinde, ben sadece bir figüranım! 

Hamilelik nedeniyle fazla hareket etmemem gerektiği için Tombi'nin bakımıyla ilgili olarak anneme fena halde bağımlıyım. Benim yerimde başkası olsa belki annesine minnettar kalıp, onu el üstünde tutar ama ben aksine anneme fena halde sinir oluyorum. Kendimi engellemeye çalışıyorum ama yok olmuyor! Sinir olmamak elimde değil. Acaba gerçekten müthiş bir ilişkisi olan anne kızlar var mı? Varsa lütfen bana bildirin, nasıl olduğunu anlatın.

Hareketsel anlamda yani çocuğuma kendi başıma bakamama bağımlılığım dışında maddi bağımlılıklarım da sözkonusu; anneme, ablama, Garmin'e. Birşey dedikleri yok ben kendi paramı kazanmadığım için ama hesapsız para harcayamama hali ya da bazı konularda mesela ev değiştirme gibi hiçbir sözünün olmaması sinir bozucu. Mesela ben bu evde oturmak istemiyorum. Kendi gelirim olsa, "Bu evde oturma şansını bize tanıdığınız için minnetttarım ama biz Cadde'ye çok yakın bir evde oturmak istiyoruz ve bu nedenle kiraya çıkacağız tekrar" diyebilirim. Fakat şimdi diyemiyorum böyle birşey tabi. Hangi parayla, nereye, nasıl taşınıyorsun? diye sorarlar adama.

Kısaca isteklerimin, hayallerimin, hayatımın efendisi değilim. Ve olmak için de hiçbir şey yapmıyorum. Birşey yapmak yerine mutsuz mutsuz ortalıkta dolaşıyorum. İşin kötü yanı ne yapabileceğimi de  bilmiyorum, bulamıyorum. Bilsem belki yapabilirim.

Bu arada fena halde uykum var, yazarken arada gözlerim kapanıyor. En iyisi depresif yazıma son vermek.

7 Mayıs 2013 Salı

Twitter Dünyasında Anne Olmak

Doğumdan sonra, twitter vazgeçilmezim haline geldi. Annelik üzerine blogları olan ve aktif olarak twitter kullananları takip etmeye başladım. Bunların bazıları tecrübeli annelerdi, bazıları aynı benim gibi yeni anne olmuşlardı fakat hepsi son derece aktif ve popülerdi. Bazı günler, sözkonusu annelerin varlığı ve tecrübeleri çok işime yaradı. Bazı günler ise sözkonusu anneler kendimi ve çocuğumla ilişkimi sorgulamama neden oldu. Genelde ise sanırım onlar yüzünden kendimi kötü hissettim.

NEDEN Mİ?

Çünkü hepsi çok mükemmel gözüküyordu ve herşeyi biliyorlardı. Mesela yazdıkları twitlere ve bloglarına baktığınızda bu annelerin profesyonel bir iş hayatının olmadığını, çocuklarına kendilerinin baktıklarını, bunun yanısıra tüm ev işlerini (yemek, temizlik, ütü vb) kendilerinin yaptıklarını, çocuklarına süper sağlıklı yemekler yedirdiklerini, çocuklarının gelişimi için her türlü oyunu ve kitabı bildiklerini, kendi anneleriyle ve kocalarıyla harika ilişkileri olduğunu düşünüyordunuz ya da öyle okuyordunuz diyelim. Sonra dönüp kendi hayatınıza bakıyordunuz; çocuğa tek başına bakamıyordunuz, evi pislik götürüyordu, her akşam dışarıdan yemek siparişi veriyordunuz, gece yarıları çocuk için abuk sabuk çorbalar yapmaya çalışıyordunuz, pusetle dışarı çıktığınızdaki görüntünüz ürkütücü oluyordu (bir de yanında çocuğu olağanüstü bakımlı anneler bunalımı var), yürürken ruj sürmeye çalışıyordunuz ama o da durumu kurtarmıyordu. Annenizi anne olduktan sonra daha iyi anlayacağınıza, ona daha da sinir olmaya başlamıştınız, kocanızın her sabah insan gibi işe gitmesine sinir oluyordunuz, kimseye itiraf edemeseniz de çocuğunuzla oyun oynarken içinize fenalıklar basıyordu...Kısaca o annelerle kendinizi istemeden de olsa karşılaştırdığınızda kendinizi kötü hissediyordunuz ve düşünüyordunuz, "Evde yardımcısı ya da bakıcısı olmadan nasıl bu kadar şeyi yapabiliyor, bravo doğrusu" diye. 


