31 Ekim 2010 Pazar

Eve Dönüş

Yaşasın!!! Nihayet temiz evimize ulaştık. Aslında geleli 5-6 saat oldu ama yemek, banyo, çamaşır faaliyetleri derken ancak oturabildim. Kendimi, aylar süren askerlikten sonra evine dönmüş biri gibi hissediyorum. Çarşamba sabahından bugüne kadar sadece 2 kez banyo yapabildiğim düşünülecek olursa, gerçekten de bir çeşit kısa dönem askerlik yaptığım söylenebilir. Neyse artık dilediğim gibi banyo yaptım, kanepede rahat rahat oturabiliyorum, rahatım. Keşke şöyle birşey olabilse; ışınlanma yoluyla mesela dilediğim zaman Çeşme'ye ya da Antalya'ya gidebilsem ama her gece evimde uyusam. Ne şahane olurdu! Işınlanmanın mümkün olacağı günleri iple çekiyorum.

Bu tatilde sergilediğim performans aslında hayatımla ilgili bana olumsuz sinyaller verdi; örneğin hiçbir zaman filmlerden izlediğim haldeki Hindistan'a gidemeyeceğimi gördüm, ayrıca bir hippi de olamayacağımı fark ettim maalesef. Tek korkum ise ilerleyen yıllarda evinden dışarı adım atamayan bir kadın haline dönüşmek. Umarım böyle olmazzz. Belki de bu 4-5 günlük tatile dayanabilmiş olmam olumlu bir adımdır, belki de adım adım temizlik takıntılarımı aşarım, kim bilir? Her neyse, eve döndüğüm için çok mutluyum.



Aslında tatil sayesinde bol bol kitap okudum, yaklaşık 1000 sayfa okudum ve şansıma okuduğum 3 kitapta şahaneydi. Eve döner dönmez de elime yıllardır okumak istediğim "Parma Manastırı"nı aldım ama birkaç sayfa okuduktan sonra fark ettim ki, şu sıralar hiç klasik okuma havasında değilim, daha çok yeni yazılmış yani tercihen 20-21. yüzyıl romanları okumak istiyorum. Şu an elimin altında bir tane daha "David Lodge" romanı olsaydı çok iyi olurdu benim için çünkü kış saati uygulaması uyumamı zorlaştırıyor. Kış saati uygulamasının yanısıra uyumamı zorlaştıran bir başka şey de şu sıralar sürekli vücudumu dinlemem ve en ufak birşeyi yorumlama çabam. Karnım, öncelikli ilgi alanım. Bu ay hamile kalmam için yuttuğum ilaçlar ve olduğum iğneden sonra hamile mi kaldım yoksa regl mi oluyorum ikileminde gidip geliyorum. Regl olmak istemiyorum, hamile olmak istiyorum mümkünse ama her ikisinin belirtileri de o kadar benzer ki benim bünyemde. Ve test yaptırmak için de reglimin gecikmesi lazım. Umarım umarım umarım hamileyimdir. Şu an fark ettim ki, epey bir okuduğum, kadım forumları gibi yazıyorum. O forumlara baktığım zaman, pek çok kişinin hamile kalmak için uğraştığını görüyorum. Fakat etrafıma baktığımda ise sanki herkes hemencecik hamile kalıyormuş gibi. Ayyy bilemedim. Kafaya takmamak gerek, bakalım, herşey iyi olur umarım. Eve hoşgeldim!

30 Ekim 2010 Cumartesi

Yolcu Kalmasın!!!!!!!!!!!!!

Evet, saya saya bitiremediğim 3-beş günlük tatil nihayet sona yaklaşıyor. Bugün, buradaki son günüm ve son gecem, inşallah. Gerçi hava bozsaydı, bugün dönecektik ve bu yüzden hava bozmadığı ve dönmediğimiz için ben bozuldum ama neyse. Dönmemize az zaman kaldığı için bugün güneşin keyfini çıkarabilirim.

Döndüğümde, kaldığımız yer hijyen kurallarını pek yerine getirmiyor filan diye butik otellerle ilgili bir web sayfasına bir yorum yazmaya karar vermiştim. Ama buranın sahibi o kadar iyi niyetli bir adam ki ve o kadar güzel yemek yapıyor ki, böyle birşey yazmamaya karar verdim ve belki de ben abartıyorum diye düşünmeye başladım. Neden mi? Çünkü benden başka, burada kalan kimse pinçiklenmiş bir biçimde ortalıkta dolanmıyor. Oteldeki diğer iki dişiyi oluşturan, biri Avusturyalı, biri İngiliz kadınlar gayet taze ve mutlu bir şekilde ortalıkta dolanıyorlar ve hatta günün büyük bir bölümünü odalarında geçiriyorlar. Bense odaya gündüzleri sadece tuvalet için gidiyorum. Bir de bu pansiyon, buranın en iyi pansiyonlarından biriymiş ve diğerlerini bu noktada düşünmek bile istemiyorum.

Yalnız burada yaşayan ve özellikle büyük şehirlerden buraya birkaç yıllığına tayin olmuş insanlara hayret ediyorum, burada nasıl yaşıyorlar diye. Çünkü burada zaman kıvamlı bir bal gibi akıyor. Mesela ben bilgisayarımı açana kadar saati öğleden sonra iki filan sanıyor ve kendi kendime "vay be, herhalde son gün diye vakit bu kadar hızlı geçiyor," diye düşünüyordum ama bir de baktım ki saat daha öğlen on iki bile olmamış. Burada, bu mevsimde vaktin güzel geçmesi için iyi bir kitap okuru, iyi bir sigara içicisi ve güzel alkol alan biri olmak gerekiyor. Gündüzleri kitap ve sigara, geceleri alkol. Gerçi ben alkole rağmen her gece, 3 saatte bir uyanıyorum. Allah'ım eve dönmek istiyorum. Eve döner dönmez ilk yapacağım şey, valizleri kapının girişinde bırakıp, koşarak duşa girmek olacak. Şakır şukur bir banyo yapacağım ve sonra da tertemiz yatağımda güzel bir uyku çekeceğim. Ertesi günde 60 derecede bütün çamaşırları zevkle, mutlulukla yıkacağım ve tekrar ve tekrar duş yapacağımmm.

Bir de bir gözlem, şu an burada iki çift var. Bir çift Türk ve şaşırtıcı bir şekilde ikisi de kitap okuyor, benim gözlemlerime göre tatil yörelerinde Türk çiftleri ya bağıra çağıra birbirlerine birşeyler anlatmalarından ya da birbirlerinin suratına bakmayıp, boş boş milleti dikizlemelerinden ayırt edebilirseniz. Ancak buradaki Türk çift hem kitap okumaları hem de fiziksel görünümleri itibariyle bizi yanıltıyor, çünkü ikisi de 40 yaşın üzerindeler ve buna rağmen kilo almamışlar ve adamın upuzun bembeyaz saçları var. Yani Türk olduklarını tahmin etmemiz zor, hatta imkansız, sizi yanıltabilirler. İşte size burada onların Türk olduğunu anlamanız için çok stratejik bir ipucu veriyorum, bu herşeyiyle Avrupai görünümlü insanlar eğer size "Selam" tarzı birşeyler demezlerse, bilin ki onlar kesinlikle Türk. Çünkü tüm turistler, sağolsunlar, sizinle aynı ortama girdiklerinde, yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle "Hellooo" diyiveriyorlar ve ne ölüyorlar ne incileri dökülüyor ne de bir yerlerinden bir yerleri eksiliyor. Hepinize bol "Hello"lu günler dilerimmm.

28 Ekim 2010 Perşembe

Tatil mi Kabus mu Bilemedim!

Dün tatilimizin ilk günüydü ve kaldığımız yerin pis olduğuyla ilgili artan hislerime rağmen açıkçası fena geçmemişti. Bir kere bütün gün dışarıda, dere kenarında oturup kitabı okuyup, sigaramı içtim rahat rahat. Huzur vermeyen odada vakit geçirmek zorunda kalmadım. Akşam saatleri biraz sıkıntılı geçti gerçi. Bir kere bütün akşam etrafımda, bu pansiyonda yaşayan üç kedi dolaştı durdu. Kedileri severim ama uzaktan, ben onlara dokunmayayım, onlar da bana dokunmasın şeklinde. Neyse kedilerden bir şekilde kurtulduktan sonra, bu sefer içimi gece nasıl uyuyacağım korkusu sardı. Çareyi Cuba Libre'de buldum. 3 büyük rakı bardağı dolusu Cuba Libre içtim ve derin bir uyku uyuyacağım umudu taşıyordum. İlk uykuya dalış aşaması beklediğim gibi oldu ama sonra sabah 3'te uyandım. Haydaaa diye haykırdım içimden çünkü bu eğreti pansiyonda kalkıp yapabileceğim hiçbir şey yoktu. En basitinden verandaya bile çıkamazdım çünkü tesisin bir de köpeği var ve kendisi bizim balkonda uyumayı tercih ediyor ve maalesef sağı solu hiç belli olmuyor. Bu arada köpeklere bayılırım ve yakından uzaktan her türlü severim. Yatakta bir süre debelendim, hayal kurmaya çalıştım ve sonunda kendime içimden "Uyu be uyu, hasta ruhlu seni!" diyerek bir komut verdim ve uyuyakalmışım. Sabah sevgili balık tutma sevdalısı eşimin (bu şahane tatili ona borçluyummm) alarmıyla 7'de uyandım ve o gittikten sonra da uyuyamayarak, yatakta elimde kitap put gibi yattım 9'a kadar. Odadan çıktığımda hava kapalıydı ve bu durum bu güne ilişkin bana umut vermedi.


Özlediğim, canım şehrim

Kahvaltıdan itibaren içime dünden daha güçlü bir sıkıntı dolmaya başladı çünkü dün akşam tesiste bulaşık makinesi olmadığını ve herşeyi ellerinde yıkadıklarında keşfettim. Kahvaltımı getirdiklerinde, "Acaba bu çatal bıçakla dün akşam kim yemek yemişti" diye düşünüyordum ve ağzımda büyüyen lokmalarla bir miktar kahvaltı yapabildim. Sonrasında moralimi yüksek tutmaya çalışarak kendimi şahane kitabıma kaptırdım. Bu arada hafif hafif yağmur yağmaya başladı. Tesisteki tek sandalyenin altına sığındım ve pisliği, fiziksel ve ruhsal rahatsızlığımı düşünmemeye çalıştım. Ve derken yağmur, inanılmaz bir biçimde hızlandı, kelimelerle anlatılamaz şekilde yağmaya başladı ve ben içeri kaçtım, restaurantımsı bir yere (Şu an karşımdaki sandalyede bir kedi var!) Ve yağmur fırtınaya döndü anda da, taaa buraya kadar sırf balık tutmak için gelmiş eşimin, halen balık tuttuğu geldi (3 kez aradım ama telefonlarımı açmıyor!) Ne keyifli bir tatil di mi ama? Bu arada restaurantımsı yerin tepesinden su damlıyor, acaba odamıza da damlıyor mu diye düşünmeden edemiyorum ve odaya gitmeyi hiç mi hiç düşünmüyorum. (Güneş mi açıyor yoksa?) Ve şu an burada geçireceğim saatleri ve günleri sayıyorum, bir hapishane mahkumuymuşcasına. Sevgili evimize dönmem için önümde Perşembe, Cuma, Cumartesi günleri ve maalesef tam 4 gece var! Offf Allah'ım, şükürsüzlük etmek istemem ama diyeceğim şu ki "Allah herkese 5 yıldızlı, müthiş temiz, tertipli düzenli otellerde tatil yapmayı nasip etsinnnnnnnnnn!" ve "AMİNNNNNNNNNNNNNN"

27 Ekim 2010 Çarşamba

Tatil...

Herhalde tatile gitmeyi sevmeyen yoktur. İşten güçten, rutinlerden, sorumluluklardan, trafikten, insanlardan bir süreliğine de olsa kaçış... Bana da tatil fikri iyi geliyor ama sadece tatile gidene kadar, çünkü otel odalarındaki hijyen koşullarına fena halde takığımmm.

Şu an eş kontenjanından Adrasan'dayım. Eşimin balık tutması için geldik, ben de pansiyonun kafesinde yayılmış kitap okuyorum sabahtan beri. Olayın bu kısmı şahane. Ohhh ne güzel, ye iç, kitap oku, sigara iç, kahve iç. Problem daha önce de dediğim gibi otel odalarında.

