21 Haziran 2011 Salı

Yes Man!

Bu aralar filmlerden yana şansım iyi gidiyor. Bugün de "Yes Man"i izledim, eğlenceliydi, iyi geldi.



İlginç bir şekilde bugün çabuk geçiyor. Annemin evinde temizlik faaliyetleri olduğu için belki de. Bir gürültü patırtı, faaliyet derken annem benle pek ilgilenmiyor. Bu da bana iyi geliyor. Bir de evde annem dışında birinin olması da eğlenceli tabi.

Haziran sonunda Garmin'in patronu geliyormuş. Sinir oldum çünkü akşamları eğlendirilmek isteyecek kendileri ve bu da demek oluyor ki ben daha uzun saatler annemle takılacağım ve annem "Garmin de senle hiç ilgilenmiyor, insan biraz erken gelmeye çalışır vs." diyerek beynimi uyuşturup, sinirlerimi alevlendirecek. Gelmese olmaz mı şu patron! Zaten son dönemde Garmin'in çalışma arkadaşlarına ziyadesiyle sinir olmaya başladım. Sebep sormayın, sinir oluyorum işte. Güzel birşey aslında insanın iş arkadaşlarının olması. Çalışmayınca insanın kendisine ait, gizemli bir dünyası ve gizemli iş arkadaşları olamıyor. Ben mesela Garmin'in birlikte çalıştığı kadınlardan birine, iki üç kere görmüş olmam rağmen kılım. Çok kanka, çok iyi, çok soylu, çok boylu, çok çalışkan, çok iyi kalpli, çok becerikli, çok nazik, çok akıllı bir kadın Garmin'e göre. Eee ben de haliyle, çaktırmamaya çalışsam da kıskanıyorum ve sinir oluyorum. Bu da en doğal hakkım değil mi? Şimdi ben de çalışsaydım ve iş dönüşü, "Yaaa bizim şirkete Ayhan diye bir çocuk başladı, birlikte bir proje yapacağız, nasıl beyefendi, nasıl zeki, nasıl hoş, nasıl kibar bir çocuk anlatamam. Sabahları işe gelirken de bana kahve ve çiçek şeklinde kurabiyeler alıyor. Hiç bu kadar iyi bir arkadaşım olmamıştı yaaa," desem Garmin de benim gibi sinir olmaz mı? Bana kalırsa olur...

Böyle işte, şu sıralar Garmin'e ve çalışma arkadaşlarına takmış durumdayım. Takmamak, aklıma fikrime sahip olmak için elimden geleni yapıyorum ama olmuyor. Neyse yapacak bir şey yok aslında, keyfime bakmalıyım, saçmalamamalıyım, evrene olumlu sinyaller göndermeli, her düşündüğüme dikkat etmeli ve en kısa zamanda tüm kişisel gelişim kitaplarını, annemini evinin arka bahçesinde biraraya toplayıp yakmalı ve etrafında hoplaya zıplaya dansetmeliyim.

17 Haziran 2011 Cuma

İki Film Birden

Uzun zamandır doğru düzgün yürümediğim için annemle yaptığım on metrelik yürüyüş, beni fena halde yordu. Şu an kendimi maraton koşmuş gibi hissediyorum. Ama olsun minik adımlarla olsa da yürümek ve dışarıda birşeyler yemek keyifliydi. Haftada bir gün, Pazar günü kahvaltısı hariç, öğle yemeğini dışarıda yemeye karar verdik. Zaten birkaç haftaya tamamen iyi olacağım.

Bugün sabahtan kitap okumaya çalıştım fakat elimde yine saçma sapan bir kitap var. O nedenle de fazla okuyamayıp, hadi bugün de film izleyeyim bari, diyerek bilgisayarıma bir zamanlar indirdiğim filmlere şöyle bir göz attım. İlk olarak adı hoşuma gittiği için "The Rabbit Hole"u izledim. Üzücü ve sinir bozucuydu bana göre, yani bana iyi gelmedi. Sanırım bana iyi gelmemesi, benim Don Kişotvari bir okur ve izleyici olmamdan kaynaklanıyor. Yani çok etkisinde kalıyorum olan bitenin, sanki kahramanların yaşadıkları benim başıma gelmiş ve haliyle de yıpranıyorum bu durumda. Filmde Nicole Kidman, Becca karakteriyle başrolde. Kendisi, bana kalırsa, inanılmaz değişmiş. Bir süre tanıyamadım ve hatta kendi kendime şöyle dedim; ya gözüm ısırıyor bu kadını bir yerden ama...Sanki Nicole Kidman'ın dudakları daha kalın bir ablası varmış da, bu filmde o rol almış gibi...



Sonrasında Ian McEwan'ın "Atonement" adlı romanından uyarlanan bir film seyrettim. Bu da üzücü, hüzünlü bir filmdi ama kurgu olarak çok hoşuma gitti. Belki de başrolde yazan bir karakter olmasından ve fondaki daktilo tıkırtılarından kaynaklanan bir hoşlanma bu. Değişik, hoş bir filmdi ve "The Rabbit Hole"da olduğu kadar sinirlerim bozulmadı. İyi ki izlemişim diyorum şu an.

