31 Ocak 2011 Pazartesi

İç Dökme...

Erkeklerin zihninde doğan ve onların çabalarıyla varlığını sürdüren bir dünyada yaşadığımızı; tarihin, edebiyatın, kanunların, kuralların, toplumsal normların, müziğin, modanın ve daha birçok şeyin, temelde, onların eseri olduğunu tabi ki biliyorum. Kadın hareketlerine, kadının “kazandığı” haklara rağmen, kadınların hayatında, temelde çok şeyin değişmediğini de düşünüyorum. Evet,  kadınlar oy kullanıyor, okula gidiyor, çalışıyor, hem çocuk hem kariyer yapıyor ama nedense ben, kadınların hala erkeklerin dünyasında ve onların kurallarına göre yaşadığını düşünüyorum ve tecrübe ediyorum.

Erkekler anlatıyor, yazıyor, çiziyor, oynuyor ve biz izliyoruz. Ben de dün akşam “Dumanaltı Aşıklar” adlı oyunda seyredendim, birileri yazmıştı ve oynuyordu ve ben de koltuğumda sessizce oturup izlemeli hatta gülmeliydim. Açıkçası bu kurallara uydum ama oyun süresince zihnim çenesini hiç kapamadı ve çok ama çok sinirlendi. Neden mi? Sebepleri çeşitli;

Oyundaki erkek kahramana göre; kadınlar 7-8 yaşlarından itibaren, tüm ayrıntılarıyla, düğünlerini planlıyor ve bunun hayaliyle yaşıyor. Başka bir dertleri yok.
Erkeklerin evlilikle birlikte hayatları biterken, kadınların hayatları evlendikleri zaman başlıyor.
Kadınlar sürekli erkeklerden bir şey istiyor ve temelde istedikleri ise evlenmek.
Kadınlar erkekleri bunaltıyor; yok tangoya gidelim, yok tiyatroya gidelim diye.
Kadınların aslında hiçbir şeyden haberleri yok ama hepsi doğuştan dekoratör, moda tasarımcısı gibi davranıyor.
Kadınlar vücutlarını bilmiyor, Nicole Kidman’ın giyebileceği gelinlikleri giymeye, dudaklarını Angelina Jolie’nin dudaklarına benzetmeye çalışıyorlar ama sonuçta tabi ki hepsi komik oluyor.
Kadınların hepsi tek taş istiyor, başka bir şey istemiyor.

Ve hatırlayamadığım, kadınlar ilgili daha pek çok şeyi anlatıyor kahramanımız ve bizi, aslında erkekleri, kadınlarla ilgili bilgilendiriyor. Belki de kadınlara, “bakın efendi olun, isteklerinizden vazgeçin,” demeye çalışıyor. Ne demeye çalıştığından emin değilim ama oyunun bakış açısının fazlasıyla tek taraflı olduğunu düşünüyorum. Mesela bana göre; aslında kadınlar evlenince hayatları zindana dönüyor; erkeklerin koltuklarından kıpırdamadığı bir dünyaya adım atıyorlar ve işlerinin yanı sıra bir de ev işleriyle uğraşıyorlar.  Evet, belki kadınların çoğu evlenmek ve şahane bir düğün yapmak istiyor ama inanın, hayattaki tek istekleri bu değil ve bir düşünün bakalım kadınlar neden evliliğe takıntılı hale gelmiş. Kadınlar, maalesef erkeklerin yarattığı bir dünyada, onların kurallarıyla yaşıyor ve sonrasında komik, zavallı olarak algılanan onlar oluyor. Bu arada, kadınların güzelleşme çabalarıyla, evlenme istekleriyle dalga geçen erkekleri de ben çok komik buluyorum. Diyelim ki kadınlar evlenmek istiyor ama erkekler evlenmek istemiyor. Tamam, o zaman evlenmesinler, zaten oyundaki kahramanımızda evlenmiyor bu kadınlarla, hemen sepetliyor. Fakat oyunun sonunda, evlenmek üzere olduğu kadının kafasının karıştığını söylemesine de çok bozuluyor. İyi vallahi, sadece onların kafası karışsın, kadınların kafasının karışma şansı olmasın, onlar anlatsın, biz dinleyelim.