Ve bir gün, satır aralarında ya da yazdıkları bir yazı sayesinde görüyordunuz ki....evde yatılı yardımcıları var, üstüne bir de oyun ablaları var, terapistleri var, paraları var, var var var var var. Yardımcılar sayesinde mükemmel olabildikleri keşfi rahatlatıcı olsa da, insan yine de sinir olmadan edemiyor. Mesela bizim de birkaç aydır, ablam sayesinde, her gün gelen bir yardımcımız var ama ben yine kendimi dağıtmış haldeyim. Yani tek başına yardımcı konsepti de değil bu anneleri harika yapan. Bilmiyorum nasıl böyle olduklarını ama sinir oluyorum, kıskanıyorum onları. Büyük olasılıkla problem onlarda değil bende ama bu sinir olma halimi engellemiyor.

Bir de bu kadınların çok güzel arkadaşlıkları var. Anladığım kadarıyla birçoğu twitter sayesinde, birbirini takip ederek tanışmış ve sonrasında gayet iyi arkadaş olmuş. Birbirlerine yardım ediyorlar, fikir veriyorlar, çoluk çocuk aktiviteler düzenliyorlar, pikniğe gidiyorlar, etkinlikler düzenliyorlar, beraber bir sürü şey yapıyorlar. Bense kendi arkadaşlarımla bile görüşemiyorum, görüştüğüm zaman ise görüştüğüme pişman oluyorum.

Yani ne twitter dünyasında ne de fiziki dünyada huzur ve arkadaş bulabiliyorum. 

Ben dostum uzaylı!






5 Mayıs 2013 Pazar

Hasta Haller

Garmin ve Tombi'nin ardından ben de hasta oldum. Hasta ve çocuklu olmak zor. Kıpırdayacak halin yok ama yine de çocuğunla ilgilenmek zorundasın. Koca kişisi ilgilensin diye de düşünülebilir ama o da - hesapta - hasta. Bir de üstüne erkeklerin hep ama hep uykuları var.

Ben: Günaydın Garmin, dün gece 7 saat deliksiz uyudun. İyi geldi di mi? 
Garmin: Yok ya, bıraksalar daha uyurdum. Yetmiyor.

Utanmaz Garmin, bir de bunu, hemen her gece 3-5 kere kalkan ve deliksiz uyku kavramını pratikte unutan bana söylüyor!

Bir şekilde Garmin'in Tombi'den daha çok uykuya ihtiyacı var. Bünye herhalde. Benimse tek isteğim 5-6 saat için bile olsa deliksiz ve derin uyuyabilmek. Gerçi Tombi, iyi huylu bir arkadaşımız, gece kalktığımda 2 saat uyanık bırakmıyor beni. Biraz su veriyorum, biraz pişpişliyorum, tamam. Şu anda da babası tarafından uyutulmuş kendisi, çok münasebetsiz bir saat maalesef. Bu saatte uyuyan Tombi, gün içinde bir daha ne zaman uyur? Ya hiç uyumaz ya da öyle bir saatte uyur ki gece uykusu riske girer. Ama Garmin'in umurunda mı? Kendisi az sonra duşunu almış, giyinmiş, parlamış bir vaziyette işe gider. 

Bense silmekten kızarmış burnum, akmış rimelim (benim neyime rimel), altı üstü birbirinden farklı pijamalarımla minimum öğlene kadar, yüzümü bile yıkamadan kalakalırım. Sabah bir yere gidiyor olmak insanı toparlıyor herhalde. Ya da ev yaşamının içinde olan kişinin, kişisel disiplini ve motivasyonu olacak. Kalkar kalkmaz duşa girecek, giyinecek vs. Tüh, keşke dün Hıdırellez'de kişisel disiplin de dileseydim. Seneye kaldı artık. Zaten dilek dilerken bana bir korku geliyor; 'Aman şunu dilemeyeyim, nankörlük olur. Bunu istersem, abartı olur.' Halbuki kişisel gelişim uzmanları, yaşam koçları ne diyor; 'İSTEYİN, İSTEMEYİ BİLİN.' Gelecek Hıdırellez'de daha cesur olmalıyım ve bunu unutmamalıyım.

Böyle işte, önce Tombi, sonra da Garmin'le iyileşelim. Ve bir de tüm Hıdırellez dileklerimiz kabul olsun!