Üçüncü bir film daha izleyemeyeceğim için de şu an sıkıcı, manasız kitabıma mahkumum. Aslında hata bende, yani neden ısrarla gidip kişisel gelişim kitapları alıyorum, ne umuyorum, manyak mıyım neyim? Ayrıca beceremiyorum zaten o kitaplarda bahsedilen teknikleri, neyse bu kitap kesin olarak son.

16 Haziran 2011 Perşembe

"Karneni Göster, Kitabını Al"

Sabahleyin boş gözlerle kanallar arasında gezinirken, karşıma bir reklam çıkıverdi; reklamdaki herkes alçak sesle, hatta fısıltıyla konuşuyordu. Simitçi, fısıldayarak simidini satıyordu, gol sevinci yaşayan taraftar sessiz sedasız zıplayıp, gülüyordu. Yıllardır sessizliğin peşinde koşan ve gürültüden hiç mi hiç hoşlanmayan şahsımın gözleri parladı tabi bu görüntüler karşısında, sanki reklam benim için yapılmıştı. Herkes de bir sessiz olma gayreti vardı ve ben de bu sessiz insanlar neredeyse oraya gitmek istiyordum.



Ve bu sessiz reklam sonunda da harika bir yere bağlandı; reklamdaki tüm insanlar çocuklar rahat rahat kitaplarını okusun diye çıt çıkartmıyorlardı. Şahaneydi, etrafta tatlı bir sessizlik ve çocuklar İş Bankası Kültür Yayınları'nın onlara karne hediyesi olarak verdikleri kitapları okuyorlar. Sonra aklıma bizim yazlıktaki çocuklar geldi, acaba onlar da izliyorlar mıydı bu reklamı? İzliyorlarsa sessiz sedasız kitap okuyan çocuklar için ne düşünüyorlardı? Ve canları kitap okumak istemiş miydi? Acaba bu yaz, sabahtan geceyarısına kadar çığlık çığlığa bağırmak yerine, kitap okumak isterler miydi? Onlara sormak lazım ama ben onlara söz veriyorum, eğer canları kitap okumak isterse, söz veriyorum, ben çıtımı çıkartmayacağım.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Kişisel Bakım

İnsan evde olunca, ya evde birlikte olduğu kişiye ya da kendisine kafayı takıyor. Mesela annemin her hareketine, her giysisine bir yorum getiriyorum ve kendisini zaman zaman çıldırtıyorum. "Anne bence gözlüğünün camını sil. Sence de çok yemiyor musun? Niye öyle dedin? Biraz olumlu olsan. Oje sürsene. Kaşlarını neden çattın? vs vs" Fakat annem benim saçmalarıma alışıp, cevap vermemeye başlayınca ben de anneme takmamaya başladım, ya da şöyle diyeyim; dozu azalttım. Hal böyle olunca da kendime takmaya başladım; cildime, saçıma, vücuduma, tırnaklarıma, kaşıma kısaca herşeye... Giyinirken, banyo yaparken sürekli kendi kendime bir söylenme hali; "Ya her tarafım sivilce oldu, ne yapsam geçmiyor!!!!!!!!!! Şu saçlara bakkk, çalı gibi! Tırnaklarım amma yamuk ya. Kaşlarım ne zaman bu hale gedi?"



Limonatamı kendime kaldırıyorum:)

Birşeyleri toparlamaya çalışıyorum ama kişisel gelişim konusunda olduğu gibi kişisel bakım konusunda da epey beceriksizim. Ne kendi kendime tırnaklarımı törpüleyebiliyorum, ne saçımı şöyle havalı bir şekle sokabiliyorum, ne de kaşımı alabiliyorum. Eee kuaföre de gidemiyorum, o zaman kuaförü eve çağırayım dedim. Annem de artık benden bezmiş olduğu için "Eee iyi çağıralım," dedi ve ilk adım olarak manikürcüyü çağırayım karar verdim. 4-5 aydır gittiğim  kuaförü aradım ve manikürcüye "Ben evden çıkamıyorum, siz gelseniz olur mu?" diye sordum. Direkt reddedildim, çıkamazmış dükkandan. Tabi yıkıldım bunu duyunca çünkü takmıştım bir kere. Kafayı üşütmemden endişelenen annem, hemen olaya müdahale etti; koşarak evden çıktı, 15 dakika sonra beni aradığında kendi kuaförünün manikürcüsüyle yolda olduklarını söyledi. Nasıl sevindimmm ve gelen manikürcü öyle tatlıydı ki, hem manikür hem pedikür hem kaş, üzerine de çay keyfiyle harika vakit geçirdim ve kendimle bir miktar barıştımmm. Şu an hem yazıyorum, hem durup durup tırnaklarıma bakıyorum.