29 Ocak 2011 Cumartesi

Grey's Anatomy'yle Yaşamak

Madmen'in dördüncü sezonunu tamamlamamın ve beşinci sezonuna, maalesef, henüz ulaşamamamın ardından, ben de Grey's Anatomy ile 2000'li yılların ABD'sine yelken açtım. Son haftalarda, günlerim, Seattle'daki, SGH'da (Seattle Grace Hospital) geçiyor. Ve ağırlıklı olarak, ihtisasını yapan doktorlarla takılıyorum. Etrafta uzman doktorlar da var ama hem dizi hem de ben ağırlıklı olarak, ihtisasını yapmakta olan doktorların etrafında dönüyoruz. Ve şimdi de sizi ihtisasını yapmakta olan doktorlarımızla tanıştırıyorum.

Meredith Grey: Soyadından da anlaşılacağı üzere, kendisi dizinin başrollerinden birinde ve aynı zamanda dizinin iç sesi. Ben açıkçası kendisinden pek hoşlanmıyorum ve bu role seçilmiş kadının da, Ellen Pompeo, bunda büyük bir rolü var. Ne bileyim, bir kere dudaklarını şöyle hafifçe öne uzatmış ve şuh havalarda etrafa bakan kadın tipi bana itici geliyor belki de. Neyse, fiziksel özellikleri bir kenara bırakalım ve Meredith'i anlatmaya devam edelim. Meredith'in annesi, herkesin kendisinden hayranlıkla bahsettiği, an itibariyle Alzheimer olan Ellis Grey'in kızı. Annesiyle babası o küçükken, ayrılmışlar. Bu ayrılığın ana sebebi, Ellis Grey'in, an itibariyle Meredith'in çalıştığı hastanenin şefi olan, Richard Webber'a aşık olması. Fakat aralarındaki ilişki sonuçsuz kalıyor çünkü Richard karısını terk etmiyor. Tabi Meredith'in annesinin hayatındaki fırtınalar ve bunun yanısıra işinde çok başarılı bir kadın olması, Meredith'in üzerinde derin izler bırakıyor. Dizi ilerledikçe, bu izleri adım adım öğreniyoruz.



Meredith, ihtisas için hastanede çalışmaya başladığı an itibariyle, bir de bakar ki, bir önceki gece öylesine yattığı adam, hastanenin ünlü ve yakışıklı (tartışılır tabi) beyin cerrahı Derek Shepherd'dır. Ve Derek, kendisini kaptırmıştır Meredith'e. Başkaları da Meredith'e kapılır, mesela George, mesela Mark. Bence öyle pek ahım şahım bir tip olmamakla birlikte, erkeklere çekici gelen bir kadındır Meredith. Derek'le fırtınalı bir ilişkili yaşarlar. Pek çok problem sözkonusu olur. Mesela, bir gün, bir de bakar ki Derek aslında evlidir. Ama herşeye rağmen, Derek tarafından fazlasıyla sevilir, beğenilir, ilgilenilir bir kadındır Meredith. Ancak benim için dizinin en itici belki de tek itici karakteridir. Ben de neden taktım bu kadına, bilemiyorum. Belki de kıskanıyorum. Yok kıskanmak değil de, ne bileyim o dudakları önde halleri, tavırları sinirime dokunuyor işte. Meredith analizimi ben pek sevmedim şahsen, gerçi Meredith'i de sevmediğim için önemli değil. Fakat bundan sonraki karakterleri, daha manalı bir şekilde analiz edeceğim, yani beni izlemeye devam edin.

