31 Ekim 2011 Pazartesi

Beagle Aşkı

Geçen hafta iki kere bloguma yazı koymayı denedim ama bir türlü olmadı.Ya bilgisayara bir haller oldu, ya sayfada bir takım saçmalıklar yaşandı. Ama bugün kararlıyım, uzun ya da kısa bir yazı yazacağım.

Günlerim boş geçiyor şu sıralar. Pek kitap okuyasım yok nedense, belki de son dönemde hep birinci tekil şahıs anlatıcılara rastlamamdan kaynaklanıyor durum. Hangi romanı elime alsam bir "BEN"dir gidiyor. Tanrı anlatıcı, herşeyi bilen anlatıcı tarih olup gitmiş. Ve "BEN" anlatıcı beni bir süre sonra sıkıyor. Yok, "Ben küçükken şöyle", "Ben büyürken böyle". Bir "BEN" sevdasıdır gidiyor. Belki de roman dışına çıkmam lazım biraz, ne bileyim araştırma-inceleme tadında birşey okumalıyım ya da tekrar kişisel gelişim olayına dönmeliyim. Gerçi ne kadar okursam bir türlü kişisel olarak gelişemiyorum ama...Ahhh Allah'ım bir değnek olsa da şöyle sürtünüverse bana ve sevdiğim birşeyi yaparak para kazanmaya başlasammm.



Kişisel gelişimle ilgili yayınlarımıza göre, herşey bizim elimizde ama ben iş konusunda nedense hiç öyle hissetmiyorum. Fena halde birilerini suçlayasım var, özellikle de "evren"i ve "şans" denilen kavramı. Şimdi ben bu suçlamalara tam girişecekken etraftan muhakkak biri çıkıp, "Ama herşey senin elinde, birşeyi muhakkak yanlış yaptın. Bir düşün bakalım, neden edebiyat okudun? Bütün edebiyat mezunları mı işsiz yani?" deyiveriyor. Bu da bende ziyadesiyle sinir yapıyor çünkü haklılar oturduğum yerden hiçbir şey olmaz, "şans" da kalkıp bana uğramaz bu şartlarda. Ama uğrasa o kadar iyi olur ki! Mesela bugün yolda tıngır mıngır yürürken, biriyle tanışsam ve bana hayatımın işini teklif etse!

Aaaaa az kalsın unutuyordum. Dün itibariyle, son dönemde bana çooooooookkkk sevimli gelen bir köpeğin cinsini öğrendim; beagle! Öyle tatlı ki, bir gün benim de bir beaglemın olmasını umuyorummm ve sizi de kendileriyle tanıştırıyorummm.


24 Ekim 2011 Pazartesi

Üzgünüm

Herşey öyle üzücü ki, ne yazmak ne de birşey yapmak geliyor içimden. Televizyondaki görüntüler kabus gibi. Yapılabilecek tek şey elimizdekileri Van'a yollamak ve oradakiler için dua etmek sanırım.

Anadolu Yakası'nda, benim bildiğim Kadıköy Belediyesi'nden, Caddebostan Kültür Merkezi'nden ve bu akşam 19.00-21.00 arası Fenerbahçe Stadı'nın oradaki Migros'un önünden yardımlar toplanıyor. Özellikle kuru gıdaya, suya, polar giyeceklere ve battaniyelere, çocuk bezine, kadın pedine ve her türlü giyeceğe ihtiyaç varmış.

18 Ekim 2011 Salı

Asansör Yüzünden Ayrılık

Bir evlendirme programından canlı canlı aktarıyorum. Kadınla erkek anlaşırlar, beğenirler birbirlerini. Ve daha yakından tanışmaları için kendilerine bir süre verilir. An itibariyle, ilişkilerine devam edip etmeyeceklerini söylemek için ekrana çıkarlar. Fakat kadın ayrılmaya karar vermiştir çünkü erkeğin evinin olduğu apartmanda asansör yoktur ve ev altıncı kattadır. Kadın ilişkiyi bitirmeye kararlıdır, asansör yoktur apartmanda, daha ne olsun???