Bir kere ülkemizin otelleri ve pansiyonları odaları adam gibi temizlemeye tenezzül etmiyor. Kardeşim küçücük yer, bir zahmet pırıl pırıl yap di mi? Yok hayır, hepsi maalesef temiz bir nevresim takımını yeterli sayıyor. Nevresimler yıkanmaktan sararmamışsa şanslısınız. Havlular ise genelde sararmış ve kazık gibi oluyor. Allah aşkına bir havlu kaç liradır? Banyo ise nasıl diyim, insanda temizlik yapılan yer hissini yaratmıyor, herşey eğreti duruyor, duş perdesi bile yok. Ben öyle temizlik hastası bir insan değilim, ne bileyim evde elimde bez orayı burayı silmem, evim mis gibi deterjan kokmaz ama tertemiz ortamlarda yaşamayı severim ve bir yerin temizliğinden emin olamazsam da huylanırım. Ve maalesef genelde, en iyi otelinden tutun da pansiyonuna kadar tatile gittiğim hemen her yerde huylanıyorum ve hemen eve dönmek istiyorum, tertemiz yatağıma.

Dün de Adrasan'da kalacağımız pansiyona intikal ettik, oda fena gözükmüyordu. Bu arada sözkonusu pansiyon, kitaplara girmiş, tavsiye edilen bir pansiyon. Banyo ise kulübe gibi bir yer. Yatak sanki temiz ama eşyalarda ince bir toz tabakası...Neyse, yapacak birşey yok, yattım. Fakat bir süre sonra uyandım. Kafamda bir sürü düşünce; şimdi buralarda pislikten böcek de vardır, pire de vardır, ıyyy nasıl uyuyayım ben burada, keşke evde olsam vs. Sonunda sabaha karşı uyudum. Uyandığımda tek bir hedefim vardı; güzel bir duş almak. Bu da hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Küvet pis gözüküyordu ama terliklerim olduğu için cesaretlendim ve açtım suyu. Fakat o da ne, su sadece iki parmak akıyor, yıkanmanın, hatta bırakın yıkanmayı ıslanmanın bile imkanı yok. Sinir oldum tabi ama yapacak birşey olmadığı için giyinip kahvaltıya indim. Pansiyonun sahibine de su problemimi söyledim, depoda su az gibi bir cevap aldım, tatlı da bir adam uzatmadım. Ama sonrasında düşünmeye başladım. Yani temel hijyen şartlarını yerine getirmek bu kadar zor mu? Küçük bir odayı dip köşe temizleseniz, banyoyu pırıl pırıl yapsanız ne kaybedersiniz? Hiçbir şey kaybetmez, beni kazanırsınız, ama yok yok. Daha tam anlamıyla huzur bulduğum bir mekana rastlayamadım.

Bu arada turistlerin bu hijyenik olmayan şartlardaki rahatlığı da çarpıcı; gayet duş almış görünüyorlar ve yerlere çıplak ayak basıyorlar. Keşke ben de onlar gibi olsam. Bir de unutmadan, öğleden sonra duş olayını, bir su şişesine hamam tası muamelesi yaparak çözdüm, su şişesini doldurma boşaltma yöntemiyle, çok şükür banyo yapabildim.

Tatilimin su gibi geçmesi ve çabucak eve dönebilmem dileğiyle!

21 Ekim 2010 Perşembe

Plaza İnsanı Olmak ya da Olmamak


6-7 yıl boyunca plaza insanı olmak için çabaladım durdum. Özellikle ilk yıllar, işe vaktinden önce gittim, bana verilen işleri yapabilmek, bitirebilmek için canla başla çalıştım, iyi giyindim, sevimli davrandım, güzel rol kestim ve yaklaşık bir buçuk yılın sonunda uzman yardımcılığından uzmanlığa terfi ettim, öyle başarılı buluyorlardı ki beni bir televizyon kanalına her hafta düzenli borsa ve ekonomi raporu vermeye başladım, hatta birkaç programa stüdyoda konuk bile oldum. Unutmadan bir de finans alanında yüksek lisans yapıyordum, haftanın dört gecesi saat 22:30'a kadar derse gidiyor ve ertesi sabahta saat 7:30'da işte oluyordum. Frensiz gidiyordum kısaca... O sıralar, Shakespeare'in dediği gibi dünya bir sahneydi ve ben şahane rol kesiyordum. İşe yeni girmişler arasında başroldeki kadın oyuncuydum.

Derken büyü bozuldu. Sıkıldım ve yaptığım herşey manasız gelmeye başladı. Sabahları, servisle işe giderken kendimi, tabiki abartarak, bir toplama kampına götürülüyormuş gibi hissediyordum. Plazanın içine girdiğimde, ruhum daralıyordu. En mutlu olduğum anlar serviste ve öğle tatilinde kitap okuyabildiğim anlardı. Zamanla, yine abartarak, sağa sola çaktırmadan kucağımda çok sevgili romanlarımı da okumaya başladım. Bunun dışında işyerindeki vaktimin, büyük bir kısmını da sigara odasında sigara içerek ve muhabbet ederek geçirmeye başladım. İşleri bir şekilde yapıyordum, şişirerek, yalan yanlış yorumlar yapıyor ve ayrıca yaptığım işe hiç kafamın basmadığını hissediyordum. Yardımcı rollerdeki çalışma arkadaşlarım bayağı anlıyorlardı yaptıkları hesaplamaları, tahminleri ama ben hep şans eseri birşeyler yapabiliyordum. İktisat bölümünü nasıl bitirebildiğimi ve ilk yıl yaptıklarımı nasıl yapabildiğimi sorgulamaya başladım; cevabım hepsinin tamamen "şans" olduğuydu. Yaptığım işe uygun değildim, yaptığım işi sevmiyordu, ceketler ve kumaş pantolanlar beni sıkıyordu, sürekli kitap okumak istiyordum, kaçmak gitmek istiyordum, sigara işini iyice abarttım ve bir gün genel müdür yardımcısı beni ve en yakın çalışma arkadaşımı odasına çağırdı. Arkadaşım işyerine dayanabilmemi sağlayan tek şeydi; birlikte bol bol sigara içiyor ve şikayet ediyorduk, ayrıca her öğle tatilinden en az yarım saat geç dönüyorduk. Fakat onun kafası işe basıyordu, uygundu plaza yaşamı için aslında ama onu da yanımda sürüklüyordum işte. Neyse, genel müdür yardımcısının odasına girdik (bundan sonra ona kısaca HB diyelim), HB'nin önünde bir excel çıktısı duruyordu. Günde kaç kere sigara içmeye gittiğimizi ve ne kadar süre sigara içme odasında kaldığımızı takip ettirtmişti sekreterine. Herhalde onun da canı sıkılıyordu ki dedektifçilik oynuyordu. Şaşırdım kaldım, bağırdım çağırdım adama ve acayip sinirlendim. Kendisi sahne performansımızı beğenmiyordu ben hiç beğenmiyordum performansımı fakat eski iyi günlerimi de özlemiyordum. Bu olaydan kısa bir süre sonra arkadaşım başka bir şirkete gitti ve ben olduğum yerde kaldım çünkü iş değiştirsem de aynı şeyin olacağını biliyordum, dehşet sıkılıyordummm.