21 Ocak 2011 Cuma

Hayırdır İnşallah ve Julia&Julie

Son 3-4 gündür, Tom Robbins'in "Sıska Bacaklar" adlı romanını elimden düşüremiyorum. Ya da şöyle diyeyim, büyülü bir dünyaya girdim çıkamıyorum, çıkmak istemiyorum. Fakat kitap üzerimde nesnelerle ilgili bir yan etkiye neden oldu; artık nesnelerin kendi kendilerine hareket edebildiğine ve hatta konuşabildiğine inanıyorum. Çekmecedeki kaşıklara, buzdolabındaki fasulye konservesine farklı bir gözle bakıyorum. Bu yeni bakış açısıyla yuvarlanıp giderken, akşam yemek hazırlıkları sırasında bir nesne bana bir oyun oynadı. Şöyle ki, etli taze fasulyenin pişme sürecini yakından takip ediyordum çünkü düdüklü tencereden çıkan sesler beni fena halde korkutuyordu ve tabi bir taraftan da düdüklü tencere bana birşey mi demeye çalışıyor acaba diye düşünmeden edemiyordum. Bir taraftan da klasik olarak yemek yapmanın ne saçma, ne gereksiz birşey olduğunu düşünüyordum, mutfağın ortasında dikilmiş. Tam konuşmaktan ziyade patlamaya hazır olduğuna inandığım düdüklü tencereyi, mutfakta tek başına bırakmaya karar verdiğim anda bir müzik sesi mutfağı kapladı. Telefon sesi değildi, evde müzik çalacak herhangi bir alet de mevcut değildi, fakat sanki ben bir film karesindeymişim gibi düşüncelerime, hareketlerime hoş fakat bilmediğim bir müzik eşlik ediyordu ve müzik çok ama çok yakınımdaydı. 'Ne oluyoruz yaw? Sıska Bacaklar beni ne hale getirdi?' diye söylenirken, fark ettim ki müzik sesi sevgili iphoneumdan geliyor. Hayır zil sesi değil tabi. Iphone, kendi kendine - buraya dikkatinizi çekerim, tuşları kilitliydi - bana bir şarkı çalmaya karar vermişti. Şaşırdım kaldım ama şarkıyı kapatmadım ve bitene kadar hareketlerime eşlik etmesine izin verdim. Harika bir tecrübeydi açıkçası. Ben fasulyeyi kontrol ediyorum ve arka planda sözsüz bir şarkı çalıyor (şarkının ne olduğunu halen bilmiyorum, ne hikmetse Track 3 diye kaydetmişim).



Bana "Hayırdır inşallah" dedirten fon müziğinin ardından, keyifle, uzun zamandır izlemek istediğim "Julia&Julie"yi izlemeye başladım. Yemeksel vb faaliyetler için ara vererek izlemiş olsam da çok iyi geldi film bana. Blog yazarı kahraman ayrıca çok hoşuma gitti. Umarım benim blog yazma tecrübem de Julie'ninki gibi şahane bir şekilde ilerler. Yemek yapmaktan hiç hazzetmesem de, film ben de yemek yapma isteği bile uyandırdı diyebilirim. Aaa bir de unutmadan, etli taze fasulye ilginç bir şekilde başarılı oldu. Buradan beni konuyla ilgili bilgilendiren Kunegond'a ve anneme teşekkür ederim ve şahsım adına pratik yemek yapma konusunda başarılarımın devamını dilerim.

Not: Bugünkü fotoğraftaki resim de Rus ressamlardan.

20 Ocak 2011 Perşembe

Önce Huzur Sonra Sinir

Ya sürekli olarak başıma sinirlerimi bozacak birşeyler geliyor ya da benim sinirlerim çok çabuk bozuluyor.

