30 Aralık 2010 Perşembe

Yeni Yıl Yeni Yıl Yeni Yıl

Aslında dün yazmayı çok istedim ama bir türlü fırsat olmadı. Yazmak istediğim; annemin bizim evdeki bir kapıyla ilgili maceralarıydı. Şöyle ki annem, benim ısrarla "O kapı bir garip, kapama!" dediğim kapıyı kapıyor ben evde yokken ve kapı bir kapanıyor bir daha açılamıyor, anahtarla bile, Allahtan annem içeriden kapatmamış kapıyı! Ve eve benim gelip de denemem ve açamamam sonrasında, maceramız çilingir çağırmamızla son buldu. Oda kapısını açmak için çilingir çağırmak bir ilkti hayatımda. Adamcağız kapıyla uğraşırken (bu arada bayağı uğraştı) benim düşündüğüm şey ise annem ya da ben odanın içerisinde kalsaydık nasıl tepkiler vereceğimizdi. Annem büyük olasılıkla sinirden kapıyı yumruklar dururdu, ben ise herhalde rahat rahat, kimse rahatsız etmeden, ohhhh, içinde bol bol kitap barındıran sözkonusu odada, keyifle kitap okurdum. Hatta çilingir çağırmamaları için yalvarabilirdim anneme. Kimse karışmadan, kimsenin işini halletmeden, tatil gibi bir zaman. Neyse hayalleri bir kenara bırakayım şimdi. Vaktim az, uzun bir alışveriş listesi var Garmin Bey'in, anneme götürülecek şeyler var, var da var yani, günü kafamda planlamaya çalışıyorum ama yok imkansız!!!!!!! Planlama yerine ben de Noel Baba'dan dileklerimi yazayım diyorum.



Duy Beni Noel Baba!

Blogu okuyorsan, sen de farkındasındır büyük olasılıkla, çocuğumuz olmasını istiyorum, çok istiyorum hem de, haydi duy sesimi, bu sene çocuğumuzun senesi olsun!

Yazmak yazmak yazmak istiyorum. Hatta roman-lar yazayım istiyorum.

Ablamın şahane bir sevgilisi olmasını istiyorum. Ablamı çok sevecek ve ablamın da çok seveceği.

Nasıl da unuttum, kendi paramı kazanmak istiyorum!

Garmin sevdiği şeyleri yapabilmesini ve dilediği gibi para kazanmasını diliyorum.

Annemin sakin, huzurlu, mutlu bir kadın olmasını diliyorum.

Ailecek (aslında tabi bu sırada ilk), aslında herkesin, sağlıklı, mutlu, huzurlu olmasını diliyorum.

Ve son olarak, herkese, sağlıklı, tüm dileklerinin gerçek olduğu, şahane bir 2011 yıl diliyorum.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Back-Up Hizmeti Olarak B.

Sanki dün akşamdan itibaren, yakın çevrem sinirlerimi bozmak için işbirliği yapmış. Hepsi de gayet başarılı bu arada söyleyeyim. Sinirlerimin zıplamasında öncülüğü tabiki Garmin aldı çünkü en sık onu görüyorum. Bu arada bu sinir bozukluğunun arka planında da regl öncesi gerginlik var. Yani onlar birşey yapıyorlarsa, ben onlar beş şey yapmış gibi algılıyorum. Öyle algılıyorum, var mı, sinirlerim bozuk işte!

Dün akşamüstü Garmin'i aradım, işten kaçta çıkacağını öğrenmek ve akşam yemeğini ona göre hazırlamak için. Yapacağım atla deve birşey değil tabi ama yemeği kaçta yiyeceğimizi ve zamanımı nasıl kullanacağımı bilmek istiyorum. Yoğun insan Garmin, "Ben seni ararım, şu an konuşamıyorum," dedi. Ben de herhalde makul bir saatte gelecek diyerek, saat 19:30 sularında herşeyi ısıtmaya ve kızartmaya hazır bir hale getirdim. Fakat Garmin'den ses çıkmadığıiçin tekrar aradım. "Bir saat daha işimiz var ama evde yiyeceğim," dedi. Ehh tamam dedim, bekleyeyim. Fakat bir taraftan da acıktım da ama hadi elli kere masa hazırlamayayım diyerek ve açlıktan ıvır zıvır yiyerek bekledim. Ve Garmin saat 22:00 sularında eve intikal etti. Tamam olabilir, trafik filan. Peki ben neye sinirlendim? Evde yemek yiyeceğini iddia eden Garmin'in elindeki Mc Donalds torbasına tabiki! Beyefendinin canı hamburger istemiş. Tabi ben de film koptu, "O zaman niye evde yiyeceğim diyorsun. Ben boşuna mı uğraşıyorum," diye. Garmin fena halde bozuldu tabi, bütün gün çalışıp para kazanan fakat eve geldiğinde parasını harcayan karısı tarafından azarlanan mağdur erkek triplerine girdi.

Bu saçmalığın ardından, oturdum maillarıma bakayım dedim. Baktım ablamdan bir seri mail. Benim hiç hoşlanmadığım ve satmaya karar verdiğimiz yazlığı satmayalım konulu maillar. Bir de orada geçirdiğimiz ilk zamanların şahaneliğine ilişkin bir yazı. Garmin'e de yollamış. Yazlığı satmayalım (yazlık maddi anlamda ablamın ) mevzusu beni fena halde sinir etti. Tabi satmak istemez çünkü o evin hiçbir ameleliğiyle, temizliğiyle muhatap olmuyor kendisi. Temizlikti, düzendi ben uğraşıyorum, hem de annemle birlikte! Neyse kendi evi, ben de gitmem diye tam kendimi teselli ederken, Garmin'e "Ablamın yazdığı yazıyı okudun mu?" dedim. Peki Garmin ne dedi, "Evet gerçekten çok güzel yazmış, bence yazar olması gereken sen değilsin, o. Senin yazdığın birşeyi pek görmedim." "Allllllllaaaaaaaaaaaaaaaaahhhhhhhhhhhhh" diye çığlıklar atarak üstüne saldırmak istedim ama tuttum kendimi, başkaları ne düşünürse düşünsün, ben yazarım diye tekrarlaya tekrarlaya kendime.

