28 Eylül 2010 Salı

Televizyon Dedektifi

Her gece, kafamda sevgili ablamın önerdiği günlük programı uygulama hedefiyle yatıyorum. Kendi kendime sürekli “Yarın sabah 7.30’da kalkacağım. Bir saat kitap okuyacağım, masada oturarak. Sonra sevgili eşime kahvaltı hazırlayacağım.O çıktıktan sonra yürüyüş yapacağım. Eve gelip, kitap okumaya devam edeceğim. Sonrasında da yazacağım, okuyacağım, yazacağım, okuyacağım. Aralarda da evsel işleri halledeceğim; yemek, çamaşır vs” planını tekrarlıyorum. İçimde büyük bir umutla uykuya dalıyorum. Veee sabah 7.30’da kalkamıyorum, sevgili eşim bir türlü evden çıkamıyor, ben de bu noktada, “Çok geç oldu, bu saatte yürüyüş ne alaka” diyerek, yürüyüş yapmaktan vazgeçiyorum. Ayaküstü saçma sapan bir kahvaltı ediyorum ve televizyonu açıyorum! Saçma sapan programları izleyerek öğle saatlerini buluyorum ve sonra da elime kitabımı alıp kanepeye devriliyorum, içimde kocaman bir vicdan azabıyla, günü kötü, kalitesiz geçiriyor olmanın vicdan azabıyla.

Tembellik mi bu yoksa umutsuzluk mu ya da televizyon bağımlısıyım da haberim mi yok? Böyle günler boş boş geçe geçe nereye varacak? İradesiz miyim ben ya da? Neden televizyonu açmamayı beceremiyorum? Sabahları televizyonu açmasam biliyorum günüm daha verimli geçecek ama bir türlü yapamıyorum. Mesela ben şu an bu satırları yazarken, televizyon yine açık ve kayıp insanlarla ilgili benim için son derece gereksiz bir programı izliyorum. Fakat çok ilginç geliyor kayıp insanların ve onların yakınlarının hayatları bana. Hatta bir polisiye dizi izler gibi hissediyorum kendimi. Bu kadar insan nereye kayboluyor ve neden bulunamıyor anlayamıyorum. İzlediğim yabancı polisiye dizilerden biri kaybolan insanlar üzerineydi ve hemencecik buluverirlerdi; kaybolan kişinin en son görüldüğü yeri araştırarak başlarlardı işe, sonra yakınlarıyla görüşüp, kayıp kişinin günlük rutinini incelerlerdi. Ve tabi bu arada bir ipucu bulup, kayıp kişiyi ölü ya da diri buluverirlerdi. Ama bizim kayıp programlarında, belki kurgulanmış diziler olmadıkları için, kayıp insanlar bir türlü bulunamıyor. Bir de bu program sayesinde fark ettiğim birşey var ki, o da Türk insanın kendini ifade etme, anlatma konusunda oldukça yetersiz olduğu. Bir kere, kiminle, ne zaman ve nerede olduklarını çok zor hatırlıyorlar. Oysa küçükken, pek çoğumuz, “kim, kiminle, nerede” diye zırva bir oyun oynamışızdır. İfade konusunda yetersizliğine karşın Türk insanı, asılsız suçlamalar konusunda son derece yeterli ve becerikli. Kayıp bir çocuk aranırken mesela, annenin komşularından biri “Çocuğun annesi çok makyaj yapardı, bir de önceki gün bakkaldan dönerken kırıttığını gördüm,” benzeri saçma bir beyanda bulunabiliyor. Eee insanlar ve diyaloglar böyle olunca da kayıplar, kayıp olarak kalmaya devam ediyor. Bazen şu izlediğim dizideki dedektifler benzeri dedektifleri tutup kollarından bu programa getiresim geliyor. Korkunç birşey çünkü insanın bir yakınından bu kadar uzun süre haber alınamaması.

Acaba ben dedektif mi olmak istiyorum da güne kayıplarla ilgili programlarla başlıyorum? Aslında şöyle davranış bilimleri (Criminal Minds adlı dizide olduğu gibi) gibi bir bölüm okusaydım bu tip kayıplarla ilgili çalışmayı isterdim. Gerçi kan görmeye filan dayanamam ben, o halde dedektif olmaya pek de uygun değilim galiba. İşte, televizyon izlemekten aptallaştım, saçmalıyorummm. Allah’ım zihnimi koru ve çoookkk çalışkan bir insan olmamı sağla ne olur!

27 Eylül 2010 Pazartesi

Nerede O Günler...


Bugün dört yıl boyunca koşarak, zıplayarak, neşeyle, sevgiyle gittiğim okulum 2010-2011 eğitim hayatına, bir kez daha başlıyor. Öğrencilerin kimi bugün daha ilk gün diye ders mers olmaz diyerek gitmeye tenezzül etmiyor. Bir kısmı ise yazın fazla göremedikleri arkadaşlarıyla buluşmak ve bahçede takılmak için çok erken olmayan bir saatte gidiyorlar benim çok sevgili okuluma. Ben ise gidemiyorum, gidemem ve ne okul ne de hocalar yokluğumun farkında. Okul ve okulun içindeki herkes hiçbirşey farklı değilmiş gibi yaşamlarına devam ediyorlar, oysa ben yokum bu sene ve sonraki senelerde de olmayacağım.