İnanılmaz değil mi? Yani insan ayrılık sebebi olarak, oturacakları apartmanda asansör olmamasını öne sürebilir mi? Ve bu sebebi ileri süren kadın, aslında erkeği beğendiğini tek sebebin asansör olduğunu söylüyor ısrarla! Şaka gibi.

Az önce annemin salona girmesi ve "Bu saçmalıkları izlediğine inanamıyorum!" diyerek kumandayı elimden alması nedeniyle maalesef bu son derece ilginç ilişkinin gidişatını maalesef aktaramayacağımmm. Allah akıl versin, ne diyeyim ya da daha iyisi bir asansör firması sponsor olsun ve sorun çözülsün.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Yine Yeniden...

Cumartesi günü tekrar perde seçme işine giriştim. Yağmur çamur demeden kendimi, Garmin'in yardımıyla sokağa attım. Bir arkadaşım (O da perde seçmeye çalışıyor) onun 4 yaşındaki oğlu ve ben saat 11 sularında perdeciye giriş yaptık. Çıktığımızda saat 1'e yaklaşıyordu. Ve ben yine doğru düzgün birşey seçememiştim. Beğendiğim 3 adet perdenin ise metre fiyatını bile hatırlamıyordum. Sanırım fazla seçenek insanı bu hale getiriyor; yok parlak, yok düz, yok desenli, yok hareketli tül, yok çiçekli tül derken insan aptala dönüyor. Eminim perde seçme işinden zevk alan çok insan vardır, mesela moda bloggerları kesin bayılıyordur perde seçmeye ve çok da zevkli tercihler yapıyorlardır ama ben yapamıyorum işte. Neyse derdim bu olsun di mi? Bugün tekrar annemle gideceğiz, bir de onun müthiş! fikirlerini dinleyeceğim. Allah bana sabır versin. Aslında kafamda birşey oluştu gibi, yani seçtiklerimden alakasız ve çok daha ucuza gelecek birşey geldi aklıma. Bakalım bugün bir soracağım, umarım ucuz ve güzel olur da yaptırırım artık!

Cumartesi perde çalışmaları ve arkadaşımda 2 saat oturup çene çalmanın dışında klasik olarak renksiz ve hareketsiz geçti. Garmin'in iş yapması gerekiyordu, ablam yorgundu, annem yemek yapıyordu. Bana da kös kös oturmak düştü. Güya Yengeç burçları evlerine düşkün olurmuş ama ben de tam aksi, dışarılarda dolanayım öyle boş boş ya da bir yerde oturup birşeyler içeyim benden mutlusu yok. Akşam hep beraber bayık bir akşam yemeği yedik ve sonra biz tekrar kendi evimize dönüp, bir türlü ısınmayan kaloriferlerle kavga ettik. Bizim ev tam anlamıyla Pollyanna'nın çatı katı gibi. Yazları pişiyorsun, kışları donuyorsun. Yazın evi cehenneme çeviren güneş, tamam kışın daha az parlıyor ama bu kadar da olmaz ki!


Pazar günü nispeten daha hareketliydi. Yine ailecek Otto Santral'e kahvaltıya gittik. Kahvaltı ve ortam gerçekten şahane fakat etrafta çok çocuk var. Bir palyaço çocukları eğlendirmeye çalışıyor. Çocuklar palyaçoyu pek iplemiyor, tesisin içinde çığlık çığlığa koşturuyorlar. O kadar rahatsız edici değillerdi aslında haklarını yemeyeyim şimdi ama ne bileyim kahvaltımızı ederken, çalan müziğin sesini duysak daha iyiydi. Kahvaltıdan sonra havanın aşırı soğuk ve ablamın da hasta olması nedeniyle evlere dağıldık. Garmin iş yaptı, ben de kitap okuyup hala ısınmamış olan kaloriferlerle kavga ettim.