Bugüne ise gıcık bir ruh hali içerisinde başladım. Ama tüm bu sinir durumlara rağmen, kalktım, çalışmalarıma gittim, iki saat uğraştım, didindim. Sonra eve geldim, annemin istediği şeyleri alıp, ona gittim. Halbuki evde oturup kuaföre gidene kadar kitap okumak istiyordum. Neyse, anneme paketleri verdim ve yarım saat kendisinin beni sigara içtiğim için azarlamaları (sanki yeni birşey sigara içmem)eşliğinde arkadaşlarıyla, hayatıyla ilgili anlattıklarını, bir terapist edasıyla dinledim, hayat motivasyonunu yükselttim. Bu arada bir iş kadını olan arkadaşım aradı; "B. neredesin?" dedi, "Annemdeyim, hayrola," diye sordum. "Ya senden birşey rica edeceğim, benim elemanlardan birine hediye alamadım, sen bir erkek atkısı alıversen, akşam yemekte getirirsin. Çok sıkıştım. Şimdi de kuafördeyim," demez mi? Bir  şekilde hayır diyemedim, çok sevdiğim bir arkadaşım. Ancak "Tamam hallederim" derken aklımdan şu geçiyordu, "Sadece Garmin, annem ve ablam değil artık aile dışındaki insanlar da back-up hizmetlerimden yararlanmak istiyor, ilginç. Her an aile dışından birileri de benden ikametgah almamı, pasaport için randevuyu halletmemi, bilmemnere restauranta rezervasyon yaptırmamı, dertlerini dinlememi, hediyelerini paketletmemi ve daha bir dolu şeyi isteyebilir." Yani çalışmayınca milletin ayak işlerine mi koşmak gerekiyor? Oh ne ala ya? Valla sıkıldım artık bu durumdan. Neyse back-up hizmetlerim bununla da bitmedi, kuaförde saçlarım fönlenir ve tırnaklarım törpülenirken, telefon çaldı, ablam. Birşeyler anlatıyor, "Abla, kuafördeyim" dedim, yok o anlatacak, artık manikürcü kız ellerimden birini  suya koyup, birini de törpülemeye başlayınca, "Abla, ellerimi kullanamıyorum artık, kapatıyorum" dedim ve kapattım ama bozuldu tabi, sonuçta günün 24 saati maddi - manevi her türlü hizmete koşmalıyım. Bu arada ojelerim de rezalet oldu, çıkaracağım şimdi.

Bu saçma günlerin en güzel yanı ise, kuaför sonrası, tanımadığım bir elemana atkı alırken, kendime aldığım leopar desenli şal oldu!

28 Aralık 2010 Salı

Soğuk

Nedense bugün çok ama çok üşüdüm. "Ben kışı severim, yazdan hiç hoşlanmam," derim genelde ama üşüyünce kışı sevdiğimi unutuveriyorum. Hayalim, hava sıcaklığının şöyle 15-25 derece arasında değiştiği bir yerde yaşamak. Gerçi o zaman da kardan mahrum kalacağım ama... O zaman bu 15-25 derecelik yerde arada karda yağsın ya, ne bileyim yılda 15 gün filan kar yağsın.

Sabahtan çalışmalarımı sürdürmek amacıyla kütüphaneye gittim. Kütüphanede daha iyi konsantre oluyorum, evde gevşiyorum nedense. Ya televizyonu açıyorum, ya çamaşır yıkama ve asma olaylarına giriyorum, ya bulaşık makinesini boşaltıyorum, ya acıkıyorum, ya da sigara içiyorum. Bir saat önce eve geldim, sıcacık öyle güzel geldi ki ama yılbaşı hediyesi almak için çıkmam lazım ama öyle üşeniyorum ki. Kanepeye kıvrılıp, kitap okuyarak uyuyasım var. Zamanda ne kadar hızlı geçiyor, iki olmuş bile, hediye işine girişsem, en iyi ihtimal 2 saat harcarım, dört buçuk gibi eve gelsem, yemekti vsydi derken, hoooppp Garmin gelir. Sonra yemek yeme faslı, toplama, bir iki geyik, televizyon derken, işte bir gün daha bitti.



Bu arada hafiften karnım da ağrımaya başladı, yine regl olacağım galiba. Bin kunduz diyorum!!! Peşimi bırakmadı gitti. Yeni yıla hamile girsem nolur sanki? "Lütfen bunu kafanıza takmayın B. Hanım" diyen doktorumu ya da "Offf ya B. amma taktın kafana" deyip, bir taraftan da ortak bir arkadaşımızın ikinci bebeğine hamile olduğu haberini veren arkadaşımın seslerini zihnimde duyuyorum. Tabii bir de kendisi çocuk sahibi olmak için uğraşıyormuşcasına dertlenen ve zaman zaman kontrolünü kaybedip, küçük bir çocuk gibi yüzünde ağlamaklı bir ifadeyle "Ama B. ben artık torun sahibi olmak istiyorum," diyen annem var. Bir çip yardımıyla kafamdan çocuk sahibi olmayla ilgili stres yaratan düşüncelerin çıkarılmasını talep ediyorum! Var mı bunu yapabilecek olan? Çünkü insanlar takma dedikçe ben fena halde takıyorum. Bir de işin sinir bozucu yanı, görünürde hiçbir sorun olmamasına rağmen hamile kalamamak, sorun olsa ona göre bir çare düşünürsün. Ama bu durumda sorun da yok bebek de yok. Dün bir arkadaşımla konuşurken, "Senin durumun, aynı benim bankamatik kartıma benziyor. Kartta hiçbir sorun yok ama para çekemiyorum. Bankayı arıyorum. Onlar da bir sorun yok kartta, ne yapalım yani biz?" diyorlar dedi. Güzel bir benzetme ama o bana bunları anlatırken, "Evet bir tek bankamatik kartına benzetilmediğim kalmıştı" diye düşündüm içimden. Bir de düşünüyorum da hep önemli günler sırasında ya da öncesinde regl oluyorum ben. Burada bir not düşmeliyim, reglisi son derece hafif geçenler için, benim reglim beni yataklara düşürüyor, ağlatıyor, eve hapsediyor. Mesela Garmin'in bana evlenme teklif ettiği akşamda da regl olmuştum. Hatta zavallıcık az daha teklifini gerçekleştiremeyecekti. Garmin, bir akşam, iş çıkışı, beni güzel bir restauranta götürdü, ben şüpheleniyordum tabi birşeylerin peşinde olduğundan ama emin olamıyordum. Bu arada nasıl karnım ağrıyor. Neyse yemeğimizi yedik, ben tutturdum "Garmin, kalkalım benim çok karnım ağrıyor,"diye. Garmin de ısrarla tatlı yiyelim, ben sipariş verdim filan diyor. Yok karnım ağrıyor diye sayıklamaya devam ederken, Garmin'in tüm engellemelerine rağmen tuvalete gitmeye karar verdim.Tam merdivenlerden aşağı inecekken bir baktım, aşağıdan bir adam elinde keman hem çalıyor, hem çıkıyor, kenara çekildim tabi. Garmin'e bir baktım "Yani B., otursan olmaz mı?"gibi bir ifade yüzünde, bir taraftan da gülümsüyor sinsi sinsi. "Ne oluyor ya?" diye yanına gittim. "Otur Allahaşkına" dedi. Keman çalan adam masamıza yaklaşırken, bir garson önüme şahane bir pasta koydu ve Garmin karnımdaki zonklamalar ve keman eşliğinde bana evlenme teklif etti! Eee kabul ettim tabi. Reglim en azından evliliğimizi engelleyemedi!

Şu aralar ise en azından yeni yıla regl olmadan girmek istiyorum. Ve Noel Baba'ya yeni yıldan ilk beklentimi bildirmek istiyorum buradan. "Ne olur regl olmayayım ve bebek sahibi olayımmm! Hadi Noel Baba, bari sen kırma beni..."

23 Aralık 2010 Perşembe

Yüksek Ökçeler...