28 yaşımda gitmeye başladığım son üniversitem dışında hiçbir okulumu bu kadar sevmedim ben, hiçbir okulda bu kadar mutlu olmadım. İlkokulda babama “Ben okulu bırakmaya karar verdim, artık okumayacağım,” dememe yol açacak kadar beni herşeyden nefret ettiren bir ilkokul öğretmenim vardı. Babam her zamanki yumuşacık mantıklı konuşmalarıyla beni tekrar okula gitmeye ikna etmişti birkaç gün sonra. Ortaokul ve lise fena değildi ama özel bir okulda okuyordum ve bir memur çocuğu olarak özel okulda okumak zordu o zamanlar. Ayakkabıların ve çorapların marka olmayınca, saçına hafif gölge attırmayınca dışlanabiliyordun, anten muamelesi yapılabiliyordu. Bir de her sene bazı sınıflar bölünüyordu ve her sene tek başıma bölünen sınıftan, bölünmemiş bir sınıfa gidiyordum. Güç bela bulduğum arkadaşlarımdan ayrılıyordum. Allah’tan birkaç iyi arkadaşım da vardı da geçti gitti ortaokul lise yılları, çok da mutlu etmeden beni. Sonra sıra üniversiteye geldi. Hiçbir yerini doğru düzgün bilmediğim İstanbul’da bir üniversite kazandım, ablam İstanbul’da diye yazmıştım İstanbul’u. Sonra annem de geldi yerleşti ve okula kayıt için gittiğim ilk gün küçük bir şok yaşadım. Okul dökülüyordu eskilikten, her taraf leş gibiydi ve kokuyordu, etrafta gizemli insanlar dolaşıyordu. Benim o tarihe dek gördüğüm tek üniversite ODTÜ’ydü ve ODTÜ temizdi, güzeldi, yeşildi, keyifliydi. Kocaman kapıya bakakaldım ve hemen kaçıp gitmek istedim bu okuldan fakat kaçamadım, imkan verilen her Türk gibi üniversiteyi bitirmeli, sonra da iyi bir işe girmeliydim. Fakat hem bahsettiğim sebepler, hem de nefret ettiğim bir bölümde okuyor olmam nedeniyle okula pek gitmedim sonraki günlerde. Mutluluğu öğrencilerden oluşan bir sivil toplum kuruluşunda buldum. Üniversiteden daha öğreticiydi bu kuruluş ve daha güzel günler geçirdim orada. Aynı sene hem hiç gitmediğim üniversiteden mezun oldum (finallere ve bütünlemelere okulun yakınındaki fotokopicide satılan ders notlarından çalışarak giriyordum) hem de artık öğrenci olmadığım için sivil toplum kuruluşundan ayrıldım. Sonra planlandığı üzere işe girdim ve yine mutsuzdum; işten, oradaki insanlardan, ortamdan, bin türlü ayak oyunundan, her gün aynı şaçma şeyleri yapmaktan. Fakat her üniversite mezunu gibi çalışmak zorundaydım. Kimseler iş bulamazken, üniversite mezunları sürünürken ben de amma şımarıktım, işim vardı ama sürekli şikayet ediyordum. Neredeyse yedi yıl geçti böyle ve ben evlendikten sonra artık yeter diyerek ve aile bireylerini ikna turlarına çıkarak ve tekrar üniversite sınavına hazırlanarak ve herkesin şaşırtan bir şekilde tekrar kazanarak, bana göre cennetin ortasına düştüm. İnsanın sevdiği birşeyi yapmasının keyfini ilk kez aldım. Kitaplarla, yeni bilgilerle doluydu yaşamım dört yıl boyunca. Bölümdeki diğer öğrencilere kıyasla kazık kadar olmama rağmen anlaşabildim onlarla, çok sevdiğim, gencecik arkadaşlarım var artık. Sabahlara kadar okumamız gereken romanları okudum, istenen ödevleri yazdım. Ne yoruldum ne sıkıldım, her günüm mutlu keyifliydi. Çalışmadığım, para kazanmadığım, çocuklaştığım, ve çocuk doğurmadığım için bin türlü laf söyleyenler de vardı etrafımda ama çok mutluydum, hiç duymadım.

Her sabah okula erken giderdim, önce koşarak gidip koca bir bardak kahve alır, sonra hava çok soğuk olsa bile çimlere karşı bir banka oturur, kahvemi ve sigaramı içer kitabımı okurdum. Her derste heyacanlanırdım çünkü öğrendiklerim benim için öyle önemliydi ki ve hayatım o kadar renkliydi ki.

