16 Eylül 2010 Perşembe

Birikti...

Anlatmak istediğim pek çok şey vardı ama günler geçti ve ben bir türlü fırsat bulup da iki satır birşey yazamadım. Şimdi vaktim sınırlı olsa da yazma zamanı çünkü anlatmak istiyorummm.

Bayramın ilk günü yaşadıklarım hiçbir şeymiş! Bayramın ikinci günü ise tam bir yıkımdı. Ailecek yemek yiyeceğiz fikriyle gittiğim kayınvalidemin evinde, diğer üç gelinle birlikte akşam dokuzda gelip gece yarısı kalkan on  iki kişilik misafir grubuna hizmet ederek geceyi tamamladım. Tek kelimeyle korkunçtu, kendimi bir restaurantın mutfağında çalışır gibi hissettim, sürekli servis yapıyorsun, çayların bitip bitmediğini salonun kapısından takip ediyorsun (çünkü salonda oturacak yer yok), bulaşık makinesi çalışır durumda olduğu ve tabaklar yetmediği için (çünkü misafir dışındaki aile yani bizler de on kişiydik) herşeyi elde yıkıyorsun. Ben zaten misafirsever bir insan olmadığım için herşey bana zulüm geldi. Benim misafir anlayışım da kimse kendini kasmaz, ne yenildiğinin içildiğinin, tabakların süslü ve uyumlu olup olmadığının bir önemi yoktur, mühim olan biraraya gelmiş olmak ve tatlı tatlı sohbet ediyor olmaktır. Ancak yaşadığım sözkonusu bayram günlerinde yaldızlı bardakların çıkarılması, tabakların çiçekli olması bir meseleydi ve beni bedensel yorgunluğumun da ötesinde çıldırttı. Neyse ki bitti ve Kasım ayındaki bayramda kesinlikle bir yerlere kaçmayı hedefliyorum.

Servis, bulaşık ve yapmacık gülümsemelerle geçen bayramın iyi bir tarafı da vardı gerçi; dünya basketbol şampiyonası! Çeyrek, yarı final ve final maçlarına gittik eşimle birlikte. Çok keyifli ve zevkliydi. Bir de öğreticiydi tabi benim için. Türk Milli Takımı'na hayran kaldım. O kadar inanmışlardı ki başarabileceklerine... Ve ben Türk Milli Takımı'nın performansından kendime şöyle bir ders çıkardım, evet hangi alanda çalışıyorsanız çalışın başarılı olmakta yeteneğin önemi var ama gördüm ki yetenek %10 gibi bir oranda öneme sahip. Geri kalan %90'lık bölümü ise çalışmak ve yaptığın şeye inanmak oluşturuyor. Birşeylere tüm kalbinle inandığında ve onun için çalıştığında, istediğin her ne ise oluyor. Şu an çok iyi bir avukat ya da doktor olacağım deseniz, olabilirsiniz, yaşınız kaç olursa olsun, insan gerçekten herşeyi olabilecek potansiyele sahip. Evet belki şu an istesek basketçi olamayabiliriz ama basketle ilgili söz sahibi biri, bir yorumcu olabiliriz. Sadece inanmak ve çalışmak gerekiyor! Evet kesinlikle böyle...



Ve Duygu Asena. Yıllar önce ben ya da ailemizden başka birileri Duygu Asena'nın iki kitabını almış koymuş kütüphaneye. Ben de annemin eşyalarını toplama esnasında her iki kitabı da eve getirdim ve birarada okuduğum kitap grubuna onları da kattım. İlk olarak "Aslında Özgürsün"ü bitirdim, şimdi ise "Kadının Adı Yok"u okuyorum. İlk olarak rahmetli Duygu Asena'ya bu kitapları yazdığı için çok ama çok teşekkür ediyorum. Her ikisi de çok değerli. "Aslında Özgürsün" iki kadın arasındaki arkadaşlık paralelinde ilerliyor. Biri evli biri bekar olan bu kadınların ve onların çevrelerindeki kadınların hayata bakışları üzerinden hayatı sorguluyor, daha doğrusu hayatımızı nasıl şekillendirdiğimizi. Dil olarak çok sürükleyici ya da etkileyici bir kitap değil "Aslında Özgürsün" ama konu ve konunun kitabın sonunda ulaştığı nokta açısında gerçekten çok anlamlı. Bu anlamlı nokta da bence; hayatımızın senaryosunu kendimizin yazdığı, yönettiği ve oynadığı, ister kadın ister erkek. Herşeyi biz seçiyoruz, değerli biri olmayı da, köle olmayı da, mutlu ya da mutsuz olmayı da. "Aslında Özgürsün" okuyucusuna aynı Türk Milli Takımı'nın yaptığı gibi herşeyi yapabileceğimizi, bu güce ve yeteneğe sahip olduğumuzu gösteriyor. Hepimiz istediğimiz hayatı yazabilir ve gerçeğe dönüştürebiliriz, evet buna inanın, inanmıyorsanız da etrafınızdaki insanların hayat hikayelerini dinleyin çünkü etrafımızda bir anda herşeyi bir kenara atıp, yepeyeni bir sayfa açan pek çok insan var.

Ve şimdi sıra, bayram ve taşınma yorgunluğunu bir kenara atıp, hayat senaryomu yazmaya başlamakta...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder