26 Ağustos 2011 Cuma

Gökten 2 Elma Düştü

Az önce Steve Jobs'a hayran olduğuma karar verdim. Görevinden istifası nedeniyle, bir gazetede hayatıyla ilgili kısa bir yazı okudum. Ve yazının ardından da, kendisinin biyografisini okumaya karar verdim. Acaba yazılmış bir biyografisi sözkonusu mu? Hemen araştıracağımmm.

Daha önce de Jobs'un giyim tarzıyla ilgili bir yazı okumuştum. Sürekli kot, eski bir balıkçı kazak ve spor ayakkabı giymesi ilgi çekici bulunuyordu moda dünyası tarafından. Başka biri, mesela ben o kadar büyük bir servete sahip olsam herhalde çılgınca alışveriş yapardım. Acaba yukarıda birileri tarafından kimin, ne kadar para sahibi olabileceği bazı kriterlere göre mi belirleniyor? Mesela, beni belli bir süre izleyip, "Yok buna para vermeyelim! Baksanıza, parası olmadığı, hatta para kazanmadığı halde neler neler almayı hayal ediyor, hatta bir kısmını da allem edip kallem edip alıyor!" mu diyorlar. Ve sonra da gözleri Jobs'a mı takılıyor? "Ne mütevazi adam. Aklı fikri icatlarda, projelerde. Ne giydiği hiç önemli değil. Parayı dini, imanı yapmıyor. Bu adam servet sahibi olmayı hak ediyor." mu diyorlar onun içinde.



Eğer karar yukarıdaki diyaloglar paralelinde veriliyorsa, şu anki durumum şaşırtıcı değil tabi. Ama olsun, Jobs'a hayranım ve tabi bir de umarım sağlığına kavuşur en kısa zamanda. Aslında Jobs'un yerine gelen adam da ilginç; Tim Cook. Kendileri dünyanın en güçlü gayi olarak biliniyormuş. Onun da biyografisini okumak istiyorum şu an! Ya da Jobs ve Cook, eğer varsa günlüklerini bana yollayabilirler mi acaba? Ne harika olurdu günlüklerini okumak!

Acaba iş yaşamında, birşeyler üreterek bu kadar başarılı olmak nasıl bir histir? Jobs, buralara gelse de bizlere anlatsa...

25 Ağustos 2011 Perşembe

Muffin Aşkına

Son günlerde kek, kurabiye, poğaça, börek yapabilen bir kadın olmaya karar verdim. 34 yıllık ömrümde sanırım 2 kere poğaça, 3 kere börek ve 1 kere de kek yapmışlığım var. Annem nasıl yapılacağını anlatıyor (ki kendisinin de bu konularda pek becerikli olduğu söylenemez.) ben bir kere yapıyorum tarife bakarak fakat sonra ya üşeniyorum, ya şimdi boş yere niye kalori alayım diyorum ya da tarifin uygulama kısmını tümden zihnimden silmiş oluyorum. Bir de mutfakta yapılan aktiviteler çok uzun sürüyormuş gibi geliyor bana. "Beş dakikada bir kek yaptım," diyenleri de bu noktada hiç mi hiç anlamıyorum. Ancak son dönemde baktım böyle devam edemez hayat, annemin poğaçası, keki, muffini bir yere kadar, ben de mutfakta az da olsa başarılı biri olmalıyım, yaşamın devamın açısından...

Beni bu konuda motive eden ise Esse'de gördüğüm muffin kalıpları oldu. Allah'ım hepsi şeker gibi rengarenkti ve fiyatları da çok uygundu. Garmin'in şaşkın bakışları altında 12 adet muffin kalıbı satın aldım. "Anneye mi aldın bunları?" diye sordu Garmin. "Yok yahu muffin yapacağım," dediğimde ise epey bir süre donuk donuk yüzüme baktı, anlam veremedi muffin yapacak olmama. Neyse ertesi sabah, Garmin mutfağa girdiğinde ben yumurta, zeytinyağı ve yoğurdu çırpmakla meşguldüm. Garmin, "Hayrola?" diyerek güne başladı. Ona sakin bir şekilde, niyetimin sadece peynirli muffin yapmak olduğunu, ruh ve beden sağlığımın yerinde olduğunu anlattım. İkna oldu:) 15-20 dakikada muffin hazırlıkları bitti ve o şahane kalıplarda şahane muffinler yapmayı başardım. Annem ve Garmin de beğendi. Unutmamak için dün bir deneme daha yaptım ve yine başarıya ulaştım. Gelecek hafta da çikolatalı muffin yapmayı deneyeceğimmm.



Aslında börek, çörekten ziyade adam gibi yemek yapmayı öğrenmeliyim ya da pratiğimi geliştirmeliyim diyelim. Çünkü yemek konusunda teorim harika aslında, ne nasıl yapılır biliyorum ama mesela soğanları doğramaya başladığımda içime afakanlar basmaya başlıyor. Bir de ne bileyim zor pişen et, kılçıklı yeşil fasulye, bir türlü yumuşamayan nohut gibi dış faktörler devreye girerse, sinirlerim iyice zıplıyor. Ama yemek yaparken sabırlı ve kararlı olmayı öğrenmeliyim. Hem iyi pilav yapabiliyorum! Bir iddiaya göre, iyi pilav yapan tüm yemekleri iyi yaparmış. Gerçi ben bu iddiaya pek inanamıyorum çünkü pilav yapmak çok az aşamadan oluşuyor ve çok kolay. Neyse her halükarda yemek yapma becerilerimi geliştireceğim ve insanlar hakkımda "Aaaa B. bir muffin yapar, parmaklarınızı yersiniz," diyecekler. Bu sefer kararlıyım!

19 Ağustos 2011 Cuma

Bu Haftanın Bilançosu

Hoşuma Gidenler

An itibariyle, sevgili blogumda 100. yazımı yazıyor olmak! Yahoooooo, diyorum bu noktada.

Eve nihayet bir usta çağırıp, neyin nasıl yapılacağını, en azından planlamış olmak.

Tırnaklarımdaki ojeyi değiştirtmiş olmam.

Hangover adlı filme, gözümden yaşlar gelene dek gülmek.

Beni çok eğlendiren "İstanbul'un Altınları" adlı dizi.

Nihayet doktor kontrolüne gidebilmek.

Annemin çikolata parçacıklı muffinlerini hüpletmek. (Sonradan 'neden yedim ben bunları' bunalımlarına girsem de)

Yazdıklarıma bakıyorum da, bu hafta sanki beni mutlu eden şeyler açısından biraz vasat geçmiş, neyse sağlık olsun diyelim.

Sinirimi zıplatanlar

Annemle manasız didişmelerim ve sonrasında pişman olmak. (Fena halde anneme taktım kafayı, hayırlısı bakalım)

Yeterince kitap okuyamamış olmak.

Kitapları, giysileri eleme işini bitirememek.

İnsana konuşma fırsatı vermeyen ve sürekli kendi hayatını anlatan arkadaşlar.

Garmin'in dişi çalışma arkadaşının (Kendisi, bundan sonra tarafımdan 'Pırasa' olarak anılacaktır.) suratı asık diye üzülmesi dertlenmesi. ( Belki arıza bende, insan çalışma arkadaşı suratsız olunca, üzülüyordur belki de)

Bir grup moda bloggerının Alaçatı'da geçirdiği hafta sonu.

"Ay Tutulması" adlı dizinin neredeyse her gün, günde iki defa gösterilmesi. (Bence yazın tüm televizyon kanallarını kapatsınlar. Ayıp yani, sürekli aynı şeyleri tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar gösterip duruyorlar.)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Tesadüfler ve Nohut

Bir görüşe göre, hayatta hiçbir şey tesadüf değil. Karşılaştığımız insanlar, bulunduğumuz ortamlar, yediğimiz içtiğimiz, dinlediğimiz, okuduğumuz; hepsi bir amaca hizmet ediyor, hepsinin bir anlamı var, hiçbiri tesadüfi değil. Bu görüşe inanınca, haliyle olan biten herşeye bir anlam atfetmek ya da "Ya bu niye böyle oldu? Bunun anlamı ne şimdi?" diye düşünme ihtiyacı doğuyor bünyede. Mesela, hayatta hiçbir şey tesadüfi değilse ve bir anlamı varsa; benim haftada birkaç gün aynı adamla karşılaşmamın sebebi ne?