Bugün ise enerjisi düşük bir güne başladım. Ablam ve Garmin işteler, bence çok şanslılar. Ben ise annemle başbaşayım. Annemin asabiyeti üstünde, ben ise anneme ve herşeyi gürültülü bir şekilde açıp kapatmasına takmış durumdayım. Attığı her adım batıyor şu anda. Fakat yapacak birşey yok, en azından şu sıralar. Sonrasında belki kaçar giderim ve "Without a Trace" adlı dizideki gibi düşerler peşime. Düşmeseler daha memnun olurum aslında çünkü özellikle annem ve ablam fena halde içimi kıyıyor şu sıralar.

14 Ekim 2011 Cuma

Bir Gün

Dışarıda hafif ıslak, yumuşacık bir hava var. Bıraksalar saatlerce yürüyebilirim.

Annemin evinde kaloriferler yanmaya başladı bile. Akşam kendi evime gittiğimde bünyem şoka girecek sanırım.

Papa John'sun Akdeniz pizzası harika. Normalde 3 dilim yiyen ben, dün akşam sanırım 5 dilim yedim!

Pelit'in Ekpa adlı pastasını da tavsiye ederim. Bıraksalar ya da yargılamasalar diyeyim, açık söyleyeyim, oturup tüm pastayı yiyebilirdim. Fakat bir şekilde kendimi kontrol etmeyi öğrenmişim işte, küçük bir dilimle yetindim dün akşam. Ancak bu sabah, kahvaltı üstüne, hemen bir dilim daha yedim. Sabahları pasta yemeyi seviyorum!

Bugün bir iki saat annem, 63 yaşında bir arkadaşı ve 77 yaşında bir arkadaşıyla takıldım. Açık söyleyeyim içimi daralttılar. Belki de şu sıralar herkes beni bayıltıyor. Gerçi sonrasında buluştuğum, kendi yaşıtım olan arkadaşımla geçirdiğim zaman gayet güzeldi. Sonrasında öğrendim ki annemi de baymış kendi arkadaşları. "Kimseyle buluşmiyciğim. Offf yaaa." diye söylendi bir süre.

Annem mutfakta yemek hazırlıyor. Herşeyi o kadar gürültülü bir şekilde yapıyor ki, insanın kafası şişiyor. Söyleyince de, "Naaaapiiiiiiiyyyyyyyyyyyimmmmmm Allah Allah, ses çıkıyor işte. Sen de iyice bir garip oldun," diyor. Peki ben ne yapayım? Mutfağı süngerle kaplatsak mı acaba?

Garmin işten geç çıkacakmış, ablam da bir yere uğrayıp gelecekmiş. Bekleyen olmak kötü birşey, keşke beklenen olsam şu sıralar.

"Bir Gün" adlı romanın filmi gelmiş sanırım sinemalara. Ben kitabını okudum. Ne bileyimmm, idare eder ama öyle yüzyılın aşk romanı filan değil bana kalırsa.

Annemin yumuşaması ve gürültü yapmaması, benim de iş güç, para sahibi olmam için her gün ciddi ciddi, konsantre bir şekilde dua ediyorum ama yok işte kimse duymuyor beni.

Herkese iyi hafta sonları.

13 Ekim 2011 Perşembe

"Uyku Geldiyse Bedene Ne Mutlu Kalkıp Gidene!"

Annemin iddialarına göre, hiç görmediğim babası yani dedem, evine gelen misafirlere artık misafirlik faslının sona ermesi gerektiğini "Uyku geldiyse bedene ne mutlu kalkıp gidene!" diyerek bildirirmiş. Merak ettiğim nokta, bu cümleyi duyan misafirlerin bir daha dedemin evine gidip gitmediği. Ancak bu konuyla ilgili maalesef bir bilgim yok. Birileri bana böyle birşey söylese, bir daha evine gider miyim bilmiyorum ama dün geceki tecrübemden sonra gördüm ki insan bazen "Uyku geldiyse bedene ne mutlu kalkıp gidene," demeyi fena halde istiyor.