Bugün sabah 10'da evden çıktım, Rus ressamların resimlerini ve yanısıra Frida Kahlo'nun resimlerini görme konusunda kararlıydım. Uzun zaman sonra ilk kez vapura bindim ve Karaköy'deki Starbucks'ta (Karaköy'de Starbucks olduğunu bilmiyordum.) güzel bir kahvaltı yaptım. Sonra da tıngır mıngır Pera Müzesi'ne uzandım. Aslında ben bir "resim" insanı değilim. Gerçi çocukluğumda ve sonrasında işe ilk başladığım yıllarda resim yapma hatta ressam olma girişimlerim oldu. Çocukluğumda gerçekten yaratıcı olduğuma halen inanıyorum aslında, taaa o zamanlardan kalma bir resim dosyam bile var. Fakat ilkokul ve ortaokuldaki, "Evet çocuklar bu hafta demiryolları ve Türkiye konulu bir resim yapacağız," tarzı direktifler sanırım beni önce yaratıcılıktan sonra da çalışarak güzel resim yapma ihtimalinden uzaklaştırdı. Zaten kazık kadar olduğum dönemdeki girişimim de ilk haftalardan itibaren fenaydı çünkü ne kadar uğraşırsam uğraşayım hiçbir şey çizemiyordum. Resim insanı olmamamın nedeni resim yapamamam değil tabi. Pek çok resme aynı anda bakmanın beni bir çeşit zihni boşluğa ve paniğe sürüklemesi. Mesela, yurtdışında çok katlı bir müzeye gidiyorum, bir sürü ünlü ressamın resimleri sergileniyor ve ben gezmeye başlıyorum. İlk 15-20 dakika sorun yok, sakin sakin resimlere bakıyorum. Sonra elimdeki broşürden müzenin büyüklüğünü ve yüzlerce resmin sergilendiğini gördüğümde bende bir panik başlıyor; "Yaw nasıl bakacağım bütün resimlere, ya bir anlam filan kaçırırsam, ya hiç bir anlam veremezsem," diye. Bu hisle ya koşarak bütün resimlere bakmaya çalışıyorum ya da bir saatin sonunda "Kafam karışıyor, böyle bakamam," diyerek koşarak müzeden çıkıp, müzenin dükkanına dalıp resimlerin birkaç kartpostalını alıyorum. Resim insanı değilim işte! Ama bugün Pera Müzesi, bu halimi kırdı. Bir kere yüzlerce resim sergilenmiyordu, az ve öz resim vardı. Rahat rahat her resme derin derin baktım, hatta bir tanesinin, en beğendiğimin (fotosunu koyacağım),karşısında dakikalarca oturdum. Müzeyi benimle birlikte gezen ve her resimde ne olduğunu , "Aradaki 7 Farkı Bulun" oyunlarında olduğu gibi tek tek sayan teyzeler ("Bak burada saman var, yatak da samandan, çocukların ayakları çıplak, çok yazık. Bu çocuğun önünde yemek olarak kuru ekmek var ama yanakları kıpkırmızı, nasıl oluyor acaba?") gerçi çok sinir bozucuydu ama onlar bile huzurumu bozamadı aslında. Ve gerçekten bayıldım Rus ressamlara. Özellikle Repin'e ve "İşte Enginlik" adlı tablosuna. Birkaç kez daha gidip, karşısında oturmayı planlıyorum.



Bu huzurlu, mutlu sergi gezme saatlerinin ardından, keyifli bir şekilde eve geldim; yazacaktım, okuyacaktım. Fakat bir de baktım sular kesik, hemen kapıcıyı aradım, meğer bizim Garmin, beni pek bir sorumsuz, fatura ödemez, işe yaramaz bulan Garmin, iki aydır su faturası ödemiyormuş, haliyle İSKİ'de bugün öğlen gelip kesmiş. Evde olsam engellerdim ama Allah'tan bizim kanatsız melek kapıcımız gidip borcumuzu ödemiş ve ona akşam beşten sonra açacaklarını söylemişler. Umarım gelirler, yoksa sinirlerim daha da bozulmaya devam edecek. Neyse olaya negatif enerji yüklemeyeyim ve çekim yasası prensiplerine paralel olarak "Şu an suyumuzu açmaya geliyorlar" diyeyim.