Şöyle ki, iki üç hafta önce, televizyon kanalları arasında gezerken, bir programın konuğu olan adam gözüme tanıdık geldi. Ünlü biri değildi ama sanki ben bir yerlerden tanıyordum. Üstünde durmadım. Bu olaydan birkaç gün sonra, bir akşam Garmin'le arabayı bir ara sokağa park ettik ve o da ne, sözkonusu adam birkaç araba arkamızdaki arabaya biniyordu. 'Allah Allah" dedim kendime, hani sözkonusu sokak evimize yakın olsa diyeceğim ki, aynı bölgede oturuyoruz o yüzden görüyorum ama öyle değil. Ertesi hafta, annemle bir cafede çay içerken, haydaaa yine aynı adam üç beş masada arkadaşlarıyla oturuyor. Artık o an, "Bu adam neden sürekli karşıma çıkıyor?" diye düşünmeye başladım. Tabi bir sonuca ulaşamadım. Derken, dün annem bir mağazada kasada ödeme yapıyordu ve bir de baktım, yine aynı adam annemin arkasında kuyrukta. Haydaaa oldum. Nedir şimdi bu? Hiçbir şey tesadüfi değilse, bu adamı sürekli görmem bana ne anlatmaya çalışıyor ya da kişisel gelişim dilinde konuşacak olursak, "Evrenin bana mesajı ne?" Ben şahsen bir cevap üretemiyorum ve bir anlam bulamıyorum. Belki de hiçbir şey tesadüfi değil. Ama şöyle bir durum da var, çok az sokağa çıktığım düşünülürse, bu adamla mütemadiyen karşılaşmam gerçekten ilginç. Hayırlısı diyelim.

Ve nohut. Yani yemesi güzel de. Neden bu güzel bakliyatın kabukları var. Annem sabahleyin, haşladığı nohutun kabuklarını ayıklama görevini bana verdi. Alt tarafı bir kase dolusu nohut vardı ama bir ara kafayı üşütüyorum sandım. Bir tabak yemek için, saatlerce uğraş dur, yok haşla, yok kabuğunu ayıkla, sonra soğan doğra, domates doğra, kavur pişir vs. Söyleyince söyledi oluyor, şimdi ben neden yemek yapmayı seveyim? Nohut yesem ne olur yemesem ne olur? Kuru fasulye de aynı işlevi görmüyor mu mesela?

Evet şu sıralar hayatımda tesadüfler ve nohut var, bakalım sözkonusu adamı bir daha ne zaman göreceğim?

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Gandalf'ı Beklerken...


Havadan sudan, oradan buradan yazarken en zoru bir başlık düşünmek. Belki de yazıya koyduğum fotoğraflar nasıl ki yazıdan son derece alakasızsa, başlıklar da alakasız olabilir. Neden olmasın? Şu an yazarken fark ediyorum ki sanki yazı karakterinde bir enteresanlık var ama hiç düzeltmekle uğraşamayacağım.