BIÇAKsız doğrayıcımı değiştirmek için Migros'a dün yaptığım ziyarette yüksek ökçeli ayakkabılarım ve içindeki laptop nedeniyle ziyadesiyle ağır olan çantam da bana eşlik etti. "Tutamıyorum Zamanııııııııı" diye hem kendi kendime hem de blogta haykırmış olmam nedeniyle Çarşamba günümü verimli geçirme konusunda kararlıydım ve bu yüzden yanıma laptopı almıştım. Yüksek ökçelerin ise zamanı tutup tutamamamla bir ilgisi yoktu. Saat bir gibi anneme oturmaya (evet gerçekten bu tip ziyaretlerde sadece oturuluyor.) gelecek iki kadına karşı - biri benim yaşımda ve gerçekten dünya güzeli - havalı, kadın gibi görünmek amacıyla giymiştim onları.

Yüksek ökçeli şahane ayakkabıları, ablama çizme almaya gittiğimiz gün gaza gelip almıştım. Sokaklarda topuklu ayakkabılarıyla, bir ceylan gibi yürüyen hatta koşan kadınlara özeniyordum epeydir, yıllardır bir çeşit palyaço ayakkabısı giyiyordum ve artık büyümenin zamanı gelmişti. Çalıştığım dönemde zaman zaman topuklu ayakkabı giymişliğim vardı ama uzun yıllardır çalışmamamın da etkisiyle topuklu ayakkabılardan uzak kalmıştım. Neyse ablam kendisine çizme ararken, ben de gözüme rahat gözüken, bağcıklı bir yüksek ökçeli ayakkabı kestirdim ve hemen denedim. Aynadaki görüntüme şaştım kaldım, bir sihirli değnek dokunmuşcasına on santim uzamıştım. Fakat kendimi parmaklarımın ucunda yürür gibi hissediyordum. 'Yok pek rahat değil bunlar,' diyerek çıkartırken, satış danışmanı "Alışırsınız hanımefendi, hem sizin o düz ayakkabılarınız bağımlılık yapar, onlar da fazla rahat, bence bir deneyin bunları," diye beni ikna etti. Şekli şemali de pek güzeldi yüksek ökçelerin ve neticede satın aldım. Düne kadar birkaç kez kısa mesafelerde kotla giydim, ehhh biraz acı çekiyordum ama insanın fiziği değişiyordu gerçekten.



Dün ise omzumda ağır çantam, elimde doğrayıcı kutusu, aaa bir de havalı olacağım diyerek giydiğim daracık kot, Migros'a doğru düştüm yollara. Hem üzerimdeki ağırlıklar, hem havanın sıcak olması, hem de biran evvel doğrayıcıyı değiştirmek istemem nedeniyle hızlı yürümem sonucunda yüksek ökçeler fena halde bunalttı beni. Hem yürüyordum hem de içimden 'aahhhh şimdi ayağımda palyaço ayakkabılarım olsa, yürümez koşardım' diye söyleniyordum. Ve bir taraftan da etraftaki diğer topuklu ayakkabılı kadınlara bakıyordum, hiçbir sorunları yokmuş gibi, gayet rahat yürüyorlardı. Onları görünce iyice sinirlerim bozuldu, dik durmaya, küçük adımlar atmaya çalıştım ama nafile, ayakkabıları ayağımdan fırlatıp atasım vardı. Migros'u gördüğümde, çölde vaha görmüş bir insan gibi hızlandım ve kan ter içinde danışmaya fırlattım kendimi. Durumu anlattım, beni biraz beklettiler ve sonra gidip yenisini almamı, değişim yapacaklarını söylediler. Koşarak, belki de sürünerek demem daha doğru olur, reyona gittim ve ne olur ne olmaz diyerek iki kutu aldım. Danışmadakilere de açıp kontrol etmemizi söyledim, bıçaksız bir doğrayıcıya daha tahammülüm yoktu. Ve bilin bakalım ne oldu? Her iki kutudaki doğrayıcının yine ve yine bıçağı yoktu. 'Yok artık yaaa, bir daha ilgili reyona gidemeyeceğim' diye içimden haykırırken, sağolsun görevlilerden biri gidip içinde bıçak olan bir doğrayıcı getirdi ve Migros'tan çıkıp anneme gitmeden önce kitap okumak ve gün içerisinde en azından sevdiğim bir tanecik birşey yapmak için bir kafeye attım kendimi. Yarım saat boyunca yürümemek ve kitap okumak bana kendimi cennette hissettirdi. 'Anneme gittikten sonrası kolay' deyip, kendimi motive ederek, yüksek ökçeler ve elimdekilerle, ipte yürüyen bir cambaz gibi sağa sola sallanarak anneme kadar yürümeyi başardım. Ve ayakkabıları ayağımdan çıkardığım an günün en şahane anıydı. Ohhhhhhhh diyerek kendimi koltuğa attım ve annemin hazırladığı poğaça, börek kokuları eşliğinde, birlikte oturacağımız misafirleri beklemeye başladım. Sonrasında ise birşey olmadı, kelimenin tam anlamıyla birlikte oturduk ve hamur işi yedik. Galiba dün de, çantamda gezdirdiğim laptopa rağmen, yine zamanı tutamadım ama en azından dün kendime ders çıkardığım bir gündü; yüksek ökçe giyeceksen, yürümeyeceksin; ya oturacaksın ya duracaksın durduğun yerde!

21 Aralık 2010 Salı

Tutamıyorummm Zamanıııııııııı....

Hayatımı ne kadar kontrol etmeye ve düzenlemeye çalışsam, herşey o kadar kontrolümden çıkıyor sanki. Amerikalıların kültüründe oldukça belirleyici olan "kendini yaratan insan - self made man" misali her günümü planlayıp, kendimle ilgili birşeyler yapmaya çalışıyorum fakat hayatım talihsiz serüvenler dizisi şeklinde akıp gidiyor.