 

Umursamazlığımı abartmaya devam ettim ve işyerinde öyküler yazmaya başladım. Arada bir işsel şeyler de yapıyordum ama aslında bir plazada çalışan tam zamanlı bir öykü yazarıydım! Bu arada yazma atölyelerine de gitmeye başladım ama istediğim gibi çıkmadı. Bu karman çorman iş yaşamımın arasında bir de şahane bir ilişki yaşamaya başladım ve evlendim. Sevgili eşim işten nefretimi anlıyor, biraz dinlenmemi destekliyordu. Ama benim kafamdaki senaryoda; işten ayrılıyor, üniversitede edebiyat okuyor, ve ünlü bir yazar oluyordum. Neticede çooookkkk büyük bir keyifle işten ayrıldım. Tek üzüldüğüm şey öykülerimi de orada unutmuş olmamdı ama daha iyilerini yazarım diyerek fazla takmadım. Hayatımı değiştirebileceğime inanıyordum, sevdiğim şeyi yapacaktım ve ünlü bir yazar olacaktım. Fakat bir şeyi atlamıştım; bu ülke, değiştirilmeye çalışılan hayatlardan ve hayallerinin peşinde koşan insanlardan pek hoşlanmıyordu!

Gökten üç elma düştü, üçü de benim kafama düştü, ne yapacağımı şaşırdım kaldım...


18 Ekim 2010 Pazartesi

Eşime Cevaben...

Sevgili eşime bu akşam yemeği olarak, bir büfede sandviç yememizi teklif ettim ve sanırım artık benim yemek yapmama halime sabrı kalmadığı için sordu; "Yani bütün gün evdeydin ve yemek yapmadın mı?" diye. Açıkçası haklıydı çünkü işe giderken de, okula giderken de ve şu an evde otururken de pek yemek yapmadım ve hala da yapmıyorum. Sonra oturdum düşündüm, ben cidden bütün gün ne yapıyorum ve diğer kadınlar gibi şöyle güzel yemekler yapsam, yapabilsem ne olur diye...

Orkide üçlemesi

 İlk olarak bütün gün ne yaptığımı bugünü gözönüne alarak düşünmeye çalışıyorum ve dehşetle fark ediyorum ki pek birşey yapmıyorum temelde. Sabah erken kalkıyorum, yani sekiz civarı kalkıyorum, el yüz yıkama faslından sonra koşarak mutfağa gidiyorum ve kendime kahve yapıyorum. Sonra karanlık düşünceler eşliğinde gelsin bir sigara ve kahve. Ardından eşe bir tost ve bir poşet çay, uğurlama, yolculama. Bunun ardından duş, giyinme ve anneyle birlikte doktora gidiş; "Bakalım tatlı yumurtalıklarımız bugün nasıl, keyifleri yerinde mi?" diye. Ardından bir kafede anneyle pasta ve kahve. Paralelinde annemin "İçme şu mereti diyorum, kızım sen niye laftan anlamıyorsun" tekerlemelerini ve genel pişmanlıklarını dinleme; "Keşke saçlarımı bu renge boyatmasaydım, keşke sabah zeytin yemeseydim, keşke dün dışarı çıkmasaydım, keşke saçlarımı uzatsaydım....." Daha sonra annemden kaçış ve eve sığınış. Elde sigara, kucakta laptop geçirilen saatler. Öğle yemeği, Allah ne verdiyse. Yemek sonrası kanepede kitap okuma ve uykuya dalma, yere düşen kitabın sesiyle uyanma, aldırmayarak uykuya devam. Saat 17:30 civarında açlıktan kıvranarak uyanma, bir nutella kavanozunun yarıya indirilmesi, çalan kapı, eve eşin girişi. Ve o esnada zihnimde çakan şimsek, "Ayol ben yemek yapmadım, ya sevgili eşim açsa???" Dolapta olanları kafamdan hızla geçirme ve ne yapacağımı bilememe, "zaten hiçbir zaman şu hamarat kadınlardan biri olamadım" pişmanlığı ve en pratik plan olarak eşi "Haydi hayatım dışarıda bir kahve içelim, ben hiç aç değilim ya sen?" diyerek dışarı çıkarma. Uyumlu eşin kahve teklifini kabülünün ardından önce kahve sonra biraz çiçek böcek alımı. (Yaşasın artık beyaz bir orkidem var!) Zamanın ilerlemesiyle ben de şiddetli acıkma belirtilerinin başlaması. (Ben acıktım mı ani acıkırım ve fena acıkırım, gözüm hiçbir şeyi görmez. Acıktım mı anında yemeliyim yani) Bu noktada yüzsüzlüğü ele alıp eşe; "Hayatım şu büfede bir sandviç yiyelim mi?" sorusunun sorulması. İyi niyetli eşin, belli etmemeye çalışsa da dehşete düşüşü ve "Yani bütün gün evdeydin ve yemek yapmadın mı?" sorusu. Benim sözlü olarak "Yani hayatım, biraz kitap okudum, alışveriş yaptım ama" filan diye saçmalamam. Sonrasında ikimizin de hafif büyümüş göbeklerini işaret ederek "Hayatım biz zaten artık rejime başlayalım, bak göbüşlerimize, ben yarın brokoli yapayım, bir de salata (en iyi yaptığım yemek haşlanmış brokoli)" diyerek dikkatleri başka tarafa çekme girişimlerim ve gecenin köründe bir günle yapılan hesaplaşma.