Bugünü eskiden, haftanın belli bir gününü, bir su kenarına gidip, çamaşır yıkamaya ayıran kadınlar gibi çamaşır yıkamaya adadım. Sabah 9'da başladığım süreç, kurutma makinesinin de desteğiyle herhalde öğleden sonra sona erer ve temizlikçi ablamız da kendini rahat rahat ütüye adar yarın. Ben de bugün, çamaşır yıkama seansları arasında evi nasıl düzene sokacağımı hayal ederim, büyük olasılıkla. Gerçi bugün insanlık için küçük, benim için büyük bir adım attım ve dolapların yeriyle ilgili bir değişiklik, bir derlenme toparlanma için bir usta çağırdım eve, fiyat almak için ilk etapta. Plan şöyle, salonun yanındaki odadaki, duvarın yarısını işgal eden dev kalorifer peteği sökülecek ve pencerenin oraya takılacak! Peki ev sahibi buna ne diyecek? Sonra oraya dev raylı dolap konulacak. Yine aynı odada bulunan bir başka dolap, bir şekilde boşaltılacak ve ortadan kaldırılacak. Aynı odadaki iki kütüphaneden en sevilen ve vazgeçilemeyen kitaplar ayrılacak ve diğerleri kendilerine maalesef yeni yuvalar arayacak. Bu arada yoğun araştırmalarım sonucunda, hiçbir kurumun, okunmuş roman istemediğini fark ettim. Buradan da duyurayım, isteyenlere, karşı taraf ödemeli olarak, elimdeki kitapları kargoyla yollayabilirim. Olmadı bir gün oturup, bloga bir liste yazayım, isteyenler bana söylesin, ben de üçer beşer yollayayım. Hem böylece boşa gitmemiş olsun kitaplar.

Evet eşya, dolap, kitaplık işleri böyle. Asıl mesele giysileri elemekte çünkü onları verecek birilerini bulmak daha zor. Yine pek çok kurum kullanılmış giysi istemiyor, haklı olarak. Eşle dostla da bedenler her zaman uyuşmuyor. Ve giysiler yepyeni olduğu için ben de şiddetle birilerinin işine yarasın istiyorum.  Tabi bir taraftan da nedense giysilerden, çoğunu kırk yılın başı giysem de çok zor ayrılıyorum. Ya sonra ihtiyaç duyarsam, ya gidip aynısından almak zorunda kalırsam diye ve tabi bir de giysilerin anı değeri de sözkonusu, şunu şuraya giymiştim, aaa bu eteği X'le almıştım diye. Halbuki neticede cansız nesneler kendileri, vereyim ve hafifleyeyim gitsinnnnn.

Keşke eve Gandalf gibi elinde asasıyla biri gelse ve iki üç asa darbesiyle önce evi, sonra da beni düzenlese...

16 Ağustos 2011 Salı

Kıskanmak

Şöyle ara vermeden yazayım diyorum bir türlü olmuyor. Yazmama sebebim, manalı ve ulvi aktiviteler olsa - evi toparlamaya başlamak, kitapları elemek, giysileri elemek, kitap okumak, yazmak, sinemaya gitmek, yemek yapma konusunda aşama kaydetmek - "Tamam, bloga yazmaya vaktimin olmaması doğal" ama boş boş vakit geçiriyorum, yazmak istiyorum ve yine de yazmıyorummm. Çıkan sonuç belli aslında, tembelim! Fakat bunu düşünmemeye ve kendime uygun bir iş bulmak için, oturduğum yerden dua etmeye devam ediyorummmmm.

Bugün yine moda bloggerlarını kıskanıyorum ve onların hayatlarını çalasım var. Bir marka, moda bloggerlarının bir kısmını (neye göre bir kısım olduklarını bilmiyorum) hafta sonu için Alaçatı'ya götürdü. Moda bloggerları, Cuma günü bir güzel bavullarını hazırladılar ve hafta sonlarını o şahane, ortama uyumlu giysileriyle deniz, güneş, kum şeklinde Alaçatı'da geçirdiler. Beni ise kimse bir yere götürmüyor, bir yerlere götürmeyi bıraktım, bir defter bile yollayan yok:( Moda bloggerı olmak varmış vallahi.



Belki de blogda tek bir alana odaklanmak lazımdı. Sadece kitap, sadece yemek tarifleri, sadece moda gibi. Ama herşeyden ışık hızıyla sıkıldığım için bu odaklanma durumu benim için oldukça zor. Aslında sadece okuduğum kitaplar hakkında yazmak manalı olabilir ama ben okuduğum kitaplar hakkında yazmayı değil, onları okumayı seviyorum sadece. Bu da baktığımda, hiç üretken bir aktivite değil; otur saatlerce oku (ve bir de okuduklarımı hızlıca unutuyorum) eeee, ne olmuş yani bir sürü kitap okuyorsan, geri dönüşü yok. Oysa giyinmeyi seven moda bloggerları veya okudukları kitaplar hakkında yazanlar, bir açından birşeyler üretmiş oluyor. Acaba sadece kitap okuduğum ve havadan sudan yazdığım için bana hediyeler gönderip, beni tatile götürecek birileri var mıdır?