18 Ocak 2011 Salı

Önce Sinir Sonra Grey's Anatomy


İnanılır gibi değil gerçekten; yanımda rahat rahat taşıyıp istediğim yerde yazı, blog vs yazayım diye mini minnacık bir netbook satın alıyorum ve fakat ne oluyor? Herkesin çatır çatır internete bağlandığı bir cafede ben bir türlü internete bağlanamıyorum. Şu an oturup hüngür hüngür, haykırarak ağlamak istiyorum; internet için, aldığım kilolar için, yüzümdeki lekeler için - yani pürüzsüz, ipeksi, mermer gibi, şiirler yazılamayacak bir cildim olduğu için -, bir türlü hamile kalamadığım için, yemek yapmayı sevmediğim ve saatlerce uğraşmama rağmen iyi yemek yapamadığım için, annemi aramadığım zaman içimde derin bir sıkıntı olduğu için, kendime ait gelirim olmadığı için, hayatım boyunca yaptığım çoğu şeyi niye yaptığımı bilmediğim için - mesela neden 3-4 boyunca Polonya'nın küçücük bir kentinde, saçma sapan bir staj yaptığımı ve bunun hayatımda ne tip bir değişikliğe yol açtığını bilmiyorum -, bir türlü disiplinli bir insan olamadığım için, aldığım kararları uygulayamadığım için, evi ve eşyalarımı istediğim gibi toparlayamadığım için, tembel olduğum için, okuduğum kitapları hızla unuttuğum için, yıllardır bir Golden Retriever sahibi olmak isteyip bunu bir türlü gerçekleştiremediğim için, babam öldüğü için, araba kullanmaktan korktuğum için, sürekli hayatımı değiştirecek birşey ya da olay beklediğim için, sürekli dizi izlediğim için. Bunları yazarken, ilginç bir şekilde internete bağlandım! Teşekkürler, bunu sağlayan yüce güç. Ve yazmanın da etkisiyle, sinirlerim bir miktar yatıştı, çok şükür.

İnsanoğlu ne ilginç bir varlık; bir an kapkara hissediyor, bir an kıpkırmızı! Sanki içimizde bir solucan var, hem ilerliyor hem renk değiştiriyor. Aslında beyin cerrahı olmak varmış, ne kadar ilginç olurdu içeride ne olup bittiğine bakmak. Şu sıralar Grey's Anatomy'le fazlasıyla haşır neşir olduğum ve buna paralel Derek Sheperd'ın (kendisine beyin cerrahı olmasına rağmen kılım gerçi) pek çok ameliyatına tanıklık ettiğim için beynin içinde ne olup bittiği meselesine takmış durumdayım. Örneğin, hastaneye takıntıların esiri olmuş bir hasta geliyor, adam bir kelimeyi 96 kez tekrarlamadan duramıyor, ve hemen adamın beynini açıp, bilmemne bölümüne müdahale ediyorlar. Yani bazı şeyleri alıp ekleyerek, düşünmemize müdahale edilebiliyor.


Grey's Anatomy'i yoğun olarak izlemem sadece beyne ilgimi artırmadı aynı zamanda yarım günümü hastanede geçirmeme de neden oldu. Şöyle ki geçen hafta; Pazar, Pazartesi, Salı geceleri toplamda 20-25 bölüm Grey's Anatomy izledim üstüste ve New York'ta geçen Madmen'in ve dolayısıyla 1960'ların dünyasından çıkıp, Seattle'daki, Seattle Grace Hastanesi'nin, 2000li yıllarında yaşamaya başladım. Hastanede olup biten üzücü olaylara rağmen, stajyer doktorlar arasındaki ilişkiler, arkadaşlık, işlerine tutkuyla bağlı olmaları, dolu dolu bir hayat yaşamaları nedeniyle içimden sürekli "Ahhh keşke ben de sizlerle birarada olsam" diye tekrarlayıp durdum bu arada. Ve bilin bakalım ne oldu? Çarşamba günü öğlen, kendimi bir hastanenin koridorlarında, karın ağrımı geçirecek bir doktor ararken buldum! Aslında Pazartesi akşamından beri karnım ağrıyordu ama Salı gecesi ağrıdan ağlayınca Çarşamba günü hastaneye gitmeye karar verdim. Fakat İstanbul'daki özel hastane beni hiç tatmin etmedi, doktorlar ne yakışıklı ne de ilginçti. Uzun mücadeleler sonucunda görüşmeyi başardığım doktor, apandistimin patlamak üzerinde olduğundan endişelendi ve birden bir acil hastası kıvamına geldim, ultrason ve testler için koridorda beklerken gözlerim Dr Burke'u, George O'Malley'i, Christiana'yı ve Izzie'yi aradı ama nafile...Netice ultrasondan da testlerden de birşey çıkmadı fakat her zaman olduğu gibi yollar jinekoloğa çıktı. Ve tabiki sorun da yumurtalıklarımla ilgili çıktı. Meğerse sağ yumurtalığın içi kist doluymuş ve ağrıyı o yapıyormuş ve ben de ağrıyı hissediyormuşummm. Aslında sorunum jinekologla ilgili olmasa şaşardım ama jinekoloğumun Grey's Anatomy'de oynayacak kadar hoş bir tip olması beni en azından mutlu etti, tabi bir de ameliyat filan olmayacak olmam nedeniyle rahatladım!