Dün akşam yaşıtım olan üç arkadaşım bize geldi. Garmin de annesine gitti, biz rahat rahat takılalım diye. Hafta sonu beni bir miktar bayan aynı gruptu eve gelen. İlk olarak pizza siparişi sırasında beni hasta ettiler. İki adet orta boy pizza sipariş etmiştim ve arkadaşlar pizzaları yetersiz buldu. 4 kadın ve minik bir çocuğun bu kadarcık pizzayla doyamayacağını iddia ettiler. Tamam deyip, bir tane de büyük pizza sipariş ettim. Pizzacı sanırım manyak olduğumuzu düşündü. Daha pizzaları yerken, bu sefer tatlı olarak ne yiyelim muhabbeti başladı. Ve tatlı da sipariş edildi. Henüz pizzaları bitiremeden (eee haliyle çok geldi tabi pizzalar) tatlılar da geldi. Masada bir kaos tabi, pizzalar, kutuları, tatlı kutuları. Ve kimse kıpırdamıyor. Allah'tan Ozy (en becerikli arkadaş) el attı da masadakileri toparladık. Ve çay tatlı faslı başladı. Onları da yedik, bir miktar sohbet muhabbet derken, bir de baktık saat 23'e yaklaşıyor. Herkes de özellikle çalışan iki arkadaş da Ozy ve Hatty bir yorgunluk var tabi. Eee benim de sırtım ağrıdı sandalyede oturmaktan ve yoruldum. Yummy ise zaten bütün gün gezip tozduğu için yorgundu. Uzatmayayım, Hatty "Hadi kalkalım, sizi de bırakayım," dedim. İçim pırpır etti bunu duyunca haliyle. Yummy hemen kalktı "Evet geç oldu gidelim," diyerek. En korktuğum - çünkü oturdu mu kalkmak bilmez - Ozy'e de Hatty "Hadi Ozy," diyince iyice ferahladım. Fakat tam Hatty ile Yummy ayakkabılarını giyerken, Ozy "Siz gidin, ben çayımı bitirip öyle kalkacağım," dedi ve o an başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Ozy çayını bitirdi, televizyonun karşısına oturduk. Biraz sohbet ettik, derken saat 23.30'da yorgunluktan gözleri çizgi çizgi olmuş Garmin geldi. Ozy hala oturuyor. Biraz da Garmin'le sohbet, kanallar arası gezinti derken saat geceyarısını buldu. Esniyorum, "Sen de işe çok erken gidiyorsun Ozy yaaa, zor olmuyor mu?" filan diyorum ama yok, Ozy oturmaya devam ediyor. Bu arada aklımdan sürekli dedemin nefis cümlesi geçiyor, söylesem mi söylemesem mi diye... Ve 00:30'a yaklaşırken, Ozy birden saatine bakıp "Aman Allah'ım saat kaç olmuş böyle!" diyerek ayağa fırladı. Saatin farkında olmaması bana biraz saçma geldi çünkü inanın zaman hiç de hızlı akmıyordu. Garmin geyiğinin "Bu saatte taksiye binme, seni eve bırakalım," demesiyle bir de o saatte sokağa çıktık ve eve geldiğimizde saat 01:00'dı. Uyku bedene çoktan gelmişti ve ben yaşıtlarımla bir süre görüşmeme konusunda çok ama çok kararlıydımmm.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Devam

Bir şekilde kendi blogumda yorum yazamıyorum. Anlayamadım, nedir problem. Tasarım, ayar, yorum her türlü yeri kurcaladım ama yok bir türlü yapamıyorum.

Hava dünden beri harika. Çok özlemişim serin, kapalı havaları. Yağmuru pek sevmem ama o da durumu abartmadığı sürece, problem yok. Son dönemde havalarla ilgili insanlarda şöyle bir eğilim gözlemliyorum; "Ben sonbahar bebeğiyim, ondan sonbahar gelince çok mutlu olurummm." Bende ise tam tersi bir eğilim var, yazın doğmuşum ama kesinlikle sonbaharı ve kışı seviyorum. Şöyle hafif üşüyeyim, paltomu, botumu giyeyim, evin içi loş olsun, terlemeyeyim, ohhh benden mutlusu yokkk.