Şimdi ise isırada, cilt ve saç meseleleri var. Manikür pediküre göre bunları çözümlemem, kısa vadede zor gözüküyor gerçi. Neticede cilt doktorumu eve çağıramam ve zaten pek de uzun olmayan saçlarıma yeni bir şekil verdiremem. Ama içimde bir hafiflik var nedense bu iki konuyla ilgili. Sanki cildimdeki pütürler ve sivilceler kendiliğinden geçecek ve saçlarım da birdenbire daha kolay şekil almaya başlayacak. Öyle hissediyorum ve an itibariyle kendimle barışmaya ve kendime iyi davranmaya karar veriyorummm.

14 Haziran 2011 Salı

Mışıl Mışıl...

Son dönemde uykuma bir haller oldu. Saat kaçta yatarsam yatayım sabah 5 civarı, sanki saatlerdir uyuyormuşcasına uyanıyorum. Normal şartlarda, istesem de kalkamayacağım bir saat, hani ancak saat kurarak filan belki...

İşe gittiğim, okula gittiğim dönemlerde ne kadar iyi olurdu halbuki geceyarısı yatıp sabah 5'te kalkmak. Şimdi ise hiç gerek yok sabahın köründe kalkmama hatta şöyle öğlene kadar uyusam şahane olur ama yok uyku kaçtı gitti elimden. Gerçi hiçbir zaman öğlene kadar uyumuşluğum yoktur ama en azından 9'a kadar uyusam iyi olur.



Tabi sabah 5'te kalkınca öğleden sonra üzerime bir fenalaşma hali geliyor fakat o zaman da uyumam pek mümkün olmuyor; ya telefon çalıyor, ya annem uyuduğumu fark etmeyip sesleniyor, ya da gündüz hayatından illa bir ses geliyor ve ben uyuyup uyandıkça iyice aptallaşıyorum.

Zaman zaman acaba sabah 5'te kalkıp yapmam gereken fakat benim henüz fark edemediğim birşey mi var diye düşünüyorum? Mesela sabah herkes mışıl mışıl uyurken sadece köpekler havlar kuşlar öterken, roman yazmam isteniyor olabilir mi? Gerçi şu sıralar o kadar vaktim var ki, istesem -ahhh o azim, o ilham bir gelse- tüm gün roman yazabilirim. Demek ki benden istenen bu değil. Ya da kitap okumam mı isteniyor desem, yine mantıksız çünkü bütün gün kitap okuyorum. Kalkıp yürüyüşe mi çıkmalıyım o saatte acaba diye düşünüyorum? Gönül ister tabi ama evden çıkamıyorum ki... Bilemedim, yani beni neyin ve neden o saatte ayağa diktiğini. Çok manasız ve sıkıcı bir durum.

Annemin uyku düzeni de benden beter ve bu nedenle artık sabahları  birbirimize ciddi ciddi uyku hikayelerimizi anlatıyoruz, gerçi annem yıllardır anlatır nasıl uyuyamadığını ve biz de Garmin'le çaktırmadan eğleniriz kendisiyle (Gülme komşuna gelir başına). Fakat annemin uyku problemi farklı, o geceleri bir türlü uyuyamıyor, ben ise sabahları. Neyse, umuyorum bu az uykuyla yaşayabilme durumum önümüzdeki aylarda da devam eder de, hareketli yaşamıma geri döndüğüm zaman her günümü dolu dolu yaşarım!

13 Haziran 2011 Pazartesi

TEŞEKKÜR

KİTAP ÖNERİLERİNİZE, TEŞEKKÜR ETMEK KONUSUNDA ÇOK GEÇ KALDIM. MAALESEF BİLGİSAYARIMLA ARAMIZA DAĞLAR GİRMİŞTİ. O NEDENLE, ŞİMDİ ÇOOOOOOOOOKKK TEŞEKKÜR EDERİM.

VE NEDEN YORUM KISMINDAN DEĞİL DE BURADAN TEŞEKKÜR ETTİĞİME GELİNCE; ANLAYAMADIĞIM BİR NEDENLE BİR TÜRLÜ YAZDIĞIM YORUM GİTMİYOR, GARİP ŞEYLER OLUYOR, NEREDEYSE YARIM SAAT UĞRAŞTIM VE BAKTIM OLMUYOR, BU YOLLA TEŞEKKÜR EDEYİM DEDİM. TABİ BU SATIRLARI YAZARKEN ŞUNU DÜŞÜNMEDEN DE EDEMİYORUM, ŞİMDİ BEN BU ŞEKİLDE TEŞEKKÜR EDECEĞİM VE SAYFAYA DÖNDÜĞÜMDE BİR BAKACAĞIM, ASLINDA YORUM KISMINDA YAZDIĞIM YAYINLANMIŞ:) OLSUN ÇOK ÇOK TEŞEKKÜR ETMİŞ OLURUM BEN DE...

HERKESE İYİ OKUMALAR!