En basitinden başlayacak olursam, istediğim saatte güne başlayamıyorum. Sebebi Garmin ve tabi annem! (Bundan sonra kocam Garmin olarak nitelendirilecektir.) Şöyle ki her gece yatarken, şöyle bir plan yapıyorum; "Sabah 7'de kalkacağım, banyo yapacağım, kahvaltı edeceğim, saat 8'den 9'a kadar kahve ve sigara eşliğinde kitap okuyacağım. Saat 9'da evden çıkacağım ve kütüphaneye gideceğim. Akşam 4'e kadar, öğle yemeği molası vererek, yazacağım, çizeceğim. Ve bu planı aksatmadan uygulamak adına da yatarken Garmin'e soruyorum, "Garminciğim sen sabah kaçta çıkacaksın? (Kendisi istediği saatte işe gitme özgürlüğüne sahip)" Garmin şöyle bir düşünüp, "Bilmem, canım ne zaman isterse" diye sinir bozucu bir karşılık veriyor. Neyse ben 7:30'a doğru kalkmayı başarıyorum ve banyoya giriyorum, iki dakika sonra Garmin kapıyı tıklatıyor; "B. hayatım, işin uzun mu, ben duş yapacağım da," Haydaaaaaaaaaaaaaa ben de duş yapacağım, planım var! Ama tabiki onun işi daha önemli, neticede ben ne para kazanıyorum ne yemek ne temizlik yapıyorum. Tabi yüzümü yıkayıp çıkıyorum banyodan ve pijamalarımı çıkarmadan beklemeye başlıyorum, tekrar kafamda günümü planlamaya çalışarak, saat 8:30 civarı Garmin çıkıyor banyodan. Bravo! Ve en sempatik haliyle, "B. bana bir tost yapar mısın ben giyinirken, işyerinde vakit kaybetmeyeyim." Aaa tabi sen vakit kaybetme, ben kaybederim diyerek, tostu hazırlıyorum ve ben de birşeyler atıştırıyorum. Ancak benim hayalimdeki kahvaltı bu değil. Saat 9'u geçerken, kapının önünde "Ah hayatım saatimi getirebilir misin? Unutmuşum da. Ayyy tatlım, laptop çantamı versene, aaaa ilacımı içmedim, getirir misin" ile bir 10-15 dakika oyalandıktan sonra, Garmin nihayet evi terk ediyor. Ben ise saat 9'da kütüphanede olmayı hedeflerken, pijamalarımla evdeyim ve sinirlerim gerilmiş durumda çünkü istediğim gibi başlayamıyorum güne! Haydi B., 10'da başlarsın çalışmaya diyerek, hızla banyoya giriyorum, banyodan çıkıp giyinmeye başladığım sırada annem arıyor, "B. hava çok güzel, haydi sahilde yürüyelim, sonra da kahve içeriz," Bir sen eksiktin anne diyorum içimden, kendisine de "Anne, hani sana daha önce söylemiştim, ben kütüphanede yazı yazacağım, çalışacağım, işe gidiyormuşum gibi davranacağım," diyorum, bin kere anlatmaya çalıştığım şeyi tekrar anlatıyorum. Fakat o anlamamakta ısrarlı, "Temiz hava alırsın kızım, açılırsın, önce yürü, sonra napıyorsan yaparsın. Hem sana pırasa vereceğim, hiç sebze yemiyorsunuz," AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA diye bağırmak isteyip bağıramıyorum tabi fakat annemi ısrar kıyamet püskürtüyorum, tabi bozuluyor kendileri. Zavallının hem para kazanmayan, hem doğuramayan, hem de onunla ilgilenmeyen bir kızı var. Ne büyük bir dram. Bu diyalogtan sonra nihayet evden çıkıyorum. Kahve alıp kütüphaneye gidiyorum, şanslı günümdeyim, en azından gitmeyi başardım! Öğlene kadar iki satır birşey yazıyorum. Öğlen annem tekrar arıyor,  "Gel şu pırasayı al, öğlen yersin, iyilik de yaramaz size zaten," İçimde gittikçe büyüyen çığlıkla gidip lanet pırasayı alıp eve geliyorum ve yiyorum. Tekrar doğru kütüphaneye, yine yazma çalışmaları. Sonra aklıma akşam ne yiyeceğimiz takılıyor. Hiçbir şey yok evde. 4 gibi çıkıp markete gidiyorum. Et, mantar pişirmek, soğanları küçük küçük doğramak gibi çılgın fikirlere sahibim. Ve öyle ki bir doğrayıcı almaya karar veriyorum Migros'tan. İlginç bir şekilde yemek yapmaya son derece motiveyim. Et, soğan, mantar ve doğrayıcıyı alıp eve geliyorum, saat 16:30 ve hemen işe koyuluyorum, önce doğrayıcı kutusunu açıyorum, parçaları çıkarıyorum, fakat o da ne doğrayıcının en önemli parçası olan "BIÇAK" çıkmıyor kutudan, şaşkın ve kızgınım. İşte ekstra bir iş daha, önce fişi bul, sonra da doğrayıcıyı değiştirmek için çaba harca. Fişi atmadım eminim ama insansız kasadan alışveriş yaptım ve belki de elektronik alet olduğu için birşeylerin mesela garantinin imzalanması gerekiyordu ve ben bunu yapmadım. Doğrayıcı alıp camdan fırlatmak istiyorummm. Doğrayıcı olmayınca tabi soğanları doğramak ve bir taraftan da ağlamak gerekiyor, gereksiz bir zaman kaybı daha. Ama azimliyim başlıyorum yemek yapmaya, ete ve mantara katmak için dolaptan doğranmış domates konservesini çıkarıyorum, tam açarken konserve kapağının kulbu elimde kalıyor ve kendi kendime "Yok artık!" diyorum, önce doğrayıcı şimdi de bu. Uğraşıp didinip açıyorum, sonra dakikalarca mantar ve biber doğruyorum, tencereleri ocağa koyuyorum, pişerlerken mutfağı toparlıyorum, Garmin'in kaçta geleceğini düşünüyorum. Bir buçuk saat geçiyor ve saat akşam 6 oluyor, yemekler maalesef şahane olmuyor, idare ederler işte. "Hadi bugün bunları pişirdin, yarın ne halt edeceksin B.?" diyorum kendi kendime ve alışveriş dahil iki saatimin yemek pişirmeye gittiğini, sabahleyin de Garmin nedeniyle bir iki saat kaybettiğimi hatırlıyorum. Ben sürekli saatleri kaybediyorum ve yarının da anlattığım günden farklı olmayacağını hatta daha beter olma ihtimalinin bulunduğunu düşünüyorum. Birdenbire ortaya kuru temizlemeden alınması gereken birşeyler, ödenmesi gereken bir fatura, gidilmesi gereken bir eş dost, annemden alınması ya da ona götürülmesi gereken birşeyler çıkabilir. Ve ben yazmayı bıraktım, bir kitabın kapağını dahi açamadan günü bitirebilirim.

Şimdi yemekler hazırken birşeyler okuyabilirim, fakat kim bilir belki Garmin arayıp eve gelmek üzere olduğunu söyler ve ben de bunun üzerine salata yapıp masayı hazırlamaya başlarım, sonra yemeği yeriz, Garmin pek beğenmez ama az da olsa yer fakat yemeğin pek iyi olmadığını da belli eder çaktırmadan. Sonra masayı toplarım, Garmin yardım edemez çünkü o bütün gün dışarıda çalıştı, zavallıcık. Masa toplamanın ardından bir de çamaşırları toplarım ve makineye renklileri koyarım, tam kanepeye oturup kitap okuyacakken, Garmin'le biraz sohbet etmem gerek diye düşünürüm, neticede tüm filmlerde, dizilerde, romanlarda, dergilerde karı kocalar kanepede yanyana oturup sohbet ederler, birbirlerine günlerinin nasıl geçtiğini anlatırlar, onlar birbirlerinin en iyi arkadaşlarıdırlar. Sohbet için uğraşırım bir süre, fakat Garmin sanki bilgisarıyla daha iyi arkadaştır. Ve ben o noktada bezerim hayattan, televizyonda saçma sapan bir dizi izlemeye başlarım, yarının daha iyi geçeceğini ümit ederim ve bu ümitle Garmin'e sorarım "Garminciğim, yarın sabah kaçta çıkacaksın?" Garmin gözü bilgisayarında cevap verir, "Canım ne zaman isterse..."

16 Aralık 2010 Perşembe

Eyfel Kulesi Evliymiş

Bloğumun şeklini şemalini toparladım dün biraz, sanki daha iç açıcı bir hal aldı, ya da bana daha iyi geldi diyelim. Tabi mühim olan içerik ama dış görünüm de önemli.