Haftasonu, tam da istediğim gibi sokaklarda geçti ama sokak kısmı dışında pek keyif vermedi açıkçası. Gerçi arkadaşlarımla - yaşıtım olanlar - birlikteydim hep ama beni hem kendimden küçüklere hem de büyüklere kıyasla fena halde baydılar. Cumartesi limonatalarımızı içerken ve Pazar günü de kahvaltımızı ederken sıklıkla, 'Ya ben ne yapıyorum burada?' ve 'Bende kesin bir arıza var. Diğer masalardaki insanlar ahbaplarıyla ne kadar da mutlu' diye düşündüm. Yani dışarıda olmamı sağlamanın dışında arkadaşlarla olmak pek içimi açmadı. Galiba gün geçtikçe ablamın bir arkadaşının 7-8 yaşlarındaki kızına benzemeye başladım. Bu minik kız, okulda, dışarıda yeni birileriyle tanışıyormuş ve tanıştıktan sonra şöyle diyormuş annesine, "İyi bir insan ama ben böyle tek başıma iyiyim." Galiba ben de tek başıma iyiyim, gerçi şu aralar hiç tek başıma kalamıyorum ama demek istediğim bazen insanlar çok bayıcı olabiliyor.

Bugün tam kitap okuma havası ama boş işlerle uğraşmaktan tek bir sayfa bile okumadım henüz. Halbuki hayalim, annemin salonunda, camın önünde oturup okumaktı. Aslında Garmin'in gelmesine hala vakit var, o nedenle şöyle 20-30 sayfa okuyabilirim herhalde, o halde sizlere güle güle ve bana da hem iyi okumalar, hem de bu haftaiçi de her gün yazmaya devam etme konusunda bol şans!


7 Ekim 2011 Cuma

Rekor

Dört yıl boyunca, yani ikinci üniversite hayatım süresince, kendimden 10 yaş küçük insanlarla arkadaşlık yaptım, hala da yapıyorum ve çok da iyi anlaştım, anlaşıyorum. Kendi yaşıtım olanlarla arkadaşlığım da bu süreçte devam etti tabii ama seyrekleşti; çünkü aynı ortamları, aynı dertleri (iş güç, yemek, alışveriş...) paylaşmıyorduk, paylaşamıyorduk. Onlar olgunlaşıp, kadın olurken, ben gitgide çocuklaşıyordum. Çok da zevkliydi vallahi gençlerle birlikte olmak. Ancak okul bitince, genç arkadaşlarımla hayat yollarımız ayrılmak zorunda kaldı. Yine görüşüyoruz ama onlar iş güç peşinde koşuyor, ben ise oturduğum yerden iş için dua ediyorum mesela. Ya da onlar işe gidiyor, ben evdeyim vs vs vs.



Son dönemde ise genç ve yaşıtım olan arkadaş grubuma bir de 60-70 yaş grubu insanlar eklendi. Özellikle annemin evinde dinlenmek zorunda kaldığım dönemde, annemin arkadaşlarının ziyaretiyle aramızda bir samimiyet başladı. Bir kısmını önceden tanıyordum tabi ama bu kadar sohbet etme şansımız olmuyordu. Evdeki dinlenme döneminin ardından biraz biraz sokağa çıkmaya başlayınca ve maalesef tek başıma çıkamadığımdan annemle çıktığım için, bu sefer de dışarıda sözkonusu arkadaşlarla takılmaya başladım. Çay kahve kurabiye eşliğinde sohbetler devam etti. Sohbet konuları, hayattan beklentileri ve sıkıntıları benim düşüncelerimden tamamen farklı ama yine de geleceğimle ilgili fikir vermeleri açısından ilginç bir tecrübe. Mesela onlarla vakit geçirmeye başladığımdan beri, yaşlandığımda nasıl vakit geçirebileceğimi, nerede yaşayabileceğimi, bir günün nasıl geçeceğini düşünmeye başladım. Ve yaşlanmanın -eğer hareketler kısıtlanırsa sağlık sorunları nedeniyle- pek de eğlenceli olmadığına karar verdim. Hele bir de bakıcıyla filan yaşanıyorsa, gördüğüm kadarıyla tam bir kabus yaşlanmak.