10 Haziran 2011 Cuma

Yağ Yağ Yağmuuuuuur

Püfür püfür esen rüzgar hayalim, Alaçatı'da olmasa bile annemin balkonunda gerçek oldu. Yaşasın! Hava bugün serin, hatta uzaktan gökgürültüsü sesleri geliyor ve meteoroloji yağmur yağacağını bildiriyor. Değmeyin keyfime! Tam evde oturup kitap okuma havası, yani benim için ideal bir hava.



Hala Marilyn Monroe'nun biyografisini okuyorum. Son 50 sayfam kaldı. Onu bitirir bitirmez de Leylak Dalı'nın önerisi paralelinde "Marilyn Venüs'ün Son Gecesi" adlı Nazlı Eray romanına geçeceğim. Arka arkaya okuyacak olmam iyi oldu diye düşünüyorum. Ve herşeyden önemlisi Marilyn Monroe biyografisini okumam iyi oldu çünkü kendisinin ziyadesiyle enteresan bir hayatı var. Yani "Hayatımı anlatsam roman olur, film olur, trajedi olur," diyebilecek bir isim Marilyn Monroe. Bir de sözkonusu biyografiyi okurken, bir taraftan da, meraktan "Ölüm Pornosu"nu okudum ve onun sonlarında da karşıma Marilyn Monroe çıktı. Kitaplar arası bir tesadüf işte; "Zelda Zonki sarışın seks tanrıçası Marilyn Monroe'nun olmak istediği kişiydi. (Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk)

Kitaplarla ve okumayla aram iyi, çok şükür, bu hafta. Gerçi Nazlı Eray'dan sonra ne okuyacağım meçhul. Belki "Acı Çikolata"yı okurum diye düşünüyorum, şu an bilemedim. Var mı önerisi olan?

9 Haziran 2011 Perşembe

Çekim Yasası Uygulamaları

Şu an, Alaçatı'da, denize nazır bir taş evin, geniş ve tabii gölge balkonunda, püfür püfür esen rüzgara karşı, limonatamı yudumlamak istiyorum. Acaba çekim yasasıyla bu hayali kendime hemen, an itibariyle çekebilir miyim? Hemen ya da en azından yaz süresince çekemeyeceksem, o halde çekim yasası neye yarar? Zaten o kadar çekim yasası, kuantum kitabı okudum bana mısın demedi.

Kitaplardaki uygulamaları da elimden geldiğince yapmaya çalıştım aslında; mesela aylar boyu hatta şöyle diyeyim geride bıraktığımız neredeyse bir yıllık süreçte, sıklıkla "Hayalimdeki işe kavuşuyorum, ilk romanımı yazıyorum..." benzeri cümleleri tekrarladım durdum ayna karşısında, bunun yanısıra bol bol hayal kurdum, istediğim hayatı gözümde canlandırdım, huzurlu ve mutlu bir şekilde roman yazarken gözümün önüne getirdim kendimi, renkli kartonlara hayallerimle ilgili resimler yapıştırdım hiç unutmayayım, ihmal etmeyeyim diye ama... Yok bende işlemedi çekim yasası, nedendir bilinmez.



Ancak bende işlemiyor olması başkalarında da işlemediği anlamına gelmiyor, söyleyeyim. Mesela çok yakın bir arkadaşım var ve o da benle aynı kitapları, neredeyse aynı dönemde okudu. Çalıştığı için de uygulama konusunda, benden daha tembeldi. Fakat ne oldu? Onun hayatında, o hiç çaba sarf etmeden, sürpriz ve şahane gelişmeler ortaya çıkmaya başladı. Mesela, bir hafta sonu beni aradı ve işinden artık çok bunaldığını, iyi para kazanıyor olsa bile artık daha az vaktini alan birşeyler yapmak istediğini, çocuğuyla daha fazla zaman  geçirmeyi planladığını söyledi, ne iş yapabileceğini tartıştık birlikte ama ben kendime adam gibi bir iş bulamazken pek yardımcı olamadım kendisine tabi. Ayrıca bana göre; çok para kazandığı ve rahat olduğu bir işi vardı. Salı akşamı arkadaşım tekrar aradı ve ilk cümlesi "Olanlara inanamazsın!" oldu, meğer Pazartesi günü, eski bir arkadaşı, kuracağı şirkete emek ortağı olur mu diye sormak için aramış ve bu işte evden çalışması da yeterliymiş yani çocuğuyla da rahat rahat ilgilenebilirmiş. Çok sevinmişti, tabi ben de sevindim ve şöyle dedi bana arkadaşım, "Bak , gerçekten olumlu düşünmek, hayal etmek işe yarıyor!" Evet, onda yarıyordu işe kesinlikle fakat benim sesimi duyan, zihnimi gören, hayallerimi gerçeğe dönüştürmek isteyen yoktu maalesef.