Amerika'da izlediğim televizyon programlarının üzerimdeki etkisi halen devam ediyor. Tam anlamıyla karanlık bir çılgınlıktı hepsi, ingilizcede bu duruma, bence çok uygun gelen bir kelime var "frenzy". Birbirlerini yalan makinesine sokan insanlar, akla hayale gelmeyecek aşk üçgenleri, çocuklarının babalarının kim olduğunu bulmak için televizyon kanalları aracılığıyla sperm testi yaptıran 16-17 yaşında kadınlar. Ve çoğu programda hep "yalan makinesi" teması var, insanlar birbirlerine inançlarını kaybetmişler anladığım kadarıyla, kimse birbirinin dediğine inanmıyor ya da inanmak istemiyor, eee o zaman iyi ki yalan makineleri var. Bu garip programların ardından, Boston'daki otel odasındaki mahpusluk günlerimden birinde, bir de gündüz kuşağı talk show programına denk geldim, Tyra Banks'in programıydı. Seri olarak konuklar ardarda gelip gidiyordu. Derken Erica diye 25-26 yaşlarında ve aklı selim gözüken bir kadın konuk olarak geldi, kanepeye yerleşti. Sonra ekrana Eyfel Kulesi ve kulenin ayaklarından birine sarılmış olarak Erica geliverdi. Ve hikaye başladı...

Meğer bu Erica arkadaşımız, yanlış hatırlamıyorsam 3yıl önce, 12 arkadaşının şahitliğinde ve huzurunda Eyfel Kulesi'yle evlenmiş. Görüntülerde, Erica, elindeki kağıttan, Eyfel Kulesi'ne evlilik yeminini haykırıyordu. Yeminde şöyle parçalar vardı: "Sen çelikten yapılmışsın, ben ise etten; sen heybetlisin, ben ise sadece insanım.... Ama seni seviyorum ve hep seveceğim." Yeminin ardından da Erica, kulenin ayaklarından birine sarılıp şap şup öpüyordu. Bu görüntülerin ardından tekrar stüdyoya döndük ve Tyra, Erica'ya "Nassıl yaniiiii?" diye sordu ve Erica yine gayet aklı başında bir halde (aklı başında olmayan hal nasıl oluyorsa?) kendisinin insanlara değil nesnelere aşık olduğunu ve bunun tıpta bir karşılığının da olduğunu söyledi. Sonra da Eyfel Kulesi'ne karşı aşkının nasıl başladığını, evlilik kararını nasıl aldıklarını ve arada Eyfel Kulesi'nin görmeye gidip gitmediğini, Erica'nın Paris'teki Mike adlı kocasından bahsedermişcesine konuşmaya başladılar. Ve Erica o kadar aşıkmış ki Eyfel kulesine, göbeğinden başlayıp, göğüslerinin arasıda biten bir Eyfel Kulesi dövmesi bile yaptırmış ve eksik olmasın eski görüntüler aracılığıyla, bu dövme de bizlerle paylaşıldı.

Sonrasında Tyra, önlerindeki sehpada duran bir taş parçasını eline alarak, "Ve Erica, Eyfel Kulesi dışında aşık olduğun başka bir nesne daha varmış," dedi. Ve evet, Erica Berlin Duvarı'na da aşıkmış meğer ve  şansına bu duvara ait gerçek bir parçaya da sahipmiş. Tyra, yine sanki kocası Mike'ı, John ile aldatan bir kadınla sohbet ediyormuşcasına, "Peki nasıl oluyor, hem Eyfel Kulesi ile evlisin, hem de Berlin Duvarı'na aşığım diyorsun," diye sordu. Erica gayet sakin bir şekilde, Eyfel Kulesi ile evliliklerinin "açık bir evlilik" olduğunu ve bu nedenle Berlin Duvarı'nı da söyledi. Eyfel Kulesi'nin bu açık evlilik prensibiyle ilgili görüşlerini maalesef bilemiyoruz tabi. Sonrasında ise Erica, yanlış anlamadıysam, okçuluk yaptığını ve yayına da aşık olduğunu söyledi. Bunun üzerine Tyra yine, Erica sanki Mike ya da John'la birlikteymişcesine, cinselliği nasıl yaşadığını sordu. Erica'nın cevabı yine çok olgun ve sakindi, cinsellikten sadece fiziksel yakın temasının anlaşılmasının saçma olduğunu ve kendisi örneğin, Berlin Duvarı'nın bir parçasını eline alıp tuttuğunda aralarında bir yakınlaşma, bir temas yaşandığını ve bunun ona yettiğini söyledi. Nihayetinde, Tyra, Erica'ya bu ilginç sohbet için teşekkür ederek stüdyodan uğurladı ve yeni konuğunu davet etti. Bu sırada ağzı açık bir halde ekrana bakan ben de kendime geldim. Bir süre izlediğimi sandığım şeylerin bir rüya olup olmadığını düşündüm, rüya filan değildi izlediklerim, belki kurguydu, belki Erica'yı da yalan makinesine bağlamak gerekiyordu gerçekten Eyfel Kulesi'ne ve diğer nesnelere aşık olup olmadığını anlamak için, bilemedim.

Eve döndükten sonra kütüphanemizde duran minik Eyfel Kulesi, bana Erica'yı hatırlattı; evet insan nesnelere, sanat eserlerine hayranlık duyabilir, aşık oldum da diyebilir ama evlilik ve nesnelerle aşk yaşamak, şahsen benim aklım almadı. Yine de kütüphanede öylece duran ve kimsenin aşık olmadığı minik Eyfel Kulemiz için içlendim, Erica ona da aşık olsa fena mı olurdu yani? Ben de bunun üzerine, kendisinin fotoğrafını burada sizlerle paylaşmaya karar verdim.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Dönüş ve New York New York

Genelde nereye gidersem gideyim, birkaç gün sonra eve dönmek isterim. Fakat uzun yıllar sonra ilk kez bir yerden dönmek istemedim, bıraksalar New York'ta yaşardım. Soho veya Greenwich Village taraflarında bir ev tutar, oradaki bohemlerle takılırdım. Her gün New York Library'e gider, yazları Central Park'ta vakit geçirirdim. Ayda bir kere de bir Broadway müzikaline giderdim. Nasıl para kazanırdım orasını bilmiyorum ama neticede Amerika insanların kendilerini yeniden yarattığı bir ülke değil mi? İlla yapacak birşey bulurdummmm.