Hastane sonrasında, bir süre Grey's Anatomy'i izlemeye korktum ama Allah'tan bu korkumu hemen aşıverdim ve tekrar doktorların yoğun, renkli dünyasına daldım. Grey's Anatomy'nin 6 sezonluk dvdleri ablamın yılbaşı hediyesiydi, kendisi günde sadece bir bölüm izlemem şartıyla hediyemi vermişti yılbaşı gecesi. Ben de "Aaaa tabi bir bölümden fazla izlemem" diyerek söz vermiştim kendisine! Ne fenayım di mi ama? Aslında belki de yaptığım, yani sözümü tutmamam çok insani birşeydir, eğer Havva ile Adem'in de Tanrı'ya yasak ağacın meyvesini yemeyecekleri ile ilgili verdikleri ve tutmadıkları sözü hatırlayacak olursak!

6 Ocak 2011 Perşembe

Madwoman

Nereden aklıma geldi bilmiyorum. Bir sabah, kalktım, giyindim ve plazaların göklere yükseldiği bir semtte öğle yemeği yemeğe karar verdim. Hava soğuk ve yağmurluydu. Üşenmedim ve tam plaza çalışanları binalardan koşarak dışarı fırlarken, plaza semtine ulaştım. Nerede yemek yiyebilirim diye etrafa şöyle bir gezdirdim. Ve gözüme, insanların önünde dikildiği bir barı olan, sevimli bir cafe-bar ilişti. Öğle yemeğinden ziyade akşam yemeği için tasarlanmış bir yer gibi gözüküyordu ama içerisi kalabalıktı ve ben de içeri girdim. İçeri girdiğimde beni en çok şaşırtan şey, herkesin sigara içiyor olmasıydı. Dumansız hava sahası burada işlemiyor demek ki diye düşünerek ve rahat rahat oturup sigara içebileceğimi düşünerek, duvar kenarındaki masalardan birine oturdum. Masamdan, hem barın etrafındaki kalabalığı, hem de masalarda oturan üç beş kişiyi rahatça görebiliyordum. İnsanlar yemekten çok içmeye gelmiş gibiydiler. Ben çalışmayı bıraktığımdan beri, öğle yemeği anlayışı değişti herhalde diye düşündüm. İnsanların giyim zevkinin de değişmiş olduğunu düşünürken, yaşlı bir garson gelip siparişimi almak istedi. Hamburger ve bir kadeh kırmızı şarap istedim. Ben yemeğimi yemeye başlarken, içeriye herkesin dönüp baktığı orta yaşlı bir adam girdi, 35-40 yaşlarında gösteriyordu. Benim biraz ilerimdeki masaya, yüzü bana dönük bir şekilde oturdu. Hemen bir içki siparişi verdi ve o garsonla konuşurken, ben de yemek yemeyi bir kenara bırakıp, dikkatle yüzünü, hareketlerini incelemeye koyuldum. İnanılmaz yakışıklı bir adamdı ve her tarafından müthiş bir güven yayılıyordu etrafa. Bir sigara yaktı, hemen ben de paketime uzandım. Şarabımı yudumlayarak, sigaramı içerek, adamın her hareketini takibe aldım. Onun yerinde başkası olsa, büyük olasılıkla bakışlarımdan rahatsız olurdu ama o hiçbir şeyin farkında değil gibiydi. Böyle bir adamla birlikte olmak nasıl olurdu diye düşünerek, bir resmi inceler gibi adamı izlemeye devam ettim. Üst üste içilen birkaç kadehin (viski içiyordu galiba) ve içtiği onlarca sigaranın ardından, masanın üstüne bir miktar para koyup kalktı. Ben de peşinden tabi. Durduk yere burada öğle yemeği yemeye karar vermemin nedeni, belki de bu adam diye düşünüyordum. O önde ben arkada bir plazanın önüne kadar geldik. İçeri girdi, ben de peşinden. Yanyana asansör bekliyorduk ve "Keşke en azından bir anlığına bana baksa," diye düşünüyordum ama ne o ne de başkaları bana bakıyordu. Asansör bekleyen diğer insanlarda farkımda değil gibiydi. Ben ise ısrarla, adamların şapkalarına, kadınların daracık belli ve kabarık etekli paltolarına, upuzun tırnaklarına, yapılı saçlarına bakıyordum. Siyah çizmemin içine tıktığım siyah dar pantolonum, kısa siyah paltom ve dağınık saçlarımla modanın dünden bugüne değişip değişmediğini ve belki de artık çalışanların böyle giyindiğini ama beş yıldır çalışmayan biri olarak, benim bundan bihaber olduğumu düşünüyordum.