Ben de bunun üzerine olayları akışına bırakmaya karar verdim; fazla düşünmeyip, fazla hayal kurmuyorum, sadece başıma iyi şeylerin gelmesini diliyorum çünkü öbür türlü beklentiye giriyorum ve sonra da hayal kırıklığına uğruyorum. Hem belki de benim çalışmamam gerekiyor, kim bilir? Aslında, çalışmamak bana uyar da, etraftakilere uymuyor, neticede para kazanmak, aile bütçesine katkıda bulunmak lazım. Hem Garmin'in günahı ne? Eminim o da evde oturup, keyfine bakmak ister. Belki de Alaçatı'da püfür püfür rüzgar hayalimi bir kenara bırakıp, gelecekte yapacağım işle ilgili yeniden çekim yasasını uygulamaya başlamalıyımmm.

8 Haziran 2011 Çarşamba

İstanbul'da Yaz, "Selanik'te Sonbahar"

Sıcaklar, bana kalırsa kendini fena halde hissettirmeye başladı. Gerçi evden çıktığım yok ama annemin dışarıdan, eve her dönüşündeki sıcaktan fenalaşmış hali, beni de fenalaştırıyor. Galiba ailecek sıcağı sevmiyoruz. Mevsimleri düzenleyen güçlerden çok rica ediyorum, İstanbul'da yazın hava sıcaklıkları en fazla 25 derece olsun, benim olsun. Şöyle 40 derecede bile terlemeyen, üstü başı kırışmayan, kalıp gibi durabilen bir kadın olsam takmayacağım belki sıcakları ama ben 26 derecede bile duş alıp sokağa çıktığımın beşinci dakikasında, bir saattir koşan bir insan formatına bürünüyorum. Neticede İstanbul'da yaz, "peki Selanik'te sonbahar nasıl geçiyor?" diye soracak olursanız, ona da cevabım hazır, pek iyi geçmiyor.

Daha önce de söylemiştim, Tuna Kiremitçi'nin son romanı "Selanik'te Sonbahar"ı birkaç gün önce bitirdim ve pek beğenmedim. Aslında, yeni yayınlanmış, yazarı hayatta olan ve ana dilimde yazılmış bir romanla ilgili yazmak beni rahatsız eden bir durum. Örneğin vefat etmiş, yabancı bir yazarın romanı sözkonusu olsa daha rahat yazardım diye düşünüyorum, bilemedim. Ama yazacağım bu sefer çünkü zihnimde sürekli romanla ilgili kendi kendime konuşuyorum. Bu noktada da, en iyisi zihnimden çıkarıp atmak...


Evet başlıyorum; daha önce Tuna Kiremitçi'nin ilk romanını okumuştum ve beğenmemiştim, bana çok sıradan gelmişti. Sonra da kendisinin başka hiçbir romanını okumadım. "Selanik'te Sonbahar" ise gazetelerde hakkında çıkan mini yorumlar ve röportajlar nedeniyle ilgimi çekti. Kitabın ana ekseni "Atatürk, bir suikast nedeniyle 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasaydı ne olurdu?" sorusunun cevabı gibi gözüküyordu. Bence çok ilgi çekici bir soru ve cevabının, yani bu noktada romanın da ilgi çekici olmasını beklemek de son derece doğaldı. Ve tabi benim romanı satın almam da doğaldı. Nitekim romanda, suikast, Atatürk'ün Samsun'a çıkamaması, geride bıraktığı mektuplar, Cumhuriyet'in ilan edilmemiş olması yer buluyor ama çok sınırlı, çok uzak bir yer. Ana eksende bir kadının ve bir erkeğin, bir adada kesişen, bence, son derece klişe ve anlamsız hikayeleri yer alıyor. Sayfalar ilerliyor, kadının, erkeğin, adanın hikayelerini öğreniyoruz ve düşünmeden de edemiyoruz, "Tamam da cumhuriyetin ilan edilmediği, saltanatın hüküm sürdüğü, kısaca Atatürk'ün suikast nedeniyle Samsun'a çıkamadığı bu ülkede hayatın ritmi, akışı nasıl?" ve "Atatürk olduğunu tahmin ettiğimiz paşanın mektuplarını okuduktan sonra, neler olacak, yeni bir ayaklanma, yeni bir oluşum mu? Ne?" Fakat tüm bu sorular cevapsız bırakılıyor, ya da şöyle diyeyim, kadın, erkek, ada, suikast kaynaşmıyor, kaynaşamıyor birbirine.

Romanın dili de bana çok ilginç geldi. Kendimi nedense başka bir dilden Türkçe'ye çevrilmiş bir roman okur gibi hissettim, anlamlandıramadım bu durumu, belki de bende bir gariplik var, bilemiyorum.

Ve son olarak bir kez daha tüm sanat yapıtlarıyla, özellikle romanlarla ilgili kafamdaki düşünceyi bir kez daha teyit etmiş oldum. Şöyle ki, mühim olan, çok enteresan bir konu bulmak değil, mühim olan nasıl anlattığın, nasıl ifade ettiğin. Öyle romanlar var ki, dünyanın en sıradan mevzusunu şahane, akıl almaz bir şekilde anlatıyor ama öyle romanlar da var ki çok enteresan bir konuyu çok yavan bir şekilde anlatıyor, hatta bazen anlatamıyor...