New York bir miktar kalabalık ve kaotik olsa da yaşanacak bir yer. Ve bana kalırsa kalabalığın büyük kısmını turistler oluşturuyor. Turistler ortadan yok olsa, daha sakin bir şehir olabilir diye düşünüyorum. Herşey var, herşey ulaşılabilir. Bir kere kitaplar ve kitapçılar açısından inanılmaz zengin bir yer. Mesela Strand diye bir kitapçıları var, bu kitapçıdaki kitapları dizdiğinizde, 18 millik bir yol yapıyormuş. Gerisini siz düşünün, 18 mil! İnsan içeri girince şaşırıp kalıyor zaten, bir sürü raf ve her taraf kitap. Rafları bir kütüphane gibi düzenlemişler, çok organize ve çalışanlar da çok yardımsever. Gerçi ne dediğinizi anlamakta biraz zorlanıyorlar. Ben iyi ingilizce konuştuğumu sanırdım Amerika'ya gidene kadar fakat orada anladım ki telaffuzum bayağı yetersiz onlar için. Gayet düzgün bir şekilde "Women Studies" dediğimi sanıyordum örneğin ama zavallı çalışanlar, beşinci seferde ne dediğimi anlayabildi ve "oooooo womeeeeeeeen studieeeeeeeeeeesss" diyerek derdime derman oldular. Biraz yuvarlayarak telaffuz etmek gerekiyor galiba.

Kitap dışında benim için son derece önemli olan kahve de çok kolay ulaşılabilir birşey. New York'ta adım başı bir Starbucks, gerçi bizim gibi turistler nedeniyle çok kalabalık ama içleri çok güzel döşenmiş, özellikle East Village, Soho, Greenwich taraflarında olanlar benim çok hoşuma gitti. Geniş, duvarları tuğla, uzun ahşap masaları ve Christmas nedeniyle şahane bir şekilde süslenmişler. Özellikle bardak tutma kartonlarına yılbaşı için yazdıkları cümle çok hoşuma gitti, "Stories are gifts, share..."Şahane değil mi?



New York'un, aslında genel olarak Amerika'nın bir diğer güzel yanı da, yediğiniz içtiğiniz herşeyin üzerinde kalorisinin yazıyor olması. Sanırım bu yolla, obezite yok olmuş çünkü öyle denildiği gibi acayip şişman insanlar çoğunlukta değil. Ben 10 günde toplasanız 10 tane ancak görmüşümdür. Ve geri kalan inanılmaz zayıf. Herkes, yollarda koşuyor. Öyle bizim Caddebostan sahilindeki tipler gibi sürünerek de koşmuyorlar, hepsi maaşallah tazı gibi, yürür gibi haldır haldır koşuyorlar. Eeeee bir de yediklerinin kalorisini biliyorlar, zayıf olmasınlar da ne olsunlar. Özellikle Starbucks'taki keklerin kalori değerlerini görmüş olmam nedeniyle, sanırım ben de burada kendimi biraz daha kontrol edeceğim, bir dilim kek ortalama 450 kalori, ben burada atıştırmalık gibi yutuyordum kekleri çoğu zaman.

New York'ta yaşamanın bir diğer güzel yanı da, annemin İstanbul'da yaşıyor olması. Bu sabah yine bayılttı beni. Temizlikçiyle birlikte evi işgal ettiler yine. Sanki benim değil de onların evi. Biri (annem) aldığı masa örtüsünün masaya ne kadar yakıştığından bahsediyor, öbürü (temizlikçi) çamaşırları başka bir programda yıkamam gerektiğini sayıklıyor. Ben aralarında çığlık atmamak için zor tutuyorum kendimi. Bu ülkedeki anneler, insanı gerçekten bunaltıyor çünkü kendilerine ait bir hayatları yok. Bir de benim annem çalışan anneydi yani kendi işi gücü vardı ama emekli olduktan sonra kendisini bize adadı ama müdahale yoluyla, "onu böyle yap, bugün yürüyüş yapalım, gel benden yemek al, size sebze yaptım, hiç sebze yemiyorsunuz, ben paltolarınızı kuru temizlemeye götüreyim" diyerek. Evet, çok fedakarca bir yaklaşım, eksik olmasın ama feda-kar-canın yazılışına dikkat etmek gerekiyor. Yani bunları yapıyor ama bir karşılık da  bekliyor; ilgi, alaka, onunla vakit geçirmek şeklinde.

New York'un bunların dışında belki de en güzel yanı, kimsenin birbiriyle ilgilenmiyor olması. İstediğini giy, yap, konuş kimse seni takmıyor. Mesela pijamalarıyla ve terlikleriyle sokakta dolanan insanlar gördüm ve benden başka kimse bakmıyordu onlara. Kendi kendine konuşan insanların varlığını da bu durum açıklıyor sanırım. Bana göre, her 5 kişiden 3'ü kendi kendine konuşuyor ve insanlar anladığım kadarıyla gönül rahatlığıyla deliriyor, bizdeki gibi deli olmak bir dert değil. Özgürce yaşadıkları gibi, özgürce de deliriyorlar. Bizler ise aman elalem ne der, nasıl bakar diye deliremiyoruz bile. Gerçi ben bu delimsi insanlardan biraz korktum ama delirmek istersem şahane olabilir, ki zaman zaman delirmek istiyorummm .

New York'un bana bu kadar uyan özelliklerine karşın tek bir özelliği ya da kuralı diyelim sinir bozucu benim için. O da hiçbir yerde sigara içilemiyor olması. Kaldığınız otelin önünde bile sigara içemiyorsunuz, 25 feet ötede içmeniz gerekiyor örneğin. Bir de hava dışarıda oturup sigara içmek için ziyadesiyle soğuk, eee böyle olunca da sokaklarda yürürken sigara içmek gerekiyor ve öyle sigara içmenin de hiçbir keyfi yok maalesef! Ancak söylemeden geçemeyeceğim, bu kadar yasağa rağmen sigara içen bayağı insan var, yani bana kalırsa yasaklar her alanda olduğu gibi, bu alanda da işe yaramıyor, insanlar yapmak istediklerini yapmaya devam ediyor. Üretmesinler, bu sigara denen mereti olsun bitsin canımmm.

Evet New York'tan hatırladıklarım şimdilik bu kadar, en kısa zamanda Amerika'da televizyonda izlediğim bir evliliği yazacağım, ben çok şaşırdım, siz de şaşıracaksınız.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bu Kadarı Bana Bile Fazla!

Evet saçma sapan programları saatlerce izleyebilirim. Kaçırılma, kaçma, aldatılma, dolandırılma hikayelerine bayılırım. Bu programları izlediğim için yakın çevrem tarafından aşağılanır ve genelde izlemiyormuş gibi davranırım. Bilirim, bu programları izlemenin vakit kaybı olduğunu ve bir çoğunun kurgu ürünü olduğunu ama bu sabah izlediklerim ve hala izlemeye devam ettiklerim beni benden aldı, bana bile fazla geldi! Amerikalılar kendini cidden aşmışşşş. Size programları fotoğraflarla anlatmaya çalışacağım.

İlk program "Ask Maury". Bilemiyorum bizde böyle bir program tutar mı ve insanlar böyle bir programa çıkmak ister mi? Programın formatı şöyle; kocanızın sizi aldattığını düşünüyorsanız, kafanızda soru işaretleri varsa fakat elinizde yeterli kanıt yoksa, Maury abimizin kapısını çalıyorsunuz, hikayenizi anlatıyorsunuz. Sonrasında Maury aldattığı iddia edilen eşi yalan makinesine bağlıyor, soruları soruyor, cevapları alıyor. Ve her iki eş stüdyoya davet edilip, yan yana oturtuluyor. Kadınlar genelde aldatıldıklarına inandığı için son derece gergin, üzgün oluyor ve çoğunlukla ağlıyor. Erkekler ise oldukça soğukkanlı davranıyor ve suçlamaları reddediyor. Nihayetinde Maury abimiz, yalan makinesi sonuçlarını okumaya başlıyor. Sorulardan aklımda kalanlar şöyle;


-Karınızı son 5 yılda hiç aldattınız mı?
-Spor çantanızdan çıkan pembe don birlikte olduğunuz başka bir kadına mı ait?
-Başka bir kadından çocuğunuz var mı? vb.