12 Ağustos 2011 Cuma

Haftalık Bilanço

Bundan sonra Cuma günleri, şahsi bilançomu çıkartmaya karar verdim. Neler yaptım, neler okudum, kimlere kızdım, neye sevindim diye.

Hoşuma Gidenler,

"Şirinler" filmini izlemiş olmak. Pek çok yazıda, filmin pek de büyüklere hitap etmediğinden bahsedilmiş olsa da bence harikaydı, çok keyifli vakit geçirdim. Tüm küçüklere ve büyüklere şirinlemelerini tavsiye ederim.

Köşk Dalyan'da yediğimiz iftar menüsü. Şahaneydi! Hem herşey çok lezzetliydi, hem de servis harikaydı.

Teyzemle kuzenimin evlerine dönmüş olması.

Ablamın, pek görememiş, olsam da İstanbul'da olması.

Alexander Mccall Smith'in tüm kitaplarına, Garmin'in şahane hediyesi sayesinde ulaşmış olmam ve çerez gibi sözkonusu romanları okumammm.

Anneme içimden geçenleri, ohhhh, şöyle bir haykırmak!

Aylardır ve yıllardır elemek istediğim giysilerin bir kısmını nihayet elemiş olmak.

Çarşamba günü, saat 16:00'ya kadar evde tek başıma vakit geçirebilmiş olmak.

Rokoko yemek.

Ve son olarak da manikür pedikür yaptırabilmek.


Hayallerimdeki kanepe

Canımı Sıkanlar,

Manikürcü kızın ayaklarıma ojeyi çok fena sürmüş olması! (Eve gelince durumu fark etmem ise ayrı bir sinir sebebi)

Tek başına bir yerlere gidememek, hep birileriyle gitmek zorunda kalmak.

Garmin'in şiddetle sinir olduğum dişi çalışma arkadaşıyla, bir akşam tam 24 dakika, kıkır kıkır kıkırdayarak ve hatta başka bir odaya giderek (güya bizi rahatsız etmek istemiyor) telefonda konuşmuş olması. Tamam duyuyorum, işle ilgili konuşuyorlar, ama ne gerek!

Bir işimin, bir gelir kaynağımın olmaması.

Hakan Günday'ın "Az" adlı romanını bir türlü alamamış olmak.

Dört yıl önce okuduğum, Zadie Smith'in "İnci Gibi Dişler" romanını bir türlü hatırlayamam.

Yukarıdaki maddeye paralel, her ne hikmetse, okuduğum romanları hızla unutmam.

Unthinkable adlı filmi izlerken geçirilen zaman. Bana kalırsa, korkunçtu.

Annemin kimi cümleleri, saplantıları ve tabi önyargıları.

Çok tatlı yemiş olmak.

Çok pide yemiş olmak. (Hayır oruç filan tutsam neyse ama pide ve peynir ikilisini yanyana görünce duramıyorum.)

Aile bireylerine, mesafeli ve neşesiz yaklaşımım neticesinde gelen "B. birşeye mi kızdın? Neyin var?" soruları. (Yok keyfimden trip yapıyorum!)

Son olarak evimizi gereksiz bir şekilde, giysilerin ve buna paralel dolapların işgal etmiş olduğunu fark etmiş olmak. (Bir sabah uyanmayı ve evdeki giysi dolaplarından çok şahane bir şekilde kurtulmuş olmayı hayal ediyorum. Belki de problemim çok hayal kurmak. Kalkıp kendi kendime kurtulsam ya dolaplardan!)