Allah'ım niye şöyle yoktan şahane yemekler vareden, becerikli, hamarat bir kadın değilim ben?

14 Ekim 2010 Perşembe

2010 Hamile Modası

Şu sıralar yumurtlama durumum takip ediliyor, 2-3 günde bir soluğu jinekologda alıyorum. Ve bir kez daha sık yapılan eylemlerin kolaylıkla alışkanlık haline gelip, benimsendiğini görüyorum. Sanki önceden de her hafta düzenli olarak jinekoloğa gidermişim ya da çok sevdiğim bir kursa devam edermişim gibi hiç garipsemeden gidiyorum kontrollere. Bugün çok şükür, minik minik hareketler görüldü yumurtalıklarımda, bakalım Cumartesi’ye sayı ve kalite olarak şahane bir durumda olmalarını umut ediyorum.

Jinekolog ziyaretlerim nedeniyle pek çok hamile insanla da içiçe vakit geçirmek durumunda kalıyorum. Hamile kalmaya çalışan bir insan için sinir bozucu bir durum ve genelde karnı düz olan ve tek başına gelen bir ben oluyorum. Herkes hamile ve herkesin yanında kocası var. Burada ilgimi çeken nokta şu, bu kocalar nasıl her muayene için işten izin alabiliyor? Yoksa hiçbiri çalışmıyor mu? Peki nasıl geçiniyorlar? Ya kadınlar? Onlar da mı çalışmıyor? Yoksa hamile kalan kadınların hepsi çalışmayı mı bırakıyor? Ve yine peki nasıl geçiniyorlar? Bu soruların cevaplarını henüz bulamadım. Belki de muayeneye gittiğim günler, bir saat erken gidip bu insanlarla röportaj yapmalıyım. Çünkü bu devirde geçinmek zor ve çocuk denilen şey de masrafları artıran birşey ama bu insanlar hem büyük olasılıkla çalışmıyor hem de çocuk sahibi oluyor.

Günün fotoğrafı da hamile kadınların giysileri gibi konuyla alakasız:)


Bu çalışıp çalışmama meselesi dışında 2010 hamile modası da çoooooook ilgimi çekiyor. Daha önceki yıllarda çok dikkat etmezdim hamile insanların ne giydiğine ama şimdilerde kendileriyle sık sık burun buruna geldiğim için hamilelerin ne giydikleriyle de yakından ilgileniyorum. Ve bugünkü hamilelerin giysileriyle karşılaştırma için de elimde sadece annemin hamileyken çekilmiş fotoğrafları var. Annem fotoğraflarda hep elbiseli. Elbiseleri hafif bol ve dizinde bitiyor.  Elbiseler genelde tek renk, üzerlerinde çiçek böcek yok. Ayağında minik topuklu ayakkabılar ve yüzünde de hep kocaman bir gülümseme var. Sade bir hamile yani, sevimli ve fazla dikkat etmemesine rağmen iki hamileliğinde de kilo almış ama fazla kilo almamış. Gelelim benim son birkaç aydır gördüğüm hamilelere. İlk olarak bu hamileler, genelde inceler, kilolarına dikkat etmişler yani, sadece şiş bir karınları var. Sanırım aş erme hadisesi tarih oldu ve kadınlar hamileyken de yemiyor içmiyor. Hamilelerin kilo almamalarıyla ilgili bir derdim yok, umarım ben de hamileliğimde kilo almam, benim derdim giydikleriyle. Nasıl korkunç ve komik giyindiklerini anlatmaya kelimeler yetmez. Bir kere hepsi aşırı dar giysiler giyiyor; taytlar, daracık pantolanlar, daracık shirtler, daracık ince kazaklar ve dar olan ne varsa. Yakışıyor mu peki bu giysiler onlara? Kesinlikle hayır. Yakışmayı geçtim, korkutucu gözüküyorlar neredeyse. Hatta açıkçası beni o kabak gibi ortada duran dev karınlar korkutuyor ve üstlerindeki daracık giysilerle nasıl olup da sıkışmadıklarını, bunalmadıklarını anlayamıyorum. Neden hiçbiri şöyle bosbol, rahat elbiseler giymiyor onu da anlayamıyorum. Artık hamile elbisesi yapılmıyor desem? Yok öyle birşey ve hatta mağazalarda satılan o kadar çeşitli ve hamilelere de olabilecek elbise var ki! Ancak benim gözlemlediğim hamileler kesinlikle elbise giymiyor ve patlayacak kadar sıkışmış bir görünümle ortalıkla dolanıyorlar. Amaçları dikkat çekmekse eğer yine de dar giyinmelerine gerek yok, çünkü hamileler zaten herkesin ilgisini çekiyor. Böyle giyinmelerinin sebebini bilmiyorum, bilemiyorum ama bildiğim şey hiç de sevimli gözükmedikleri ve annem gibi şirin elbiseler giyseler kesinlikle daha sevimli ve normal gözükecekleri.

Gerçi bir taraftan da banane di mi? Herkes istediğini giymekte özgür, belki öyle rahat ediyorlar. Allah Allah benim de işim mi yok yani? Belki de. Neyse bugünlük, bir moda blogu yazarı gibi davranmış olayım.

12 Ekim 2010 Salı

“Ye Dua Et Sev”in Film Hali

Bana göre olmamış. Uzamış uzamış uzamış, üç süreç halindeki kişisel yolculuk birbiriyle bağlanamamış ve insana bir yol, ışık göstereceği beklenen film bence kopuk kopuk bir hal almış.