Soruların neticelerine göre, eğer yalan makinesi, eşin aldattığını ortaya çıkarıyorsa, kadın oturduğu yerden adamı yumruklamaya ve bir taraftan da ağlamaya başlıyor. Sonrasında birbirlerini stüdyonun arkalarında kovalamaya başlıyorlar. Ve böyle pek çok çift ardarda gelip geçiyor stüdyodan.

Bu program açıkçası komik geldi bana, ne bileyim şeker tutacağıyla (bilmiyorum nesneyi doğru tarif ifade edebildim mi?) tutulan pembe don filan.



Maury abiden sonra başlayan Jerry abinin programı ise beni gerçekten dehşete düşürdü; insanlar stüdyoda birbirlerini dövüyorlardı ve seyirciler de alkışlıyorlardı. Kadınlar saç saça baş başa birbirine giriyor, sahnede leopar desenli sütyen ve don giymiş bir adam bağırarak koşturuyor ve kadınlardan birini aradan öpüyordu. Noluyoooo yaaaa dememe fırsat kalmadan başka bir aşk üçgeninin üyeleri sahneye geldi ve onlar da bu sefer iki erkek arasında sağlam bir dövüşe başladı. Yumruklar havada uçuştu, insanlar yerlerde yuvarlandı ve seyirciler alkışlamaktan kendini kaybetti. Ve ben gerçekten korktum, nedir yani bu şimdi, ne oluyor. Bizim sabah programlarına seviyesiz diyenleri buraya davet ediyorum acilen ya da uydudan izlesinler bahsettiğim programları ve bizim sabah programlarını en azından benim kadar seveceklerine bahse girerim.




Özellikle Jerry abiyi izlerken yaşadığım dehşet nedeniyle fena halde acıktım ve otelin bakkalından kendime M&M aldım, şahane birşey bu M&M, biraz sakinleştim, fakat dehşet hala devam ediyor. Allah'ım nasıl çekiyorlar birbirlerinin saçları, yooo bu kadarı kurgu olabilir mi? Gerçekten şoktayım!

Ahhh Otel Odaları, Otel Odalarıııııııııııı

Otel odalarını sevmedim, sevemedim. İster çok lüks olsunlar, ister çok salaş muhakkak evi özlüyorum. Mutlaka takacak birşey buluyorum. Hele bir de oda, ben içindeyken temizlenirse, dün olduğu gibi, iyice iğreniyor ve nefret ediyorum. Sonra da bir kaşıntıdır tutuyor beni ve ne yapsam geçmiyor. Bir otel odasında en fazla 2, hadi bilemediniz 3 gün kalabiliyorum. Dün maalesef tüm günü ve geceyi bir otel odasında geçirmek durumunda kaldım ve bugün de aynı şey geçerli. Dün, ilk gün olması itibariyle bir şekilde daha çabuk ve rahat geçmişti aslında ama bugün işim zor, çünkü üzerimde dünün ağırlığı var. Yapabileceğim tek dışarı aktivitesi, aşağı inip, otelin önünde sigara içmek, o da en fazla 5-6 dakikamı alıyor ve ciddi anlamda donuyorum. Aslında bugün taksiye binip yakınlarda bir yere gideyim demiştim ama yakında olan tek şey alışveriş merkezleri ve şöyle güzel, sevimli kafeleri yok ve taksinin otele gelmesi 15 dakika alıyormuş, eee bir 20-30 dakikada alışveriş merkezine gitsek, servet tutar yahu, diyerek oturduğum yerde oturuyorum. Ve tabi sıkılıyorum.



Gerçi bu da bir tecrübe benim için; otel odasını sevme ve otel odalarında yaşamayı öğrenme tecrübesi. Aslında otel odalarını sevmeme durumum, hayatımı fena halde kısıtlıyor ve eğer bu iğrenme durumum artarak devam ederse, büyük olasılıkla hayatım sadece İstanbul'da geçecek. Oysa seviyorum da yeni yerler görmeyi ama işte otel odaları sıkıntı yapıyor bünyemde. Keşke her şehirde, bir eşim dostum olsa da onların evinde kalabilsem ama yok öyle birşey tabi. Eve dönmek istiyorum ama eve dönmenin de sıkıntıları var tabi; bir kere annem bekler, sonra evsel ve ailesel abuk sabuk şeyler bekler, sonra yapmam gerekenler ve hedeflerim bekler beni. Bunları yazınca da eve dönmek istemediğime karar veriyorum.

Hep tatilde olsak aslında keşke, sorumluluklardan uzak, sadece günü ve getirdiklerini yaşayarak. Mesela tek hedefimiz denize girmek ya da bir müzeyi görmek olsa. Çoğumuz tatilde mutlu oluyoruz, o zaman hep tatil halinde yaşayalım di mi ama? Fakat benim şartım evimde tatil halini yaşamak!

Bu arada televizyondan öğreniyorum ki şu an "Facebook Fairytales" diye bir kitap çıkmış, nasıl yani? Facebook ve peri masalı anlayamadım? Ve şu an televizyonda, bizdeki sabah programlarını aratmayan bir program var, ağlayan bir kadın babasıyla buluşacağı anı bekliyor ve evet şimdi buluştular ve sarıldılar. Sanırım dünyanın her yerinde tüm hikayeler aynı. Bu arada bu baba ve kızı 31 yıl sonra biraraya gelmişler, yuh diyorum.

Sanırım, bugün bu saçma programlarla geçecek ve işin kötü yanı bugün için cipsim ve bisküvimin de olmaması. Allah'tan otelin içinde küçük, bakkalımsı bir yer var, oradan ufak tefek abur cubur alıp, günümü belki daha katlanılır hale getirebilirim. Amma şikayet ettim bugün yahu. Evet, şimdi çenemi kapıyorum ve televizyona dönüyorum!

7 Aralık 2010 Salı

Boston Boston Boston

Başka bir kıtada, bir otel odasındayım an itibariyle. Ve tüm günü burada geçirmek durumundayım çünkü burada araba kullanmam imkansız, kaldığımız otel şehir merkezinden 1 saat uzaklıkta, kocam eğitimde...Ve saat henüz sabah dokuz buçuk civarında, Allah bana sabır versin, ne diyeyim.