Fakat artık okul bitti. Haziran ortasından beri öyle hareket etmeden duruyorum. Evet, hala kitap okuyorum, hala okuduklarım üzerine düşünüyorum ama yalnızım, o canlı ortamdan uzağım. Ve tekrar üniversitede okumamı, bir de edebiyat okumamı (“Eczacılık okusaydın keşke, bir yer açardık sana, para kazanırdın”) algılayamayan, hayata sadece paraymış gibi bakan ve şu anda çalışmadığım, bir iş bulamadığım, hala hamile kalamadığım için müthiş keyif alıp, bıdı bıdı konuşan insanlar var etrafımda. Kendimle başbaşa kalakaldım, oysa ben şu an koşa koşa sevdiğim, mutlu olduğum yere gitmek ve yıllar boyu mutlu bir şekilde orada yaşamak istiyorum. Durumum ise fotoğraftaki kedi gibi, bir yere sinmiş, dehşetle etrafa bakıyorum, “Ah nerede o günler ve ben bundan sonra ne halt edeceğim?” diye düşünerek...

24 Eylül 2010 Cuma

Özgeçmiş ve Özgelecek...

Bundan tam beş yıl önce evlenmiştim. Evlendiğim için mutluydum, gerçi evliliğin getirdiği sorumluluklar ve birisiyle beraber uyumaya başlamak bir miktar şok ediciydi ama yine de Ö. ile birlikte olmak, yaşamak keyifliydi. Ancak özellikle evliliğimizin ilk aylarında çok kavga da ettik çünkü ben her alanda eşitlikten yanaydım. İkimiz de işten geldikten sonra onun kanepeye devrilip televizyon izlemesi ve benim harıl harıl, hiç sevmediğim halde yemek pişirmeye çalışmam ve sonrasında mutfağı, bulaşıkları toparlayıp bir de ertesi gün için hazırlık yapmam sinirlerimi fazlasıyla bozuyordu. Çünkü akşam saatleri hızla geçiyordu ve zaten işinde mutsuz olan ben, evde de hayatta en sevdiğim şeyi yapamıyordum. Yani dilediğim gibi kitap okuyamıyordum. Bir de sevdiğim yabancı dizileri izleyemiyordum ve gerildikçe geriliyor, ortalığı ayağa kaldırıyor ama Ö.’yü ayağa kaldıramıyordum. Eşitlik kavgaları, mutlu günler, mutsuz günler, onun ailesi, benim ailem derken bir yıl geçti ve ben işimden kurtulabilmek adına evliliğimin ilk yılının dolmasına bir gün kala (eşim çalışmama izin vermiyor dendiğinde o zamanlar, tazminat alınabiliyordu, belki hala alınıyordur bilmiyorum) işimden ayrıldım. Ve kafamda işimden kurtulmamı kolaylaştıran müthiş bir hayal vardı; üniversite sınavına girecek ve 11 yıl önce yapamadığım şeyi yapacak üniversitede edebiyat okuyacaktım. özel bir üniversitenin web sitesinde gördüğüm “Edebiyat” bölümü kalbimin uzun yılların ardından heyacanla çarpmasına neden oluyor, içimi sevinçle dolduruyordu. Eşime de bu fikrimi açıkladım. Becerebileceğime, yapacağıma inanır gözüktü ama inanmadı fakat beni engellemedi de. Nihayetinde ablamın maddi ve manevi desteğiyle istediğim bölümü kazandım ve ilk sene dışında diğer üç sene %50 başarı bursu kalarak okulu bitirdim. Tabi ben üniversitede okurken, bizim eşitlik kavgası da sona erdi çünkü ben artık eşimin eşiti değildim, çalışmıyordum, onun parasıyla geçiniyordum, o halde ev işlerinde aktif olmalıydım. Olur gibi yaptım, pek olmadım, idare ettim kısaca ama okulu bitirip çalışmadan evde takıldığım şu günlerde, Türk ev kadını tipine gereğinden fazla yaklaştım, gündüz yemek pişirip, sokaklarda gezinip, sonra da eşimin önüne sıcak yemek koyuyorum ve hatta yemekten sonra tabağını mutfağa götürmek isteyen eşime “Hayatım bırak, bütün gün yoruldun,” diyorum, kendime çok kızıyorum ama kendim benim lafımı dinlemiyor, evde pineklemeye ve iyi eğitimli bir işsiz olmaya devam ediyor. İçinde bulunduğum ve hiç hoşlanmadığım bu durum karşısında, hem de akşam için tavuk ve makarna pişirmiş olmanın gönül rahatlığıyla, oturup ben on yıl sonra ne istiyorum, ve on yıl sonra kendimi hayal ettiğim yere ulaşmak için şimdilerde, evde oturup yemek pişirip, kitap okumak ve sokaklarda gezmek, yerine neler yapabilirim ya da yapmalıyım diye düşüneyim istedim. Ve bunun içinde kendimi 10 yıl sonra nerede görmek istediğimi, hayallerimi anlatmaya başlıyorum.


43 yaşındayım. 9 yaşında ikizlerim var, biri kız biri erkek. 33 yaşında olduğum polip ameliyatı işi yaramış ve ameliyattan sonra ve bir yıldır çocuğum olmuyor diye çektiğim sıkıntının üstüne hamile kalmışım. İşte şimdi de tatlı ikizlerimiz var!