2 Mayıs 2013 Perşembe

Sağlık İşleri

Kafamda sürekli ev fikirleri, nerede oturmanın daha mantıklı olacağı, kiralık evde oturmanın daha iyi fikir olduğu gibi düşünceler dolanırken, Tanrı ve Evren; "Al biz sana düşünmen, dertlenmen için gerçek bir konu verelim" dedi ve Tombi Çarşamba gecesi ateşlendi. 17 aylık Tombi, daha önce hiç ateşlenmediği için Garmin'le ilk önce ne yapacağımızı şaşırdık. Fakat dersimizi iyi çalışmış olduğumuz için hemen gerekli şeyleri yapıp (çocuğu soy, ateş düşürücü ver vb) ateşini düşürdük. 

Sabah kalkar kalkmaz da eve yakın bir doktora koştum. Muayene ve sonrasında ilaçları aldıktan sonra eve geldik fakat Tombi'nin ateşi düşmedi bir türlü. Ben de esas doktorlarımızdan, annemin tanıdığı olanı aradım, "Aaa o ilaçlar yetmez, şunu al," dedi. Onu da aldık, verdik. Tombi akşam 7 sularında yemek yiyemeden uyudu, ateşi hala yüksek tabi, saat 8'e doğru ben paniğe kapılmaya başladım, ateşi ilaca rağmen hala 38.5'tu. İşin kötü yanı, Garmin de işten gelememişti ve paniğime annemin fonda "Bu çocuğa noluyor, korkuyoruuuuuummmmm" temalı, son derece yapıcı cümlesi eşlik ediyordu. Annemi bağırıp çağırma yöntemiyle sindirdim ve tekrar doktoru aradım, meşguldü, 10 dakika sonra aradım, açmadı, bir yarım saat sonra aradım yine açmadı ve şu saate kadar da dönmedi. Allah'tan bu süreçte Tombi'nin ateşi düştü ve rahatladı. 

Tombi, "Selvi Boylum Al Yazmalım"ı incelerken


Bu sabah ateşi düşüktü ama bu sefer de öksürmeye başladığı için esas doktorlarımızdan, benim sevdiğim ve işini bilenden randevu aldım. Bakalım o ne diyecek? 

Bu süreçte sinir bozucu olan kime güveneceğini, inanacağını şaşırman. Tanıdık doktor olmasa, büyük olasılık Tombi dün gece ateşler içinde yanacaktı ve biz Acil'e gidecektik. Tanıdık doktor telefonunu açsaydı, bugün de o ilacı verip vermeyeceğimi öğrenebilecektim ve içim daha rahat olacaktı. Umarım bugünkü derdimize çare olur da, hem Tombi rahatlar hem de ben gereksiz ev düşüncelerime geri dönerimç


29 Nisan 2013 Pazartesi

Deneme

Görmemişin bilgisayarı olmuş ve bu bilgisayar sayesinde bir fotoğrafa şekil yapmış ve bu fotoğrafı kullanmak istemiş.


Şimdi bakınca çok hoşuma gitti. Yeni dünyanın saplantısı da bu herhalde fotoğraf çekmek.

28 Nisan 2013 Pazar

Ev

Belki yazmışımdır ama hatırlamadığım için tekrar yazıyorum; Mart'ın başında taşındık. Daha güzel, daha konforlu bir eve. Ama ben yine de eski evimizi fena halde özlüyorum. Daha önce bir evi bu kadar özlediğim olmamıştı. İşin kötü yanı, bizim eski eve Garmin'in bir iş arkadaşı ve karısı taşındı. Nasıl kıskanıyorum, nasıl sinir oluyorum ikisine anlatamam. Tanımadığım birileri taşınsa belki daha iyi olurdu, bilmiyorum. Bir de eski evin önünden arabayla geçmemizi gerektiren durumlar oluyor, o zaman iyice fena oluyorum. Bazı geceler, uyumadan önce eski evi düşünüyorum. İnsanlar sevgililerini filan düşünür, ben ev düşünüyorum. 