Özet olarak, ben sevmedim "Selanik'te Sonbaharı"... Ve yoluma, şu sıralar Marilyn biyografisiyle devam ediyorum.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Kısa Kısa

Fazla hareket etmemem gerekmesine rağmen  sadece Pazar günleri Garmin, annem ve ben arabayla eve çok yakın bir yere kahvaltıya gidiyoruz. Hem güzel bir kahvaltı etmiş oluyoruz hem de ben, annem ve Garmin dışında başka insan yüzleri görmüş oluyorum. Bu hafta Köfteci Rasim'i denemeye karar verdik. Bir köftecide kahvaltı etme fikri ilk başta bana çok itici geldi ama sonrasında "iyi ki denemişiz," dedim. Kahvaltısı, aslında klasik bir kahvaltı; peynir, zeytin, domates, salatalık, bal, reçel, kaymak, tereyağ şeklinde. Peynirleri, bana göre çok lezzetli. Nereden aldıklarını soracaktım ama unuttum. Ancak bana göre Köfteci Rasim'deki kahvaltının en müthiş yanı mıhlaması. Lezzeti kelimelerle anlatılmaz. Öyle ki kahvaltıdan sonra bütün gün ve hatta bugün bile mıhlama yemek istedim. Şu an getirsinler önüme, bir tavayı oturur tek başıma yerim. Uzun lafın kısası, Köfteci Rasim'e sadece mıhlama yemek için bile gidilir, bana göre. Bu tavsiyemin ardından bir gurme olmadığımın notunu da düşmeliyim :)


Fotoğraf http://www.izafet.com/ adresinden alınmıştır.

Mıhlama dışında bu hafta sonu, beni mutlu eden bir diğer şey de iki kitap birden bitirmem oldu. İlki, Tuna Kiremitçi'nin son romanı "Selanik'te Sonbahar". Açık konuşmak gerekirse hiç beğenmedim ki romanlar konusundaki zevkime yemek zevkime kıyasla daha fazla güvenirim. Romanın son sayfalarını, O kadar para verdik, hadi bunu da bir kenara fırlatmayayım, diye okurken, son dönem lanetimi yenemediğimi düşünüyordum. Ancak aynı gün akşam saatlerinde elime, mutlu, tatlı, şanslı bir tesadüf sonucu Seray Şahiner'in son kitabı "Hanımların Dikkatine"yi aldığımda, lanetin çözüldüğünü hissettim çünkü kitabı elimden bırakmak istemedim. Tek kelimeyle şahane! Buradan Seray Şahiner'e en içten teşekkürlerimi iletiyorum. Bu arada kendisini fena halde kıskanmadan da edemedim; 1984 doğumlu ve iki tane öykü kitabı yazmış... Gerçekten tebrik ediyorum. Ne diyeyim darısı, en kısa zamanda, benim başıma!

Bugün ise "Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı" adlı bir kitaba başladım, çeviri bir kitap ve dili bir garip ama içerisindeki Marilyn fotoğrafları için bile alınabilir diye düşünüyorum ve her türlü bu kitabı bitireceğime inanabilirsiniz çünkü Marilyn'in hayatını şiddetle merak ediyorum. Gerçi bugün çok fazla okuyamadım. Annemin çok yakın bir arkadaşı ve kuzenim uğradılar. Onlarla sohbet muhabbet derken, gün geçiverdi. İyi geldi bana da. Şu anda da Garmin'i bekliyorum heyecanla çünkü kendisinden Seray Şahiner'in ilk öykü kitabı "Gelin Başı"nı istedim. Umarım bulmuştur.

Ayrıca birkaç kitap keşfi daha yaptım internetten bugün yani önümüzdeki günlerde keyifli okumalar beni bekliyormuş gibi hissediyorum. Ve herkese iyi okumalar diliyorum!

4 Haziran 2011 Cumartesi

Sıcak!

Genelde şöyle bir inanış vardır; yazın doğanlar yazı, kışın doğanlar ise kışı sever. Ancak bu inanış ben de pek işlemiyor çünkü yazın doğmama rağmen yazdan pek hazzetmiyorum. Evet incecik elbiselerle, şıpır şıpır terliklerle gezmeyi, yüzmeyi pek bir seviyorum ama kan ter içinde kalmayı, güneşten kavrulmayı, duş alır almaz terlemeye başlamayı, gölge yer peşinde koşmayı hiç ama hiç sevmiyorum. Bana kalırsa hava sıcaklığı en fazla 25 derece olmalı ya da ben hayallerime uyan bir ülkeye taşınmalıyım.



Bizim evin sıcağı 2 katına çıkartması ise ayrı bir sorun. En üst kat olması ve tüm gün güneş içinde olması nedeniyle dışarısı 25 dereceyse bizim ev kafadan 30 derece oluyor. Ama şikayet etmiyorum, sıcak dışında evimizi çok ama çok seviyorum. Yaz dediğinde geçer gider neticede di mi ama?