10 yıldır aynı evde oturuyoruz, herşeyiyle bizi yansıtan bir ev. Salonda duvardan duvara büyük bir kütüphane var ve artık salon gündüzleri benim çalışma odam. Çocuklar ve Ö. sabah evden çıktıktan sonra sahilde bir saat yürüyüş yapıyorum ve saat 10:00’da yemek masasının başına oturuyorum. (Artık sabahları aptal televizyon programlarını izlemiyorum.) İlk önce, önceki gün yazdıklarımı kontrol ediyorum, sonra da yazmaya başlıyorum. Çarşambaları ve Pazarları hariç her gün üç saat, zihnim bomboş olsa da masanın başından kalkmıyorum ve yazmaya uğraşıyorum. Yayınlanmış dört romanın var ve Ayfer Tunç kadar ünlü bir romancıyım. İlk romanım, “yayınlanmış ilk roman ödülü”ne değer görülmüş. Ve şu an yazdığım roman, aslında ilk romanımın devamı niteliğinde. İçimde, “Bakalım okuyucularım bunun bir devam romanı olduğunu anlayacak mı?” heyecanı var.  Saat 13:00’e kadar kendimi romanıma verdikten sonra hafif birşeyler yiyip evden çıkıyorum. Tam ben çıkarken evi toparlamak ve yemek yapmak için yardımcımız geliyor. Ev işleri vaktimi almıyor, zaten evsel işleri hiçbir zaman sevmedim. Önce bir saat annemle bir kafede oturup sohbet ediyoruz. İkizler haftanın iki üç günü okul çıkışı anneannelerine gidiyorlar ve onda kalıyorlar. Annemden ayrıldıktan sonra, her gün gittiğim kafeye gidip kahvemle birlikte saat 16:00’ya kadar okumak istediğim romanları okuyorum. Sonra tekrar eve dönüyorum ve Çarşamba günkü ders için biraz hazırlık yapıyorum. Özel bir üniversitede “Türk Edebiyatında Kadın” konulu, seçmeli bir ders veriyorum. Haftada bir gün üniversitede olmak hoşuma gidiyor. Akşam altı civarında ablam kızıyla bize uğruyor. Sonrasında eşi ve Ö. de geliyor ve birlikte akşam yemeği yiyoruz. Yemekten sonra ablam, yazmakta olduğum romanla ilgili fikirlerini söylüyor, birlikte notlar alıyoruz, sohbet ediyoruz. Son romanım için çok heyecanlı çünkü yarattığım karakterlerden birinin ona çok benzediğini düşünüyor. Ben ise ısrarla bu karakterin onunla ilgisi olmadığını söylüyorum. Fazla geçe kalmadan ablamlar kalkıyor çünkü ertesi gün ablamın danışmanlık şirketinin önemli bir toplantısı var. Uyumadan önce ikizlere kitap okuyorum, onlar da benim gibi okumaya bayılıyorlar.

Hayatım okumayla ve yazmayla içiçe. Sanki yazdıkça kafama yeni yeni fikirler hücum ediyor, bazen bu fikirlere yetişememekten ve onları toparlayamamaktan korkuyorum ama bir şekilde yazıyorum. Ve bir zamanlar benimle “Kitap yazamayan yazar” diye dalga geçen eşim, bu kadar üretken olmama şaşmakla birlikte benimle gurur duyuyor ve “Edebiyat bölümünü bitirdikten sonra hiçbir şey yapmayan bir ev kadını olacağından çok korkmuştum ama korkularım boşa çıktı, çok başarılı bir eşim var,” diyor. Ben de onun başarılarıyla gurur duyuyorum.

Ö. hala basket oynamayı, balık tutmayı ve kokteyl yapmayı çok seviyor. Yılın belli dönemlerinde hep beraber balık tutmaya gidiyoruz. Ö. balık tutuyor, ben yazıyor ve okuyorum, ikizler de denizin keyfini çıkarıyor. Yazları ben ve ikizler annemle birlikte Karaburun’da geçiyoruz. Ö. ile ablamlar da hafta sonları geliyor. Yazlık yerlerde beni pek tanıyan çıkmıyor ama İstanbul’da insanlar beni birbirlerine gösteriyor, “Bak, ‘Hayat’ın yazarı bu kadın,” diyerek ve ben o anlarda kendimi çimdikleme gereği duyuyorum, tüm hayatımın gerçek olup olmadığına inanmak için. Aynı inanamama hissini, benim kitabımı okuyan birini gördüğüm zaman da yaşıyorum ve bundan on yıl önceki halimi düşünüyorum; içinden “Ben de bir yazar olacağım” diyerek bir sürü romanı yutarcasına okuyan bir kız. Ve hayallerime kavuşmuş olmanın mutluluğu kaplıyor içimi.


23 Eylül 2010 Perşembe

Kadınlara "Mutlu" Evlilik İçin Verilen Tavsiyeler

Erkeklerin evliliklerinin mutlu, keyifli devam etmesi için neler yapabileceklerini aralarında konuşup konuşmadıklarını bilmiyorum maalesef. Ve bu noktada üzülerek Jane Austen'dan pek bir farkım olmadığını düşünüyorum, çünkü Jane Austen da bir açıdan benim gibi erkeklerin başbaşa konuştukları ortamlarda bulunamadığı için romanlarında erkeklerin özel sohbetlerine pek yer vermemiş ya da verememiş. Sanırım en iyisi, erkek erkeğe sohbetlerin yapıldığı ortamlara yakın olup, çaktırmadan onları dinlemek. Bunu aklımın bir köşesine not etmeliyim.