11 Ağustos 2011 Perşembe

Heyheyler

Fena halde heyheylerim üstümde. Herkese bağırasım, çemkiresim var. Özellikle şu cümleler son dönemde, çemkirme isteği yaratıyor bende.

"Akıl akıldan üstündür." (Tabiki üstün olunan akıl, benim aklım. Tavsiye veren kişinin aklı ise nedense en üstün akıl. Pöhhh diyorum."

"Ben senin iyiliğin için söylüyorum." (Sonucun kimin iyiliğine olacağı ise tartışılır. Hem belki benim derdim kendi iyiliğim değil.)


Daha etrafımda dönen böyle pek çok cümle var ama ilk aklıma gelenler ve en çok sinirimi bozan bunlar. Aslında bu cümlelere ve söyleyenlere kızmamam lazım. Kızmam gereken kişi, benimmm. Ne akla hizmet 7 yıllık işi gücü bırakıp, 4 yıl edebiyat okuma hayallerine kapıldım ki? Kendimi nerede sanıyordum ki işimi, hayatımı değiştirebileceğimi sandım? İşi bırakmasaydım şimdi iyi kötü terfi etmiş, maaşım artmış olacaktı. Eee maaşım olunca da kendi kendimin efendisi olacaktım bir şekilde. Şimdi ise birşey almak ya da yapmak istediğimde, sözkonusu şeyi alacaklardan binbir türlü tavsiye, fikir geliyor ve ben de bir yay gibi gerildikçe geriliyorum. Mesela nazar boncuklu bilezik alacağım diyelim, "Ama hep böyle uyduruk şeyler alıyorsun," (Eee ben uyduruk şeyleri seviyorum!), "Boşver şimdi çocuk gibi bilezik almayı," (Eee ne diyeyim, ne cebimdeki, ne kartımdaki para benim tarafımdan kazanılmadığına göre). Yani insan, kendi parasını kazanmayınca, etrafındakiler ne kadar cömert ve iyi niyetle olursa olsun, bana göre, kişiliğini kaybetmeye başlıyor. İstediği bileziği alamıyor, istediği dergileri almaya çekiniyor, harcanan para başkalarının olunca hiçbir şeyin tadı kalmıyor.

Yani Virginia Woolf, kendinize ait paranız olsun derken o kadar haklıymış ki. Hatta kendine ait bir odadan önce gerekli para. Yoksa dediğim gibi, birilerinin parasına bağımlı olmak, onlar ne kadar iyi niyetli olursa olsun, son derece sinir bozucu. İşin kötü yanı ne iş yapacağımı da bilemiyorum. Eski işime dönmem imkansız, 5 yıl oldu ipleri koparalı. Edebiyat alanında ise, üniversiteye giderken kurduğum hayallerin hiçbiri gerçekçi ve manalı gelmiyor şu an. Ne editör olasım var, ne de çevirmen. Zaten olmak istesem de, böylesi pozisyonlar sözkonusu değil. Ben de çareyi dua etmekte buldum. Karşıma hem mutlu olabileceğim hem para kazanabileceğim, bir iş çıkması için dua ediyorum. Henüz bir cevap alamadım, bakalım, elimde kalan tek çare bu maalesef...

5 Ağustos 2011 Cuma

Başkasının Hayatını Yaşamak

Teyzemle kuzenim gittiler. Ev ve annem bir miktar sakinleşti. Kendisi şu an temizlikle meşgul, ben de Queen eşliğinde hem birşeyler yazıyorum, hem de moda bloglarına bakıyorum ve kıskanıyorum. Keşke ( bayağı sık demeye başladımmm) ben de moda bloggerı olsaydım çünkü bayağı renkli ve eğlenceli bir hayatları var dışarıdan görüldüğü kadarıyla. "Eee seni ne tutuyor, sen de modayla, giydiğin, aldığın, sattığınla ilgili yaz, oturup saçmalayacağına," diyebilirsiniz ama öyle değil işte. Yani çok istememe rağmen öyle şahane, çarpıcı giyinebilen biri değilim. Bu yolda vakti zamanında çok para da harcadım, dolapları tıkış tıkış doldurdum ama yok ben de o yetenek yooooooookkkk. Mesela bu moda bloggerları, acayip ucuza şahane şeyler giyebiliyorlar ve her daim güzel ve havalılar.