Yazın ortalarında “Ye Dua Et Sev”i orijinal dilinden okumuştum. Evet, hayatımın romanı diyebileceğim bir roman değildi ve ablam okumak istediğinde “Boşver, başka şey oku,” demiştim ama yine de satır aralarında insana iyi gelen bir yanı vardı. Romanda boşanma kararının zorluğu, yıpratıcı etkileri, süreç daha yoğun ve inandırıcıydı. İtalya macerasının başlangıcı ve oradaki yemek yemekten keyif ve kilo alma halleri, sıkıntıdan, stresten kendini yemek yemeye veren insanlara daha yakın geliyordu. Fakat filmde, belki önemsiz bir ayrıntı ama sevgili Liz yani Julia Roberts bir gram kilo almıyor ve o sade, güzel, ince haliyle ortalıkta dolaşmaya devam ediyor.



Filmin ilk yarısı İtalya’da geçerken, ikinci yarısı ise Hindistan ve Bali’de geçiyor. Ben maalesef ikinci yarının başlarında zaman zaman uykuya teslim oldum çünkü Hindistan yani dua et aşaması bana kaotik, anlamsız ve yorucu geldi. Dua etmenin gücünden eser yoktu bana kalırsa. Sonrasında ise benim kitapta en hoşuma giden Bali yani sev aşamasına sıra geldi. Kitabı okuduğum dönemde günlerce “Beni Bali’ye götürün yaw, orada bir şifacı bulup, yeni baştan doğacağım,” diye sayıklayıp durmuştum. Film de bana bir kez daha Bali’ye gitme isteğimi hatırlattı. Gerçekten insana huzur veren bir hali var Bali’nin. Yazıyı yazarken, Bali’ye tur fiyatlarına (1200 Euro civarı) da baktım, pahalı ama artık yapılacaklar listemde yeri var, “Er ya da geç Bali’ye gidilecek,”  ve filmde Julia Roberts’ın tuttuğu evde yaşayabilmek hatta ömrümü geçirebilmek için ne lazımsa yapılacak. İşsiz biri olarak o evi tutabilmem için en etkili çözüm çekim yasasını uygulamak gibi görünüyor. Bundan sonra yatmadan önce kendimi Bali’de, filmdeki evde yaşarken hayal edeceğim. Filmden bahsederken nerelere geldim. Evet, Bali görüntüleri iyi hoş ama Bali’deki sevme aşaması da bana oldukça zayıf geldi. Bu zamana kadar milyon tane çarpıcı aşk filmi çekilmiş, insanın yüreğini sızlatacak kadar güzel olanları da var, bence biraz onlara baksalar iyi olurmuş çünkü istenen, beklenen, aranan aşkın bulunduğu hissini vermiyor “Ye Dua Et Sev.”

Bunun dışında bu tip filmlerde genelde rastlanan ve izleyicinin sinirlerini ziyadesiyle bozan, kahramanın bu tip seyahatler ve bir yıl boyunca dilediğini yapması için gerekli finansal kaynağı nereden sağladığına dair belirsizlik var bir de. Evet Liz bir yazar, gazetecilik de yapıyor ve kitapta bu yolculuklar için finansal kaynağını nasıl sağladığı daha net ve ikna edici ama filmde bununla ilgili pek bir ayrıntı yok. Ve insan bu nedenle, filmi izlerken “Böyle şeyler sadece filmlerde oluyor, şimdi ben böyle birşey yapsam nasıl yaparım,” demekten kendini alamıyor. İster istemez sinirleri bozuluyor.

Kısaca, film bu tip filmlerde insanın hissettiği yaşama isteğini, olumlu düşünme, kalkıp İtalya’ya gitme hayalini ya da kendini yogaya, meditasyona verme hedefini vermiyor, veremiyor. Sadece Bali’ye tatile gitme arzusuna neden oluyor diyebilirim. Yani oturup üç saat izlemenin ve benim gibi zaman zaman uyumanın manası yok, romanını okumak kesinlikle daha keyifli ve manalı.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Soğuk...

Yıllardır hiç bu kadar üşümemiştim. Cuma gününden beri, kat kat giyinmeme rağmen donuyorum donuyorum donuyorum. Ve etrafımızdaki apartmanlarda, evlerinde t-shirtle gezen insanlara imrenerek ve tabi titreyerek bakıyorum. Kendi kaloriferimizin efendisi olsaydık, bunlar yaşanmayacaktı ama şu an oturduğumuz evde, ısınma merkezi sistem ve maalesef kazan dairemizde an itibariyle küçük bir sorun var. Kaloriferlerin yarın yanacağını umuyoruz ve donmaya devam ediyoruz.

Bundan yıllar yıllar önce, üniversitedeyken bir gençlik kongresine gitmiştik; Kayseri’ye. Aylardan Kasım’dı ve hava fena halde soğuktu. Şansıma, bize Kuzey cephesinde bir oda düştü. Oda o kadar soğuktu ki, eğitimlerden odaya döndüğümüzde, oda arkadaşım da ben de gece, üstümüzdekileri çıkartıp pijamalarımızı giyemiyorduk. Üstümüzdekilerle yatağa giriyorduk ve buna rağmen kendimizi sokakta yatıyormuş gibi hissediyorduk. Banyo ve temizlenme ihtiyaçlarımızı başka arkadaşların güney cephesindeki, sıcacık odalarında gideriyorduk. O kabus otel odasında çekilmiş bir fotoğrafımızda var, üzerimizde kat kat kazaklarla...

Isınmak için çeşit çeşit battaniye
Şu anda da üstümde iki kat kazak var ama kar etmiyor. Allah’tan, bir adet, elektrikli kalorifer peteğimiz var da, o biraz kurtarıyor. Tasmalı köpek gibi, hangi odada vakit geçireceksek peşimizden sürüklüyoruz çok değerli kaloriferimizi. Ancak ayrı odalarda oturduğumuzda durum, şu an olduğu gibi zorlaşıyor. Ve elektrikli kaloriferden mahrum kalma piyangosu da an itibariyle bana çıkmış durumda!

Neyse sağlık olsun ve bir de bu soğuk yüzünden mümkünse hasta olmayalım. Aslında en temizi, dağcıların felsefesini uygulamak; “ısınmak istiyorsan önce içeriyi ısıtacaksın”, yani sıcak birşeyler içeceksin. O halde ben de hemen bir fincan çay içmeli ve soğuğu fazla düşünmemeliyim!