Kadınlar arasında evliliklerinde yaşanan olumlu, olumsuz değişimler, ilgisiz eşlere yeniden ilgili hale getirmek ve evliliği renklendirmek için neler yapılabileceği ana sohbet konularından biri. Ben de bugün evlilikleri durağanlaşmış hatta daha çok eşlerin aynı evi paylaşan, ev arkadaşlarına dönüştüğü durumlarda kadınlara verilen tavsiyeleri yazmak istiyorum!

- "Eşini her gün farklı bir şekilde karşıla şekerim! Mesela X adlı oyuncu kocasını her gün değişik bir şekilde karşılıyormuş, herhalde mutlu evliliklerinin sırrı bu çünkü yıllardır evliler." ( Sabah sekiz akşam sekiz çalışan ve kocasından sadece on dakika erken eve gelip, akşam yemeği derdine düşen bir kadın kocasını nasıl her gün farklı karşılayabilir?)

- "Canım evde üstüne başına biraz dikkat et! Ne bu halin? Altında mor bir eşofman altı, üstünde yeşil bir t-shirt! Benim bile gözlerim rahatsız oluyor sana bakarken." ( Hem iş hem çocuk peşinde harap olan ve işyerindeyken sütyeni bütün gün bir cendere hissi yaratan, külotlu çoraptan, belini sıkan etekten, ayağındaki topuklu ayakkabılardan fenalık geçiren bir kadın evinde de rahat edemeyecek mi canım?)

- "Onun hoşuna gidecek programlar yap hayatım, mesela birlikte birşeyler yapın haftada bir gün." ( Tek yaptığı işten eve gelip, yemek yedikten sonra yatana kadar televizyon izlemek olan ve sürekli çok yorgun olduğunu söyleyen bir adamı hangi program yapıştığı kanepeden kaldırabilir acaba?)

- "Biraz kilo ver, saçına başına bak, iyice bıraktın kendini." ( Kilo mu evlilikleri bozuyor? Koca göbekleriyle evliliklerinde olup bitenleri hiç takmayan ve hatta kendilerine sevgili bulan kocaları nasıl açıklıyoruz peki?)



Kadınlara evliliklerini renklendirmek ya da mutlu evlilik için verilen bu tavsiyeler uzatılabilir ve burada mesele verilen tavsiyelerin mantıklı ya da mantıksız olması değil. Bence burada mesele, tavsiyelerin nedense hep - bildiğim kadarıyla - kadınlara verilmesi; kadın kendine bakacak, kadın program yapacak, kadın düşünecek, kadın herşeye koşacak, evliliği kadın "mutlu" bir evlilik haline getirmek için uğraşacak, erkekler kanepelerinde oturmaya devam edecek. Belki de ben yanlış biliyorum ama çevremde gördüğüm, erkeklerin evliliklerine daha basit bir şekilde baktığı; evliler, çocukları var, işte yaşayıp gidiyorlar ve bir şekilde bu onlara yetiyor. Ancak bu tablo kadınlara yetmiyor ve onlar sürekli bir düşünme ve uğraşma içerisinde. Belki de herkesin tavsiyeleri bir kenara atıp, dilediği gibi yaşaması, giyinmesi, düşünmesi gerekiyor. Evet ya, unutun size verilen tavsiyeleri, boyası gelmiş saçlarınız, mor eşofmanız ve göbeğinizle hayatınıza istediğiniz gibi devam edin, isteyen sever isteyen sevmez!

21 Eylül 2010 Salı

Ortaya Karışık...

Yazmak için bloga beşinci girişim bu, bu sefer vazgeçmeyeceğim, kafamda uçuşanları öyle ya da böyle yazacağım. Evet evet yazacağım, ne olursa, ne gelirse.

Cuma gününden beri karnım ağrıyor, çok sinir bozucu, bir an evvel geçmesini istiyorum. Cuma günü polip ameliyatı oldum, genel anesteziyle, o yüzden karnım ağrıyor. Doktorlara, hastanede çalışanlara kolay gelen bir operasyon ve süreç ama açıkçası ben çok korktum; bilincimi kaybedecek olmaktan, bana nasıl bir operasyon yapılacağını detaylı olarak bilememekten, kötü birşey olma ihtimalinden korktum korktum korktum. Ameliyat geçti gitti, "Çişim var," diyerek ayıldım, açıkçası ilginç birşey söylememiş olmak beni biraz üzdü çünkü çok ilginç şeyler söyleyenlerle ilgili pek çok şey dinlemiştim. Mesela bazı kadınlar ayılırken, kocaları "Nasılsın hayatım?" dediğinde küfretmeye başlamışlar kocalarına, ben ise kocama direkt "Çişim var" demişim. Halbuki ben bilinçaltıma dair bir sırra vakıf olmak istiyordum. Ne bileyim, enteresan birşey söylemek istiyordum, olmadı! Ve ameliyattan beri hayatıma karın ağrısı ve bir miktar kanama eşlik ediyor. Sıkıldım, bitsin artık. Bu ameliyatla bir kez daha anladım ki hayatta herşeyin temeli sağlık, sağlıklı olunca, tabi hem zihinsel hem fiziksel olarak, insan aslında herşeyi yapabilir. En önemlisi sağlık sağlık sağlık. Tam anlamıyla sağlığıma kavuşur kavuşmaz hemen yazmaya başlayacağım ben de, evet şu anda da yazıyorum ama, iyileşince daha disiplinli bir yazma işine başlayacağım, gerçek bir yazar gibi, Orhan Pamuk gibi mesela.