Bu arada kitaplarla ilgili sıkıntım devam ediyor. Elimde bir kitap var ama "Vay be, ne şahane yazmış adam!" diyemeden, laf olsun diye okuyorum. Bu arada, acaba biri beni kitaplarla ilgili olarak lanetledi mi diye düşünmeden de duramıyorum. Bu sefer, içinde kaybolup gideceğim romana ulaşmam çok fazla vakit aldı da...


3 Haziran 2011 Cuma

Kitaplarla Süregelen Fırtınalı İlişkim

Dün de bahsettiğim gibi, evde olmaktan başka yapacak bir işi olmayan bir insan gibi, şöyle yayılıp saatler boyu kitap okuyamıyorum. Hayallerimdeki kitapla bir türlü buluşamıyoruz! Tabi çıkıp, bir kitapçıya gidip şöyle elleye koklaya okuya kitap seçemiyor olmamın da sözkonusu durumumda etkisi büyük. Diyebilirsiniz ki internet üzerinden alabilirsin istediğin kitabı, onu da denedim ama yok olmadı, şöyle kendim kitabın birkaç sayfasını okumadan, hissetmeden olmuyor. Bu noktada da sağdan soldan duyduğum kitapları anneme aldırtıp okumaya gayret ediyorum ama sonuç istediğim gibi olmuyor.

Son dönemde, yani bu evde yaşam döneminde, müthiş keyif alarak okuduğum birkaç kitaptan biri, "Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini" oldu. Sağolsun kuzenim almış. Gerçi o kitapla da ilginç bir ilişkim olduğunu söyleyebilirim. Şöyle ki, "Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini"ni, roman ilk çıktığı dönemde gidip kendi ellerimle almıştım. Sonra da doğal olarak okumaya başlamıştım. Fakat ilk 3-5 sayfadan sonra ruhum daralmış ve kitabı, şu an hatırlamadığım, birisine vermiştim. Neyse Mayıs ayının ortalarında kuzenim Ankara'dan bize bir geceliğine kalmaya geldi, buradaki kuzenlerim de gelince, o hafta sonunu bayağı hareketli geçirdik. Ortam hareketli ya, ben arada derede açıp açıp kitaptan birkaç sayfa okuyorum. Kuzenim bir de yazarın ilk kitabı olan "Don Emmanuel'in Alt Tarafları"nı getirdiği için ayrıca mutluyum, içim rahat, ohhh üstüste okuyacağım iki romanım var. Kuzenlerim masayı hazırlıyor, hoppp ben açıp iki sayfa okuyorum. Gazete almaya gidiyorlar, ben tekrar kitaba yumuluyorum. Bu arada kendime hayret etmeden de duramıyorum, "Allah'ım ben bu kitabı nasıl daha önceden okumamışım," diye. Neyse kuzenler gitti, ben son sürat okumaya devam ettim, fakat her roman gibi "Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini" de bitti. Elimde yazarın diğer kitabı olduğu için çok üzülmedim ve hızla "Don Emmanuel'in Alt Taraflarını" okumaya başladım.

Garmin'e fotoğraf için teşekkürler!

Başladım ama kitap elimde durmuyor, kaldırıp bir yere tıkasım, eve ilk gelene hediye edesim, gidip bir kafede masaya bırakıp arkama bakmadan kaçasım var. Evet, konu tam benim sevdiğim gibi büyülü gerçekçilik tadında, etrafta çılgın kahramanlar, varolmayan bir ülke, enteresan olaylar, bol bol ironi var ama yok kitapla ben birbirimize bir türlü ısınamadık. Tabi beni bir sıkıntıdır aldı, "Ben şimdi ne okuyacağım?" diye... Ve o sırada gözüme anneme aldırdığım Aykut Oğut'un son kitabı ilişti. İlgimi çekmesi herhalde kapağındaki aynadandı. "Ben en iyisi bunu okuyayım, hem kişisel olarak da gelişir, istediklerimi kendime çekerim, hem de arada aynasında kendime bakarım" diyerek "Don Emmanuel'in Alt Taraflarını" kütüphaneye tıkıp, aynalı kitabı elime aldım. Açıkçası çok azimli davrandım, kişisel olarak gelişmek için, ilk bölümlerinde notlar bile aldım ve evet kitabı  bitirdim de ama yok bu da olmadı. Kişisel gelişim mevzusunun, başarı hikayelerinin, çekim yasasının, olumlu düşünme hadiselerinin bana göre olmadığını sıkıcı bir okuma maratonuyla keşfettim. Yani evde yaşam esnasında, kişisel olarak gelişmek de benim için bir seçenek olmaktan çıktı. Halbuki gönül isterdi, evde kişisel gelişim kitapları okuyarak geçen istirahatin ardından arkadaşlarıma şöyle hikayeler anlatmak isterdim; "Hayatım inanılmaz değişti. Biliyorsun işim gücüm yoktu. Ama o kitapları okuduktan sonra hayallerime kavuştum. Bir gün telefon çaldı ve karşıdaki ses, 'İlk romanınızı basmaya karar verdik' dedi. Oysa daha ilk romanımı yazmamıştım bile. Niye inanmamış gibi bakıyorsun. Çekim yasası ve pozitif düşünmenin gücü böyle birşey işte cicim!"