Ve yaşlıların hayatıyla ilgili edindiğim tecrübelerin üstüne şöyle bir karara vardım; eğer şöyle 70'lerime kadar yaşarsam, sigaraya tekrar başlayacağım, her gün birkaç kadeh alkol alacağım ve kaşık kaşık nutella ve cips, çerez yiyerek kanepeye yayılıp dilediğim gibi kitap okuyup, film seyredeceğim. Kolestorol filan takmayacağım kafaya, zaten 70'e gelmişim, ne kolestorolü...

Bu arada yazının adının "Rekor" olma konusunu da açayım bitirmeden; sanırım ilk kez, haftaiçi her gün yazmayı başardım ve bir rekora imza attım. Kendimi tebrik ediyor ve herkese iyi hafta sonları diliyorum.

6 Ekim 2011 Perşembe

Simit Günü

Sabahtan beri simit yiyorum. Bıraksalar daha da yerim ama yememek lazım karbonhidrat neticede. Gerçi bende uzun zamandır bir karbonhidrat düşkünlüğü var. Pasta, börek değil de daha çok simit, küçük kurabiyeler, yulaflı, tarçınlı bisküviler filan yemek istiyorum. Hiç sebze meyve yiyesim yok. Kısaca an itibariyle şu sıralar çok popüler olan Karatay diyetine tamamen uzağım. Çok merak ediyorum; acaba sözkonusu diyeti uygulayıp zayıflayan birileri var mı? Varsa eğer kahvaltıda ekmek yemeden nasıl durabiliyorlar? Ben duramam şahsen. Bence en iyisi bol spor yapıp, istediğin şeyleri de az az yemek. Neyse şimdi biraz protein alımına gideceğim süt içerek ve simit yemeye bir dur diyeceğim.


New York Kütüphanesi


5 Ekim 2011 Çarşamba

İş Para İş Para

Beni mutlu edecek, sürekliliği olan, beni mutlu edecek kadar para kazandıracak bir iş arayışım, zihinsel olarak devam ediyor. Gerçi Pazar günü, zihinsel boyuttan çıkıp Google'da da arattım bu iş mevzusunu ama bir sonuca ulaşamadım. Google'dan ne bekliyorsam artık. Sanki "Ne iş yapabilirim?" diye aratınca, Google kalkıp, "Ressam olsan, iyi olur," diyecekti. Keşke birileri, benim yerime, bana hangi işi mutlu mesut ve paralı bir şekilde yapacağımı söylese. Ya da bir program olsa, ben bu programa ne tip bir iş istediğimle ilgili bilgileri girsem ve program bana hangi işi, nerede yapabileceğimi söylese. İşte, aşağıda, olası programa girmeyi planladığım maddeler.

Arkadaki ayaklar olmasaymış keşke

1. Ofis, plaza dışı bir ortamda çalışmak istiyorum.
2. İşe giderken, ne istersem giymek istiyorum. (Öyle cekettir, gömlektir uğraşamam.)
3. Esnek çalışma saatlerimin olmasını istiyorum. Sabah 8.30'da işbaşı yapmak istemiyorum.
4. Sayısı çok olmamak kaydıyla, sevimli, kültürlü, sempatik iş arkadaşlarımın olmasını istiyorum.
5. İyi para kazanmak istiyorum. Almak istediğim şeyleri, gönül rahatlığıyla almak ve bunun yanısıra sevdiğim insanlar için de bol bol para harcamak istiyorum.
6. Kitap okumaya, film izlemeye, gezmeye tozmaya, tatil yapmaya bol bol vaktim olsun istiyorum.
7. Sözkonusu işe giderken ve bu işi yaparken içimin sevinçle dolmasını istiyorum.
8. Gün içerisinde işimle ilgili aklıma fikirler gelmesini ve bu fikirlerden heyacanlanmayı istiyorum.