Polip ameliyatının nedeni, polipin hamileliği engelleyebiliyor olma ihtimaliydi. Fakat alınan polip de aynı bilinçaltım gibi manasızmış, yani hamileliği engelleme kapasitesi yokmuş! Yani polip alındı artık hamile kalabilirsin durumu yok. Maalesef. Bari çektiklerim bir işe yarasaydı diyorum ama neyse bu mevzuyu kafaya takmamaya çalışacağım, düşünmeyeceğim, herşeyi akışına bırakacağım, kendimi rahatlatacağım, zaten önce şu ağrı bir geçsin.



Bu ağrılı günlerde Jane Green'in "Sahildeki Evimiz" adlı romanını okuyorum. Keyifli bir kitap aslında ama çevirisi bence çok kötü olmuş, kitaptan keyif almayı engelleyecek kadar kötü. Güzel bir çeviri olsaydı, belki 21. yüzyılın Jane Austen'ı bile diyebilirdim kendisine. İşte ben de Jane Austen gibi yazmak istiyorum, tatlı tatlı anlatan ama alttan alta da bir meselesi olan, evlilikleri, ilişkileri anlatan, kadınları yazan bir yazar olmak istiyorum. İstiyorum, evet istiyorum. Ne demişler "İstemek başarmanın yarısı," Eee o zaman yolu yarıladım demektir, sıra birşeyler yapmakta.

16 Eylül 2010 Perşembe

Birikti...

Anlatmak istediğim pek çok şey vardı ama günler geçti ve ben bir türlü fırsat bulup da iki satır birşey yazamadım. Şimdi vaktim sınırlı olsa da yazma zamanı çünkü anlatmak istiyorummm.

Bayramın ilk günü yaşadıklarım hiçbir şeymiş! Bayramın ikinci günü ise tam bir yıkımdı. Ailecek yemek yiyeceğiz fikriyle gittiğim kayınvalidemin evinde, diğer üç gelinle birlikte akşam dokuzda gelip gece yarısı kalkan on  iki kişilik misafir grubuna hizmet ederek geceyi tamamladım. Tek kelimeyle korkunçtu, kendimi bir restaurantın mutfağında çalışır gibi hissettim, sürekli servis yapıyorsun, çayların bitip bitmediğini salonun kapısından takip ediyorsun (çünkü salonda oturacak yer yok), bulaşık makinesi çalışır durumda olduğu ve tabaklar yetmediği için (çünkü misafir dışındaki aile yani bizler de on kişiydik) herşeyi elde yıkıyorsun. Ben zaten misafirsever bir insan olmadığım için herşey bana zulüm geldi. Benim misafir anlayışım da kimse kendini kasmaz, ne yenildiğinin içildiğinin, tabakların süslü ve uyumlu olup olmadığının bir önemi yoktur, mühim olan biraraya gelmiş olmak ve tatlı tatlı sohbet ediyor olmaktır. Ancak yaşadığım sözkonusu bayram günlerinde yaldızlı bardakların çıkarılması, tabakların çiçekli olması bir meseleydi ve beni bedensel yorgunluğumun da ötesinde çıldırttı. Neyse ki bitti ve Kasım ayındaki bayramda kesinlikle bir yerlere kaçmayı hedefliyorum.

Servis, bulaşık ve yapmacık gülümsemelerle geçen bayramın iyi bir tarafı da vardı gerçi; dünya basketbol şampiyonası! Çeyrek, yarı final ve final maçlarına gittik eşimle birlikte. Çok keyifli ve zevkliydi. Bir de öğreticiydi tabi benim için. Türk Milli Takımı'na hayran kaldım. O kadar inanmışlardı ki başarabileceklerine... Ve ben Türk Milli Takımı'nın performansından kendime şöyle bir ders çıkardım, evet hangi alanda çalışıyorsanız çalışın başarılı olmakta yeteneğin önemi var ama gördüm ki yetenek %10 gibi bir oranda öneme sahip. Geri kalan %90'lık bölümü ise çalışmak ve yaptığın şeye inanmak oluşturuyor. Birşeylere tüm kalbinle inandığında ve onun için çalıştığında, istediğin her ne ise oluyor. Şu an çok iyi bir avukat ya da doktor olacağım deseniz, olabilirsiniz, yaşınız kaç olursa olsun, insan gerçekten herşeyi olabilecek potansiyele sahip. Evet belki şu an istesek basketçi olamayabiliriz ama basketle ilgili söz sahibi biri, bir yorumcu olabiliriz. Sadece inanmak ve çalışmak gerekiyor! Evet kesinlikle böyle...