Şu an yine kara kara düşünüyorum, "ne okusam ne okusam ne okusam" diye. Keşke okulda olduğu gibi birisi elime bir liste verse ve "Al buradaki kitapları bir ay içinde oku" dese. Nasıl mutlu olurum! Fakat şu an elimde bir liste olmadığı için annem evden çıkmadan ne okumak istediğime karar vermeli ve kendisine bildirmeliyim. Bana kolay gelsin!

2 Haziran 2011 Perşembe

Geniş Zamanlarda Okuyamamak...

Şu sıralar, Lindsay Lohan'la hem aynı doğum gününü (2 Temmuz), hem de benzer bir kaderi paylaşıyoruz. Şöyle ki, o hırsızlık nedeniyle 29 Haziran'a kadar elektronik kelepçe marifetiyle ev hapsinde tutuluyor, ben ise geçici bir sağlık problemi nedeniyle, neredeyse iki ayı aşkın bir süredir, hep evdeyim. Lindsay'nin durumu mu yoksa benim durumum mu daha zor tartışılır, aslında tartışmaya gerek yok çünkü çok şükür şu sıralar iyiyim ve inşallah ev hapsim iyi ve mutlu bir şekilde sonuçlanacak. AMAAAAAAA yine de söyleyeyim, evde, fazla hareket kabiliyeti olmadan yaşamak zor. Yani şu son günlerde, evden çıkmaya hali kalmamış emeklileri, yaşlıları, hastaları ve onların sıkıntılarını çok ama çok iyi anlar oldum. Onların yakınlarına sitemleri, sıkıntıdan kimi zaman çatlar hale gelip sağa sola bağrınmaları, asabi, huysuz halleri artık benim için son derece manalı. Bırakın çemkirsinler, söylensinler istedikleri gibi çünkü sürekli evde olmak gerçekten tam bir mücadele.

Benim durumumda, tek başıma evde kalmam uygun olmadığı için gündüzleri annemin, akşamları ise Garmin'in gözetimindeyim. 3-4 ay öncesine kadar, annemi haftada 2-3 defa gördüğü için kimi zaman sıkılan, bunalan ve şikayet eden ben her gün en azından 12 saat kendisiyle beraberim ve üzülerek kendisine önceden haksızlık ettiğimi öğreniyorum. O kadar bayıltmıyor çünkü beni şu sıralar ve neticede gün içerisinde gördüğüm iki insandan biri. Sabah kendisiyle hafif bir kahvaltı yapıyoruz, sonra televizyonda son keşfim olan, son derece manasız "Bugün Ne Giysem?" adlı programı izliyoruz. Programı izlerken, orada jüri üyeliği yapıp yapamayacağımı düşünüyorum. Bana kalırsa, oturduğum yerden insanların giysileri büyük bir kolaylıkla eleştirebilirim. İyileşir iyileşmez, bu işe de talip olacağım! Sonra duruma ve annemin ruh haline göre (Kendisi televizyon izlemeye şiddetli karşı, bazen 'Kapat şunu!' diyerek ani bir çığlık atabiliyor.) bir yemek programı ya da saçma sapan birkaç şey daha izliyorum. Ancak annem 12 dolaylarında televizyonu kesin olarak kapattırıyor.



Bu durumda, eğer ağrım sızım yoksa biraz bilgisayarda vakit geçiriyorum. Ağrı sızı durumunda ise kanepede, annemin tabiriyle, köşe yastığı gibi oturarak kitap okuyorum. Zaten herkes, daha doğrusu beni tanıyan bilen herkes, evde istirahat etmem gerektiğini duyunca şöyle diyor "Ooooooooooooooo B. sen günde 2-3 kitap bitiriyorsundur şimdi, ne güzel!" Evet, normal ben olsam, kitap okumak için bir yerlerimi yırtarım. Şöyle birkaç örnek vereyim; Garmin benzin alırken, fırsat bu fırsat deyip, çantamdan kitabını çıkarıp okuyan biriyim ben; ilkokuldayken her gün bir roman bitiren bir bünyeydim ben, üniversite zamanı - hiç abartısız - haftada 4 roman bitiren bir kitap kurduydum ben. Fakat iş geniş zamanlara geldiğinde, yani şu sıralar içinde bulunduğum duruma gelince; saatlerce  uzanıp kitap okuyamıyorum, bunalıyorum nedense ve bir de bir türlü beni alıp götürecek, elimden bırakmak istemeyeceğim romanlarla karşılaşamıyorum. Bu sıralar o kadar çok romana başlayıp, fırlatıp attım ki bitirmeden! Kendime şaşıyorum ve kızıyorum çünkü bu zaman bol bol okumam için iyi bir zaman ama yok olmuyor olmuyor ve bu yazı burada bitiyor çünkü ağrılar hafif yokluyor...Yarın devam edeceğime kendi kendime söz veriyorum ve kendime inanmak istiyorummm.