Bilmiyorum, bu şartlar, bu istekler hangi işe, hangi işverene uyar. Ama lütfen, ne olur birileri bana bu isteklerin hangi işle örtüşebileceğini söylesinnn.

4 Ekim 2011 Salı

Ve Perde!

5-6 ay önce kendime bir hedef koydum: yatak odasındaki perdeleri değiştirmek. Sarı, güdük kalmış, ruhsuz perdeler her gün sinirimi bozuyordu çünkü. Ruhu olan perde nasıl olur bilmiyorum ama şöyle pastel renklerde, canlı birşeyler istiyordum. Ve nitekim bu konuda ufak ufak araştırmalara da başladım. Ancak araştırmalara başladıktan sonra kafayı perdelere takmış olmamın çok yanlış olduğunu anladım. Perde seçmenin bu kadar zor olduğunu bilseydim, inanın görmemezlikten gelirdim odadaki perdeleri ya da onları oldukları gibi sevmeye çalışırdım. Ama artık çok geç!



Perde seçmek zor çünkü fiyatlar inanılmaz pahalı, hatta bana göre dudak uçuklatan cinsten. Bir de odanızda bol pencere varsa, şimdiden söyleyeyim ayvayı yediniz. Benim şahsen tecrübe ettiğim en yüksek fiyat, metresi 115 tl olmak üzereydi. Bu metresi 115 tl olan perde de öyle aşık olunacak, ruh, karakter sahibi bir perde değildi bu arada. Ve 6-7 metrelik kumaş almanız gerekiyorsa, tül hariç fiyatı siz hesaplayın artık! İnanılır gibi değil.

Fiyatların yüksekliği dışında bir de seçenekler bence çok zevksiz ve sınırlı. Hep aynı hikaye; sim, yaldız, yanar döner desenler, böyle hışır hışır, insanın içini bir tuhaf yapan, satenimsi kumaşlar ya da düz, parlak renkler veya ağır, kadifemsi kumaşlar, soluk renkler... Bu perdeleri kullanmak için bence insanın evi şöyle ağır bir ev olmalı, ne bileyim böyle kıvrımlı mobilyalar ya da swarovski taşlı yatak başları gerek bu perdeler için.

Bir de perdeciler çok havalılar. Mesela ölçü almak için evinize gelmeye tenezzül etmiyorlar. Dikiş parasını ayrı alıyorlar ve perde kumaşından ufacık bir parça kesip vermiyorlar, hani eve gidince şöyle bir bakın odaya uyuyor mu diye? İndirim derseniz, öyle birşey de yok kitaplarında ve zaten bütün perdeler bir şekilde indirimde.

Kısaca daha önce de dediğim gibi pişmanın kafayı perdelere taktığıma. Halıya filan taksaydım keşke, gider alırdım ucuz birşey. Olur biterdi. Ama olmadı ve ben maalesef perde aramaya devam edeceğim. Yani şu sıralar sevdiğim bir işimin olmaması ve parasızlıktan sonraki en mühim meselem perde seçimi. Parası olmayan bir insan nasıl perde alıyor diye düşünecek olursanız, sponsorum annem tabiki. Acaba perde alacağıma, kendime birşeyler alsam daha mı iyi? Perdeleri değiştireceğim de ne olucak yani? Gerçi evin enerjisini olumlu etkileyip, belki iş bulmamı bile sağlayabilirler. Amannn bilemiyorum işte. Perde için de mi kuantum denesem?