7 Ekim 2010 Perşembe

Yağmurlu Bir Günde Evde Olmak

Çalıştığım dönemlerde, hava bugünkü gibi yağmurlu ve soğuk olduğu zamanlar, evde oturup, kitap okumanın hayalini kurardım. Özellikle kış aylarında, evde keyfince oturanların çok şanslı olduğunu düşünürdüm. Yağmur nedeniyle saatlerce trafikte kalmaktan, donarak servis beklemekten, kör karanlıkta uyanıp yola çıkmaktan uzak, cennetsi bir hayat yaşıyordu bana göre çalışmayanlar.

Şimdilerde ben de çalışmıyorum, okula da gitmiyorum, kısacası bütün gün ya da  bir günün ortalama %80'i benim ve fakat ben ne yapıyorum? Bütün gün televizyon izliyorum. Çalışırken, öğle tatilinde bir saat kitap okuyabilmek için ruhunu satmaya hazır olan ben, şimdi saatlerce, hatta başım ağrıyıncaya kadar televizyon seyrediyorum. Oysa televizyon izlemek çok bayıldığım bir aktivite değil ama karşısından kalkmıyorum. Sanırım televizyona bakarak, hiçbir şey düşünmemek işime geliyor ama böyle de nereye kadar? Biliyorum hiçbir yere kadar.




Her gün televizyon bağımlılığımdan kurtulmak için karar alıyorum ama bir bakıyorum yine birşeyler izliyorum, hani film filan izlesem neyse, kalkıp bin türlü saçma sapan şey seyrediyorum. Elimde kitap okumak, yazmak için bir sürü saat var ama yok yok yok, ben ısrarla televizyonun karşısında oturuyorum. İlginç olan, her zaman, "Kitap okumak benim en büyük tutkum, kitap okumadan nefes alamam," diyen ben, ne oldu da şimdilerde televizyonla bu kadar yakın bir ilişki geliştirdim?

Şu sıralar gerçekten sihirli bir derneğe ya da beni omuzlarımdan tutup sarsarak, içinde bulunduğum transtan çıkaracak birine ihtiyacım var. Ya da elime bir balta alıp televizyonu dağıtacağım kısa yoldan ama o da bayağı anormal bir hareket olur.

İnsanın kendine sinirlenmesi ve kızması başkalarına kızmasından daha kötü. İnsan kızdığı kişiden uzaklaşabilir, onunla bir daha görüşmeyebilir ama kızdığı kişi kendisiyse kesinlikle kaçış yok ve tek çare kızılan kişinin kendini adam etmesi. Yani bu durumda, acilen toparlanmalı!

4 Ekim 2010 Pazartesi

Sorduk


Sevdiği işi yapmayan 1000 kişiye sorduk; [*]

“Neden çalışıyorsunuz?”

%95’lik bir oran, “Para kazanmak için,” dedi.

Bu sefer “Peki sevdiğiniz birşeyi yaparak para kazanmayı düşünmediniz mi hiç?” diye sorduk.

Bir kısmı “Ne iş yaparsam mutlu olacağımı bilmiyorum,” dedi. Bir kısmı ise “Bu ülkede sevdiğim işi yapmaya çalışırsam aç kalırım büyük olasılıkla,” diye cevap verdi.

Bunun üzerine sevdikleri işin ne olduğunu bilenlere başka bir soru sorduk ve tek tek cevaplamalarını istedik, “Nedir yapmaktan keyif alacağınız iş?”

“Keman çalmak isterdim,”

“Oyuncu olmayı hayal ettim hep,”

“Basketbolcu olup, milli takımda oynamanın düşünü kurdum”

“Ressam olmak çocukluk hayalimdi,”

“Yazar olmak istiyorum ben,”

“Büyük bir konser salonunda piyano çaldığımı düşlerim hep,”

“Dünyayı dolaşmak isterdim,” gibi cevaplar aldık. Cevapların ortak özelliği, bize göre, “yetenekle” ilgili olmalarıydı. Yani şöyle ki, keman çalmak, oyuncu olmak, basket oynayabilmek, ressam olmak için “yetenek” gerekli. En azından bize öyle öğretildi, öyle öğrendik biz de.

Ve tekrar sorduk aynı kişilere “Neden bu işleri yaparsanız aç kalacağınızı düşünüyorsunuz?”

Hepsinin cevapları kısaca şöyle özetlenebilir; “İlk olarak, hayalimdeki işe yeteneğim olduğundan emin değilim,”

Hemen sorduk, “Denediniz mi hiç yapmayı?”

Bir kısmı hiç denememişti maddi imkansızlıklar nedeniyle, keman çalmayı öğrenecek parası yoktu mesela, bir kısmı da fiziksel imkansızlıklara odaklı cevaplar verdi, birkaç örnek verecek olursak;

“Piyano çalmayı istediğimi anne babama söylediğimde, bana, ‘Kızım parmakların kütük gibi nasıl piyano çalacaksın, otur dersine çalış, devlet memuru ol’ dediler bana”,

“Beni basketbol kursuna yazdırmalarını istediğimde babam, ‘Oğlum annen de kısa ben de, senden basketbolcu olmaz, topla oynayacağına otur işine gücüne bak, ekmek artık aslanın ağzında değil midesinde, mis gibi mühendis olursun, ne basketbolu’ diyerek beni vazgeçirdiler”

Kısaca özetlemek gerekirse, çoğu insan yeteneği olduğuna inanmadığı için hayalini kurduğu, yapmayı seveceğini düşündüğü şeylerden uzak kalmış ve sonunda mutsuz olmuştu. Hiç denemedikleri şeylerle ilgili halen hayalleri vardı ama yeteneksiz olduklarına inandıkları, inandırıldıkları için ve ayrıca bu işleri öğrenme, yapma aşamalarında maddi güçlerinin yetmeyeceğini düşündüklerinden hayallerinden uzaklaşmış ve işlerinde mutsuz, umutsuz olmuşlardı.

Ve sonra sorduk, “Şu an sizi en mutlu edecek şey ne?”

“Milli piyangodan büyük ikramiyenin çıkması, ohhh bütün gün gezer, keyfime bakarım,” diye cevap verdiler.

Üzüldük çünkü şu an çok parayla mutlu olacaklarını söyleyen bu insanlara, belki de hayallerine kavuşmaları için küçük bir fırsat verilseydi, şu an hepsi keyifle dinlediğimiz piyanistler, keyifle izlediğimiz basketbolcular ya da eserlerini hayranlıkla okuduğumuz yazarlar olabilirdi.