Ve Duygu Asena. Yıllar önce ben ya da ailemizden başka birileri Duygu Asena'nın iki kitabını almış koymuş kütüphaneye. Ben de annemin eşyalarını toplama esnasında her iki kitabı da eve getirdim ve birarada okuduğum kitap grubuna onları da kattım. İlk olarak "Aslında Özgürsün"ü bitirdim, şimdi ise "Kadının Adı Yok"u okuyorum. İlk olarak rahmetli Duygu Asena'ya bu kitapları yazdığı için çok ama çok teşekkür ediyorum. Her ikisi de çok değerli. "Aslında Özgürsün" iki kadın arasındaki arkadaşlık paralelinde ilerliyor. Biri evli biri bekar olan bu kadınların ve onların çevrelerindeki kadınların hayata bakışları üzerinden hayatı sorguluyor, daha doğrusu hayatımızı nasıl şekillendirdiğimizi. Dil olarak çok sürükleyici ya da etkileyici bir kitap değil "Aslında Özgürsün" ama konu ve konunun kitabın sonunda ulaştığı nokta açısında gerçekten çok anlamlı. Bu anlamlı nokta da bence; hayatımızın senaryosunu kendimizin yazdığı, yönettiği ve oynadığı, ister kadın ister erkek. Herşeyi biz seçiyoruz, değerli biri olmayı da, köle olmayı da, mutlu ya da mutsuz olmayı da. "Aslında Özgürsün" okuyucusuna aynı Türk Milli Takımı'nın yaptığı gibi herşeyi yapabileceğimizi, bu güce ve yeteneğe sahip olduğumuzu gösteriyor. Hepimiz istediğimiz hayatı yazabilir ve gerçeğe dönüştürebiliriz, evet buna inanın, inanmıyorsanız da etrafınızdaki insanların hayat hikayelerini dinleyin çünkü etrafımızda bir anda herşeyi bir kenara atıp, yepeyeni bir sayfa açan pek çok insan var.

Ve şimdi sıra, bayram ve taşınma yorgunluğunu bir kenara atıp, hayat senaryomu yazmaya başlamakta...

10 Eylül 2010 Cuma

Bayram

Bayramı, bayram tatillerini, bayram ziyaretlerini, bayram tebriklerini, bayrama özgü tatlıları, çikolataları sevmiyorum çünkü tüm iyi dilekler, ziyaretler, gelen gidene yapılan ikramlar bana çok sahte geliyor. Mesela salonda oturan misafirlerle "Eee daha daha nasılsınız?" diye bir sohbet yapılır ve kendisine pasta börek ikram edilirken, mutfakta bir grup insan "Yaw kim bu gelenler, ne zaman gidecekler, bulaşık makinesini çalıştıralım artık, tabak kalmadı..." gibi muhabbetler yapıyor. Salon aile büyüklerinin şov yaptığı sahneye, mutfak ise o günün emektarlarının kulisine dönüşüyor. Bir de herkes acayip bir süs püs içine giriyor. Mesela yurdum insanı bayram nedeniyle evin içinde ayakkabıyla dolanmaya başlıyor, bu arada saçlar yapılı, pür makyaj. Ben minicik çekirdek ailem nedeniyle evlenene kadar bu tip sahte ziyaretlerden ve sohbetlerden uzak şahane bir hayat sürmüştüm evlenene kadar. Ancak evlenince kalabalık bir ailenin göbeğine düşüverdim ve maalesef bayram tiyatrosuna dahil oldum.  Dün yetmedi, bugün de tiyatroda rolüm var.

Dün iki grup tanımadığım insanla haşır neşir oldum, bakalım bugün başıma neler gelecek. Allah'ım bir de benim dışımda herkes rolüne öyle bir kaptırıyor ki kendini, ben engelleyemediğim asık suratımla ortada anten gibi kalıyorum. Baloya yanlış kıyafetle gelmiş ya da ezberini iyi yapmamış bir oyuncuya benziyorum. Neyse ki kendi rolüne fena halde kaptıran diğer gelinler sayesinde misafirler çaysız ve tatlısız kalmıyor. Bugün bir de yemekli misafir oyunu var kayınvalidemde. Daralıyorum daralıyorummm ve sözlerimi burada noktalıyorum. Ve herşeye rağmen herkese keyifli bayramlar diliyorum

7 Eylül 2010 Salı

Karmakarışık!

Fonda bir kütüphane ve bir dolu kitap, gören de beni her gün bir kitaptan bahsedecek sanıyor. Oysa ben blogumun doğumundan beri sürekli "genel" etiketi altında birşeylerden bahsediyorum. Gönül istiyor ki okuduğum kitaplardan bahsedeyim ve bir "kitaplar" etiketi yazayım. Ama olmuyor olmuyor. Kafamda okuduğum kitaplardan başka şeyler dolanıyor, bir taraftan da kitaplar dolanıyor ama birbirinden farklı kitapları aynı anda okumaya çalıştığım için herşey iyice karışıyor. Keşke birkaç zihnim daha olsaydı. O zaman sadece birini kitaplara ayırırdım mesela.