3 Ekim 2011 Pazartesi

Parçalı Bulutlu

Hafta sonunu parçalı bulutlu geçirdim. Biri ne renksin bugünlerde diye sorsa, hiç düşünmeden "Gri" derdim. Manasızca ağlayasım, herkese kızasım ve çoğu zaman olduğu gibi kaçasım vardı. Cumartesi sabahı ablam ve Garmin'le dışarıda, denize karşı güzel bir kahvaltı ettik. Ne hakkında sohbet ettiğimizi hatırlamıyorum ama güzeldi kahvaltı. Kahvaltı sonrası ablam yurtdışından gelen arkadaşlarıyla buluşacaktı. "Ne giyeyim?" diye sordu annemin evine geçtiğimizde, birkaç şey söyledim, söylediklerimin hiçbirini beğenmeyip, sonunda üstündekilerle gitmeye karar verip, sadece benim sinirlerimi bozduğuyla kaldı. (Proustvari, amma uzun bir cümle oldu ya!) Sonra biz Garmin'le çıktık, "Ne olur biraz dolaşalım sokaklarda," dedim. Fakat Garmin'in bir saat sonra işe gitmesi gerekiyordu, klasik olarak biraz uykusu vardı, belki biraz uyurdu, patronları geleceği için arabanın içini toparlamalıydı. (Allah'tan bu patronlar geliyor da, arabaya koku filan alıp, bagajdaki ıvır zıvırı boşaltıyor Garmin)

Neticede Garmin saat iki sularında beni anneme bıraktı ve ben de hemen ağlamaya başladım. İşim olmadığı, Cumartesi gününü annemle geçireceğim, kendime ait odam olduğu halde (gerçi odada tartışılır, evin kirasını Garmin ödüyor) param olmadığı için bir süre ufak ufak ağladım. Annem şaşırtıcı bir biçimde moralimi düzeltti ve beni Midpoint'e cevizli, çikolatalı brownie yemeye götürdü. Ve brownie, sinirlerime gerçekten iyi geldi. Öyle güzel, öyle lezzetliydi ki! Yanında da iki fincan demleme çay içtim ve kendimi Barbara Pym romanlarındaki, çayın ve çikolatanın tedavi gücüne inanan kadınlar gibi hissettim. Çikolata, çay ve annem iyi geldi.


Kendime, bu makaronlar gibi renkli bir hayat diliyorum!

Pazar sabahı ise güneşli bir güne uyandım. Tek hayalim vardı; Garmin'in erken kalkması ve kendimizi sokaklara atmamız! Fakat Garmin, Cumartesi de dahil olmak üzere çok çalışmıştı, yorgundu, patronları geleceği için stresliydi. Ve kendileri saat 11:15'de kalktı. 08:00 sularında uyanan ben ise vakit geçsin diye yapabileceğim herşeyi yapmış - Google'dan "ne iş yapabilirim, yarı zamanlı işler, yeteneklerimi keşfetmek" tarzı aramalar yapmak da dahil - ve bu arada yine, aynı sebeplerle ağlamış ve sinirlerimi bozmuş durumdaydım. Pazar günü sinirlerimi düzelten de olmadı maalesef; annemle ablam, ablamın evini yerleştirirken birbirlerine girdiler, Garmin benim suratsızlığıma bozuldu. Annem ablam nedeniyle tüm dünyaya ve kaderine kızgındı. Ablam, annem herşeye karışıyor diye sinirliydi ve film izleyip, televizyonun karşısında uyumak istiyordu. Ben ise dediğim gibi sokaklarda dolaşmak istiyordum. İçimde annemle ablamın huzursuzluğunun sıkıntısıyla, Garmin'le biraz dolaştık da ama keyif vermedi. Akşam ise dışarıda hep beraber yemek yiyeceğimiz için, gidip annemle ablamı aldık. Aaaa o da ne? Annemle ablamın arası gayet iyi! Salaklık bende tabi, ne diye takıyorum herşeyi kafama? Herkes keyfinde. Ben hariç hepsinin işi gücü ve parası var zaten. (Evet biliyorum çok taktım bu iş ve para mevzusuna ama elimde değil.)

Bugün ise Garmin ve ablam işe, annem spora gitti. Ben de şu an annemin evinde bu satırları yazıyorum, ağlama isteğim hafifledi ama yine de bugün de hava durumum parçalı bulutlu ve zaman zaman da gözyaşı şeklinde yağmur geçişleri sözkonusu olabilir.