"Madem o kadar seviyordun o evi, ne halt etmeye taşındınız?" diye soracak olursanız, "Olaylar tamamen benim dışımda gelişti." diyebilirim. Şöyle ki, eski eve nefret ettiğim bir evden, yıllar süren mücadelenin sonunda taşındık, Garmin yaklaşık 4 yıl boyunca taşınmak istemedi. Nefret ettiğim evde, üst kat komşuların gürültüsünden ve ulaşım probleminden çıldırma noktasına geldiğim işin, taşınırken iki kriterim vardı; ev en üst kat olacak ve merkezi olacaktı. İkinci baktığımız evde aradığım kriterleri fazlasıyla yakaladım ve bir ay içinde taşındık. Allah'ım nasıl da mutluydum, üstümde tepinen kimse yoktu, en sevdiğim yerlere 10 dakikada yürüyerek gidiyordum. Birkaç ay sonra evin ilk problemi kendini gösterdi; ev çok sıcak oluyordu, banyodan çıkıyordunuz ve terlemeye başlıyordunuz, klima filan da bayıyordu bir süre sonra. Neyse yaz dediğin 3-4 ay, kafamız rahat diyerek evimizi sevmeye devam ettik. Sonra kış geldi, ev pek iyi ısınmıyordu merkezi sistem nedeniyle, onu da boşverdik, evi çok seviyorduk, sonra üçüncü kış tavanda rutubet izleri oluştu, ev bir garip kokmaya başladı, evi hala çok seviyorduk, ve annem o esnada devreye girdi, yazlık satılmıştı, bir miktar para daha vardı, kredi çekip bir ev alınmalıydı, nereye kadar kirada oturacaktık, bu evde çürüyüp gidecektik. Bizim olmayan bir parayla bizim oturmamız için ev alınacaktı, ne olduğunu tam kavrayamadan kendimizi ev bakarken bulduk. Şu anki evi de ben buldum aslında, sevdim de ama yürüyüş mesafesinin uzunluğunu, üst kat komşuları geçmiş tecrübelerime rağmen çok da takmadım. Güzel, sevimli bir evdi, kısmetimizde de varmış, annem ve ablamın girişimleriyle ev alındı. Ve taşındık...

Taşındıktan sonra anladım ki ben üst katta biri hafifçe yürüse bile sinir oluyorum, eski gürültülü günler aklıma geliyor, neyime benim ara kat? Çok yeni, çok düzgün yerleri çok da sevmiyorum, eski binalar, eski mahalleler ise çok hoşuma gidiyor. Yürüyerek gitmek istediğim yere ulaşmam hayati öneme sahip çünkü araba kullanamıyorum. Ve şimdi bir de bebek arabası olduğu için işin içinde uzun mesafe yürümek bayağı bir yorucu oluyor. Yani aklım neredeydi bu ev işi ortaya çıktığında bilmiyorum. Bir de tabi annemle ablamın kiracısı olmak gibi bir durumumuz var. Birşey dedikleri yok ama hissediyorsun onlara bağımlı olduğunu. Eskiden ise veriyorduk kiramızı, takılıyorduk işte. Ne bileyim, tabi şükretmek lazım, güzel bir yerde oturuyoruz diye ve çok takmamak lazım ama işte olmuyor.

Şu sıralar nefret ettiğim evde oturduğumuz dönemdeki gibi sürekli evleri inceliyorum yürürken. Ve düşünüyorum, "Bir gün şuraya ya da buraya taşınabilir miyiz?" diye. Ama pek umut görmüyorum, o kadar ev alınmış, ne diyeceğim, "Ben bu evi sevmiyorum, taşınmak istiyoruz" mu? Yok olmaz, nankör olurum sonra. Aslında bu işin tek çaresi var, benim kendi paramı kazanmam  (yıllardır sayıklıyorum bunu ama bir halt olmuyor,) ve istediğim yere taşınmamız...

Neyse hayırlısı diyelim, zaten diyebileceğim ve yapabileceğim başka birşey yok. Güle  güle oturalım.

28 Mart 2013 Perşembe

Aynı Nakarat

Tombi annem tarafından uyutuldu. Annem mutfakta irmik tatlısı yapıyor.Temizlikçi abla, evin derinliklerinde, ne halt ediyor bilmiyorum. Görev insanı, birşeyler yapmadan ve birilerine birşeyler yaptırmadan duramayan annem şu an evde olmasaydı, kanepeye serilmiş, pek bir beğenerek okuduğum "Koleksiyoncu"yu okuyor olurdum, şu an. Fakat elime kitap aldığım anda kendisi,

- Bu resimleri niye çakmıyorsunuz?
- Alt bezlerini yerleştirsen ya...
- Kalk da şu balkonu topla Ş. ile
- Aynayı bence şuraya takın vb manasız cümlelere başlıyor. Ben de en iyi savunma aleti olarak bilgisayarı aldım elime. Gerçi benim durumumda bilgisayar da bir anlam ifade etmiyor; yılların işsiz güçsüzü bilgisayarda ne yapıyor olabilir ki? Yine boş bir iş yaptığımı düşünüyordur kesin ama en azından "Ödeme yapıyorum" filan diyebilirim.