Nihayet asansöre bindik. Adam ve birkaç kızla beraber asansörden indim. Bir reklam şirketinin girişindeydim ve artık daha ileriye gidemem diye düşünüyordum. Ne yapacaktım ki içeri girip? "Merhaba, ben burada çalışmak istiyorum" mu diyecektim ya da "Selam, geçerken bir uğrayayım dedim." Ben zihnimden bunları geçirirken, bir de baktım benim yakışıklı ve karizmatik adam kapıdan girmiş, peşinde kabarık etekli bir kızla sağa doğru yürüyor. En azından kim olduğunu sorayım resepsiyondaki kıza diyerek içeri girdim, cesaretime hayran kalmıştım doğrusu. Kızın telefon görüşmesinin bitmesini bekledim ve hemen konuya girdim; "Afedersiniz,demin içeri giren, gri paltolu beyin adını öğrenebilir miyim?" Kızdan tık yoktu, kapıya doğru bakıyordu. "Allah Allah" diye mırıldandım ve "Pardonnn, size birşey sordum," diye hafifçe bağırdım. Kız sol taraftan gelen beyaz saçlı adama selam vermek için ayağa kalktı, yerine oturunca da önündeki zarflara bakmaya başladı. "Pardonnn," dedim tekrar ve o sırada bir de baktım ki yakışıklı ve karizmatik adam resepsiyona doğru yürüyor. Saçlarımı çaktırmadan düzeltmeye çalıştım, gerçi etraftaki incecik ve fena halde bakımlı kadınların yanında pek şansım yoktu ama olsun. Resepsiyona yaklaştı ve kıza "Can you please postpone our meeting with Lucky Strike" dedi. Tam ben hoppala bunlar niye ingilizce konuşuyor diye düşünürken, resepsiyon kızı da "Sure, Mr Draper," diyerek telefona sarıldı. Ben de o sırada, kıza "Bay Draper'a bir kargo göndereceğim, kartını alabilir miyim?" demeye karar verdim. Elimi, artık kızın dikkatini çekmeye kesin olarak kararlı bir şekilde hafifçe sallayarak, pardonnn dedim, yeniden. Ama bu sefer elim tık tık birşeye çarpıyordu. Tekrar parmaklarımı salladım, tekrar aynı ses. Bir cama çarpıyordu sanki elim. Emin olmak istedim ve elimi küt diye vurdum, evet cam vardı önümde. Ve birden etrafımdaki herşey karanlığa gömüldü. Madmen'in ilk sezonunun birinci dvdsi bitmişti.