Ve araştırmamızın ve bu yazının sonunda hem biz araştırmacılar hem de soru sorduğumuz insanlar, hep beraber derin bir “Ahhh” çektik ve hep beraber “Kısmet, napalım,” diyerek, boş boş uzaklara baktık ve hayatlarımıza devam ettik.


[*] Sözkonusu araştırma tamamen kurgudur.

1 Ekim 2010 Cuma

Saçlar...


Baştan söyleyeyim, bu yazıya sinir bozucu bir fotoğraf eşlik ediyor; bir tutam saç fotoğrafı, şahsıma ait, kendi ellerimle kestiğim. Küçücük bir tutam ama görüntümde inanılmaz bir etkisi oldu ve ne yazık ki olumsuz yönde.

Herşey saçlarımı tanımadığım, bilmediğim bir kuaföre kestirmemle başladı. Daha önce de bu tip girişimlerim olduğu ve hepsi olumsuz sonuçlandığı halde yine aynı hatayı yaptım! İnsanoğlunun tecrübelerinden ders almaması gerçekten inanılmaz. Örneğin bundan yaklaşık 13-14 yıl önce saçlarım şahane bir durumdayken (ne uzun ne kısa harika bir boydaydı) bir arkadaşımla birlikte onun kuaförüne gittim, saçlarımı düzelttirmeye karar vermiştim. Kuaförden çıktığımda saçlarım yaklaşık 1-2 santim uzunluğundaydı ve bir kuaförden ziyade bir düşmanım tarafından kesilmişe benziyordu. Allah'tan böyle meseleleri pek takan bir insan değilim ama takılmayacak gibi de değildi halim, korkunç durumdaydım ve beni her gören şoka giriyordu; "Saçlarına ne yaptın????" diyerek. Saçlarımın düzelmesi epey zaman aldı ve sonrasında da hep uzattım saçlarımı. Düzenli gittiğim bir kuaför de olmadığı için zaman zaman adı sanı duyulmuş kuaförelere uçlarından aldırıyordum. Yıllar böyle geçti. Fakat bu yazın başlarında uzun saçlarımdan bir fenalık geldi ve hafiflemeye karar verdim. Gittim, ciddi bir para bayılarak, iyi bir kuaföre saçlarımı kestirdim. Şahane bir kesim yaptı, banyodan çıkıp biraz köpük sürüyordum ve sevimli buklelerimle mutlu mesut yaşıyordum. Gel zaman git zaman saçlarım her insanınki gibi uzamaya başladı ve artık kısa saçın rahatına alışmış biri olarak "ben bu saçları biraz kestiriyim, hareket katayım," dedim ve çok büyük bir hata yaptım; aynı hatayı! Aynı arkadaşımla, aynı yıllar önce olduğu gibi onun kuaförüne gittim, kuaför farklı bir kuaför ve vereceğim para daha önce ödediğimin yarısı kadar ve arkadaşımın saçları güzel diye çıktım bu yola, içimde hafif bir korku ve şüphe vardı ama "yok yaw aynı şey bir kez daha olmaz" diye düşünüyordum. Neticede sözkonusu kuaför son derece iyi hislerle saçımı kesti, köpükle bir güzel şekillendirdi (siz siz olun, saçınızı kestirince sakın fön çektirmeyin, bırakın kuaför siz normalde nasıl kurutuyorsanız öyle kurutsun), arkadaşıma "yaşasın laneti kırdık" dedim gülümseyerek, geçmişteki kabusu kuaför saçlarımı keserken hatırlayıp konuşmuştuk çünkü.

Ancak ne yazık ki laneti kıramadığımızı bir gün sonra, ıslak saçlarımı şekillendirmeye çalışırken fark ettim; bir türlü şekle girmiyorlardı, buklelerim bir garipti ve en fenası saçlarımın ön kısmında, sağ ve soldaki iki tutam, saçların geri kalanından daha uzundu, hahamlara benziyordum! Birkaç gün dayanmaya, alışmaya, şekillendirmeye çalıştım ama olmuyor olmuyor olmuyordu. Sonra aklıma "ben şu iki tutamı diğerleriyle aynı boya getiriversem," fikri geldi yerleşti. Islakken, kuruyken baktım, elledim saçlarımı ve bu sabah bir törenle banyo sonrası saçlarıma gerekeni yapmaya karar verdim.

Törenle kesilecek iki tutamın birer anlamı olacaktı ve ben bu saçları keserek iki farklı sıkıntımdan kurtulacaktım; tutamlardan biri çocuk sahibi olamama sıkıntısından kurtuluşu, diğeri ise işle ilgili sıkıntılarımdan kurtuluşumu simgeleyecekti. Banyodan sonra aldım elime makası, içimde hafif bir heyacan ve endişeyle, ilk tutamı, töreni möreni unutarak kesiverdim, sonra diğer tutamı diğeriyle nasıl aynı boyda keseceğim endişesi sardı içimi, tabi bu arada tören, atılacak sıkıntı gibi kavramları çoktan unutmuştum. "Ayyy keseyim gitsin," dedim neticede ve makasla dalıverdim. Sonra manasız tutamlardan kurtulmanın ferahlığıyla saçıma köpük sürmeye başladım ve saçlarım kurumaya başlarken, büyük bir hüsranla fark ettim ki, saçlarımın arka kısmında aralarda bazı bölümler ön kısımdan daha uzun duruyor ve birtakım uzunlu kısalı manasız saçlar da var, daraldım daraldım daraldım, bir makas daha atıverdim arka tarafa doğru. Sonra bu işin bir sonu olamayacağını ya da olursa onun da kellik olacağını düşünerek, saçlarımı olduğu gibi kabul etmeye karar verdim. Zor bir karar bu tabi, çünkü insan sürekli saçlarını yoklamak ve şekle sokmak istiyor, elim sürekli saçlarımda ama aşacağım bunu sanırım. Ve aşmak için de Pazartesi, saçlarımı ilk kesen kuaföre "Ben bir hıyarlık ettim, nolur düzeltin" diyerek, başım önünde gideceğim, umarım toparlar. Neyse derdimiz saç baş olsun...