Bu sabah Tombi'yi oyalamak adına dolabın derinliklerinden bir çanta çıkardım ve çantanın içinden de iki defter çıktı. Yine saçma sapan günlük yazmışım, beş on sayfa. Tombi yerde oyalanırken, ben de ne yazmışım diye okumaya başladım. Mevzu hep annem ve ona nasıl da sinir olduğum, tabi bir de işsizlik ve parasızlık. Yaşımı bilmeyen birisi okusa yazdıklarımı, en fazla 18 yaşında üniversite sınavına hazırlanan bir lise öğrencisi olduğumu düşünür. Rezillik yani. Çocuk sahibi, koca kadın olmuşum hala "Annem şöyle, annem böyle. Keşke başka bir gezegende yaşasa. Annemden nasıl kurtulurum. Neden benim annem?" diye yazıyorum ve bir de "Allah'ım ne olur para kazanmam için bana bir yol göster," diye tekrarlayıp duruyorum. Vallahi çok üzüldüm kendime. Üzülüyorum ama bir çıkış yolu da bulamıyorum. Günde ortalama 6-7 saat annemle beraberiz, Tombi'ye bakmama yardım ediyor, güya. Gelmese yoruluyorum ve beziyorum. Gelse varlığına sinir oluyorum. Ne biçim iş bu ya? Annemle çok iyi anlaşsak ne olurdu yani? Ya da daha iyisi, Garmin, Tombi, ben ve sevdiğim birkaç kişi Londra'nın merkezinde yaşıyor olsaydık. Ne olurdu yani? Hadi annemden hazzetmiyorum, bari şöyle harika bir işim olsaydı, çok para kazandığım? Böylelikle Garmin'e, anneme ve ablama maddi olarak bağımlı olmasaydım? Ve her işime burunlarını sokmasalardı, böylelikle?

Nedir yani benim bu durumum, bu ezikliğim, gerçekten çok üzülüyorum kendime. Bir de üstüne çaktırmamaya çalışıyorum durumumu ya, en zoru da o. Neyse, yazınca da birşey değişmiyor. Ben en iyisi dua seçeneğini deneyeyim tekrar.

26 Mart 2013 Salı

Yazmak İstiyorum

Günlerdir canım bloğuma yazmak istiyor. Ama bir taraftan da 'niye bloga yazmak istiyorum, oturup bir deftere yazsam da olur' diye düşünüyorum. Fakat deftere yazmıyorum çünkü sonra hangi deftere ne yazdığımı unutuyorum ve yazdıklarımın bir manası olmuyor. ( buraya yazınca bir manası oluyor mu peki? Aslında evet, en azından yazılanlar birarada duruyor.)

Yazmak istiyorum fakat bir taraftan teknik yetersizlikler de peşimi bırakmıyor. Evdeki NetBook pek bir ağırkanlı ve benim hayallerimdeki bilgisayara hiç mi hiç benzemiyor ve şevkimi kırıyor. Hayallerimdeki bilgisayara kavuşursam her gün yazar mıyım acaba? Sanmıyorum.

Neticede yazıyorum işte. Hem bekliyorum hem kahvemi içiyorum hem de yazıyorum. Aslında her gün yazmak istiyorum, belki yazarım da. Bir de yazmayı deneyim. Yazmayınca birşey olmuyor, belki yazınca olur.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Çelişkiler Yumağı Olarak Ben

Zayıf olmak, süper görünmek istiyorum, gidip kavanoz kavanoz Nutella, avuç avuç çikolatalı draje yiyorum.

Spora yazılıyorum, spora gidiyorum diye koca çantayla evden çıkıp, bir Kafe'ye çöreklenip sigara içiyorum.

Süper bir anne olmak istiyorum, sürekli evden kaçıyorum.

Çalışmıyorum bari yemek yapayım diyorum, bir makarna bile pişirmiyorum.

Güzel görüneyim diyorum, abuk sabuk işlerle uğraşmaktan bir ruj bile sürmüyorum.

Saçlarım uzunken çok güzel ama sürekli kestiriyorum.

Param yok ama diyetisyenlere paralar döküyorum.