Bir de moda bloggerı olunca o çekim senin, bu mağaza benim, şu parti kiminse kimin gezebiliyorsun ve davet edilebiliyorsun. Sonra gezdiğin gördüğün yerlerde verdiğin pozları bir güzel yayınlıyorsun blogunda; Elbise: H&M, Ayakkabı: Nine West, Çanta: Miu Miu diyerek. Şahane değil mi? Bir taraftan da zor olmalı her gün havalı olmak aslında. Yani en azından ben olamıyorum bir türlü. Moda bloggerları dışında bazı arkadaşlarım da bu havalı olma meselesini pek iyi beceriyor. Ben de her seferinde "Ayyy bunu nereden aldın?" diyen kişi oluyorum. Arıza bende belki de, niye takıyorsam güzel giyinmeyi bu kadar? Ama seviyorum işte.Yok yok kesin çok isterdim başarılı, çok takip edilen bir moda bloggerının hayatını yaşamayı. Tabi hayatını yaşayacağım moda bloggerı, geçimini de bu moda blogu üzerinden sağlıyor ve çalışmıyor olmalı! Bir de her türlü davete çağrılıyor olmalı.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Şişmek!

Ayyy fena halde sıkıldım üç beş gündür. İçim şişti. Ne doğru düzgün kitap okuyabiliyorum, ne kendi kendime takılabiliyorum. Cumartesi gününden beri teyzem ve kuzenim anneme tatile geldiler, eee ben de annemin evinde takıldığım için mecburen onların programına dahil oldum ve tabi sıkıldımmm. Alıp başımı gidesim ve dönmeyesim var, yalnız kalasım var kimseyi düşünmeden, dert etmeden.

İlişkiler samimi olmayınca sıkıntı oluyor aslında. Kuzenim bir garip kız, sürekli sigara içip, abuk sabuk konuşuyor. Teyzem tatlı bir insan ama o da kızının sorunlarını çaktırmamak için kendini fena halde kasıyor. Annem kuzenime kızıyor, teyzemi yorduğu, sinir ettiği için ve dönüp hırsını benden çıkarıyor. Garmin aramızda olduğunda mutlu aile tablosu için hepimiz rol kesmeye çalışıyoruz, gülüyoruz, oynuyoruz. Bir de bu akşam ablam da anneme geliyor. Ama Allah'tan yarın öğlen teyzemler gidiyor! Gerçi onların gitmesi de bir kurtuluş değil, bu sefer de annemin, kuzenim ve teyzem üzerine sosyolojik, psikolojik, antropolojik analizlerini dinlemek durumunda kalacağım. Ne diyeyim Allah bana şu sıralar sabır versin!



Keşke diyorum (ki keşke demeyi hiç sevmem aslında ve dememeye çalışırım ama) şöyle şahane bir işim ve şahane bir kazancım olsaydı, kendi kendimin efendisi olsaydım yani. Şimdi ailenin para kazanmayı olunca sanki bazı şeyleri alttan almam ve tahammül etmem gerekiyormuş gibi bir durum oluyor. Örneğin ablam, annem beni maddi açıdan desteklediği için onlara her türlü borçlu hissediyorum kendimi ve tabi onların daha hayatıma müdahale etme şansı artıyor. Örneğin, evdeki dolabın parasını ödeyen annem diyelim ve o dolabı atmak istiyorum, bunu dile getirince suratlar asılıyor, binbir türlü trip. Halbuki dolabı ben almış olsam, anneme ne. Ya da param olsa, teyzemler buradayken alır başımı giderim başka yerlere. Amaaannn bu aralar şu para ve iş güç meseleleriyle ilgili karamsarım zaten. Kuantum, dua etmek filan da işlemiyor ben de. Neyse, yine de şükredeyim ve şişme halimin sona ermesini dileyeyimmmmmmmmmmm.