Cumartesi gecesinden beri Boston'dayız. THY ile seyahat ettiğimiz için yolculuğumuz macera dolu bir şekilde başladı. Saat 10:50'de kalkması gereken uçağımız, saat 15:00'e doğru kalktı ve THY bizi saatlerce beklettiği için anlayışımıza teşekkür edip, bizlerden özür diledi. Açıkçası ben hiç anlayışlı değildim, saatler sürecek bir yolculuk öncesinde bir de saatlerce havaalanında bekletildiğim için. Ve bu rötar olayının THY için bir kural haline geldiğini düşünmeye başladım, çünkü bizden birkaç gün önce de ablam yine 3-4 saat havaalanında beklemek durumunda kaldı ve dün yine ablam yine THY yüzünden yaklaşık 2 saat havaalanında hapis kaldı. İş mi bu şimdi, hadi rötar var, anlayışıma teşekkür etme de, ne bileyim mil yükle, birşey ver, bir bedeli olsun yarattığın gecikmenin, yorgunluğun. Ama yok, THY'nin yolcuları anlayışlı olmak zorunda! Tabi bu kadar gecikme neticesinde, hava karardığında New York'a inebildik ve hemen araba kiraladığımız yere koşturup, 3,5 saatlik Boston yolculuğumuza başladık. Sevgili kocamın nasıl olup da araba kullandığını anlayamadım, ben şahsen uykusuzluktan kafamı dik tutamıyordum, vücut saatim uyumak uyumak istiyordu. Bir saat filan dayandım, kocama destek olmak için ama nafile kendimden geçiyordum, hatta rüya bile görüyordum. Derken, bir baktım durmuşuz, kocam hadi inelim birşeyler yiyelim diyor, atladım hemen arabadan ve otoban kenarındaki Bir Mc Donalds'a girdik. Allah'ım sanki rüyamın devamı gibiydi Mc Donalds, o ne kalabalık, o ne büyüklük, o ne enteresan tipler, rüya olsa bu kadar olur. Enteresan bir şekilde tırstım ve kocama yapıştım. Ne hikmetse aklımda sürekli Amerikan polisiyeleri, her an biri, beni alıp götürecekmiş gibi hissediyorum, tuvalete gitmeye bile korkuyorum. Haaa bu arada tam yola çıktığımız gün regl oldum, 10 saatlik uçak yolculuğunda tuvaletlerde türbülansa girdim ve lanetleyip, bol bol küfrettim reglime. Hadi hamile kalamadım bir ay daha tamam ama, reglimin zamanlaması beni gerçekten çıldırtıyor. Gün mü kalmadı da tam yola çıkacağımız gün başlıyorsun ve tüm yolculuk ve tatilin büyük bölümünde tuvalet peşinde koşmama neden oluyorsun. Neyse yemeğimizi yedik, bu arada porsiyonlar dev gibi değil, aynı Türkiye'deki gibi, yola devam ettik ve ben yolculuğun kalan kısmında horul horul uyudum. Otele vardığımızda saat, buranın saatiyle akşam 10:00'du, hemen odaya koşup derin bir uykuya daldık. Tabi 10:00'da yatınca sabah 5'te dikildim ben ama jetlag olmamak için biraz daha uyumaya çalıştım ve açıkçası jetlag filan olmadım da, sadece biraz erken yatıyor ve biraz erken kalkıyorum.



Geliş maceramız bu şekilde sona erdikten sonra, Pazar sabahı kendimizi merkeze attık, fakat o ne soğuk öyle, gayet sağlam giyindiğimiz halde zangır zangır titredik bütün gün, hele bir de rüzgar esti mi, soğuğu anlatmaya kelimeler yetmez. Sıcak birşeyler içerek, ve sık sık kafelerde mola vererek, bayağı bir gezdik. Boston çok güzel bir yer, her yer çayır çimen, orman. Evler harika, rüya gibi, müstakil, 2-3 katlı, ve sıradan evler böyle. Bizdeki gibi sadece parası olanlar oturmuyor bu şahane evlerde. Bir de Noel bu arkadaşlar için haliyle pek bir önemli ve etrafı nasıl güzel süslemişler, anlatamam. Evler, ağaçlar, dükkanlar, cafeler rengarenk ve ışıl ışıl. İnsanın içi açılıyor ve kendini çok mutlu hissediyor. Bir de buradaki insanlar bırakın obezi, şişman bile değil. Ben gelmeden önce, herkes dev Amerikalılar göreceğimi söylüyordu. Fakat ben 3-4 tane öyle aşırı şişman insan gördüm, onların da bizim ev kadını, komşu teyzelerden pek farkı yoktu, yani ancak onlar kadar şişmanlardı. Benim gördüğüm insanların çoğu gayet ince ve fitti. Bir de Boston'da herkes mütemadiyen koşuyor, sabahtan akşama koşan bir sürü insan gördük. Öyle parkta filan da değil, her yerde koşuyorlar, eee bu insanların şişman olması düşünülebilir mi? Tabiki hayır, açıkçası ben kendimi, onları görünce fena halde şişman ve çirkin hissettim.



Boston'un merkezine yaptığımız ziyaret sırasında Harvard'ı ve etraftaki öğrencileri de gördüm, şahaneydi. Kıskandım hepsini, düşünsenize, Harvard'da okuyorlar. Ve Harvard'ın çevresindeki yaşam da harika, küçük küçük cafeler, kitapçılar, kırtasiyeciler var. O kafelerden birine oturup, ders çalışmak istedi canım.

Boston'da Harvard ve üniversiteler dışında ünlü olan bir başka şeyde outlet merkezleri, gerçekten inanılır gibi değiller. Bir sürü mağaza var, fiyatları gerçekten ucuz ve bizdeki outletler gibi giyilemez şeyler satmıyorlar. Gayet güzel ve uygun ürünler satıyorlar. Fakat alışverişin de sonu yok. Şahsen ben kilo aldığım ve bir de üstüne regl olduğum için fazla birşey almadım, alamadım. Bir kere regl olduğum için saçım, başım, cildim rezalet bir durumda. Bunun dışında getirdiğim kotların hepsi dar geliyor, eee öyle olunca da insanın birşey alası kalmıyor. Fakat kocam, harika bir alışveriş yaptı. Ahhh ben de şöyle ip gibi incecik olsaydım, neler alırdım neler. Kendime not: dönüşte kesin olarak ciddi bir sağlıklı beslenme programına başlanacak!



Boston evet güzel, keyifli bir yer fakat çok soğuk ve hiçbir yerde sigara içilemiyor. Gelmeden önce kapalı alanlarda sigara içemeyeceğimi biliyordum da havanın bu kadar soğuk olduğunu bilmiyordum. Şöyle bir yerde oturup, elinde sıcacık kahvenle, huzurla sigara içmek imkansız. Sürekli titreyerek, sigara içiyorsun. Ve kendimden başka, üç günde, toplam 3 kişi daha gördüm sigara içen. Yani pek sigara içmiyorlar. Ahhh şu odada bir balkon olsaydı, en azından aşağı inmeden bir sigara içerdim. Neyse hem de hava almış olurum.

Evet, şimdilik Boston maceralarım bu kadar. Bugünü geçirmek için elimde olanlar; internet, kitaplarım, defterim, koskoca bir paket cips, bir kutu bisküvi, sigara, televizyon ve su. Otelde kahvaltı dışında, yemek servisi de yok ve kocam eğitimden sonra bir de iş yemeğine gidecek, pöffff. Aaa bir de unutmadan, burada da sabahları kayıp insanlarla ilgili bir program var, Müge Anlı modeli birşey. Dün sabah biraz baktum ama bu sabah tekrar yakalayamadım. Belki yarın sabaha artık!