Şu an aklımda eve gelince mutfakta öldürdüğüm, hiç sevmediğim bir küçük sinek türünün, nereden türediği, bu türün hızla üreyip üremediği, eğer hızla ürerlerse onlarla nasıl başedeceğim ve bunun yanısıra sineklerin ortaya çıkmasının sorumlusunun ısrarla çöplerini alakasız saatlerde kapılarının önüne koyan komşularımız olup olamayacağı ve komşumuzun ben ve yeni kapıcı onlarla kendi konuştukları dilde konuşmamıza rağmen neden bizi anlamadıkları var. Sonra nasıl olup da günlerdir 4-5 saat uyuyabildiğim halde, neden ısrarla kahve içip sonra yeniden uyuyamama sarmalına girdiğim var. Bir de bugün annemin evinde nihayet ele geçirdiğim günlüklerim var aklımda. Bir bütün günü ayırıp baştan sona okumak istiyorum hepsini. İnsan günlüklerine şöyle bir göz atınca bile yılların nasıl da hızlı geçtiğine şaşıyor. On yıl önce yazmış olduğum pek çok olayı dünmüş gibi hatırlıyorum ama on koca yıl geçmiş üzerinden, zaman gerçekten ama gerçekten çabuk geçiyor ve gerçekten kıymetini bilmek lazım. Ve herşeye üzülmemek lazım bir de.

Bu arada şu an ciddi olarak uykum geldi, bu fırsatı kaçırmayayım ve yatayım en iyisi. Uyuyabileceğimi umuyorum ve bu yazıyla ulaştığım manasızlık seviyesi nedeniyle de kendi kendime şaşıyorum. Şaşıyorum şaşıyorum ve uyumaya gidiyorummm.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Taşınmak ve Ustalar

Sanırım taşınmayla ilgili bir aile lanetimiz var. Minicik çekirdek ailemizden biri taşındı mı diğerleri de seri olarak taşınmaya başlıyor. Bu sefer zinciri ablam başlattı. Onun taşınmasını kolay atlattık. Sonra sırayı ben aldım. Hem de hiç beklenmedik bir şekilde. Neden mi beklenmedik? Çünkü dört yıldır taşınmak istiyordum ve oturduğumuz evden kurtulmak için her türlü yolu denemiştim; eşi ikna etmeye çalışma, evin kapısının zorlandığı dolayısıyla güvenli olmadığı yönünde atıp tutmalar, dua, çekim yasası, nlp ve daha pek çok şey...Fakat eşim birdenbire sanki birisi büyü yapmışcasına "Tamam, nereye istiyorsan oraya taşınalım," dedi ve ben kendimi yıllardır hayalini kurduğum bir semte taşınırken buldum. Şimdi ise sıra annem de. Üç ay içinde, kendisi üçüncü taşınan. Şaka gibi ama gerçek ve biz bu senaryoyu tam beş yıl önce de farklı bir sıralamayla yaşamıştık.



Aslında taşınmak keyifli birşey. Bir kere taşınırken, gereksiz eşyalardan, giysilerden kurtulmak insanı hafifletiyor. Bunun dışında bence kesinlikle "tebdili mekanda ferahlık var," Yeni odalar, yeni manzaralar, yeni bir çevre, yeni bir market, kısaca bir evin yarattığı rutinin kırılması, değişmesi insana yeni bir enerji veriyor. Örneğin daha önce market alışverişine yürüyerek gitme imkanım yoktu ve araba kullanmayı da sevmediğim için alışverişe eşimle gidiyordum. Şimdi ise markete tek başıma gidiyorum ve dilediğim gibi vakit geçirebiliyorum. Ya da kitapçılara yürüyerek ulaşabiliyorum. Önceden hemen her yere gitmek benim için stres kaynağıydı ama artık bu stres ortadan kalktı ve zihnim daha anlamlı şeylerle meşgul olabiliyor. Bunlar taşınmanın iyi tarafları, fakat bir de gayet kötü bir tarafı var; ustalar...

Eğer taşınılacak evde tadilat işi varsa, yandınız çünkü ustalar tadilat yaptıkları ev sanki düşmanlarının eviymiş gibi davranıyor, öyle bir yıkıp döküyorlar ki insan hayrete düşüyor. Bugün annemin evine balkonları kapatmak için iki usta girdi ve onlar girmeden önce gayet temiz olan ev, bir savaş meydanına dönüştü. Her tarafta tahtalar, çiviler, cam parçaları, toz toprak. Bu arada bir de yanlış ölçü aldıkları için işlerini bitiremediler ve sanki bu bizim suçumuzmuş gibi davrandılar. Neticede temizledik ama herkes işini düzgün yapsa ne ortalık kirlenecek, ne işler uzayacak ama ustalar bambaşka bir zihniyetle işlerini yapıyor. Aslında sadece işlerini yapıyorlar, etrafa zarar verip vermedikleri filan hiç umurlarında değil. Yarın da boyacılar gelecek bakalım, umarım onlar işlerini severek yaparlar da boş işlerler uğraşmak zorunda kalmayız yarın da ve herşey çabucak hallolur, sonra da annem için gelsin yeni bir hayat...