29 Kasım 2010 Pazartesi

Sinir Bozucu Bir Gün

Dün gece kanepede uyuyakalmışım. Uyandığımda saat sabah beşti ve uykuma yatağımda devam edeyim diyerek, donmuş bir halde yatak odasına doğru yola çıktım. Tam banyonun yanından geçerken, aklıma dişlerimi fırçalamadığım geldi. Benim yatmadan önce dişlerimi fırçalamadığım bir gece yoktur, eğer dişlerimi yatmadan önce fırçalamazsam ertesi günümün kötü geçeceğine kendimi inandırdığım için. Fakat dün gece ya da sabah demeliyim belki de hiç halim yoktu ve kafamdan Pazartesi neler yapacağımı geçirdiğimde de kötü olabilecek birşey olmadığını düşündüm. Ve gittim yattım. Sabah uyandığımda dişlerimi fırçalamadığımı unutmuştum bile.

Son dönemde kilo aldığım ve evdeki kotlara pek rahat sığamadığım ve bir de üstüne Cumartesi on günlüğüne seyahate çıkacağımız için kendime bir kot ve kadife pantolon alma hedefim vardı bugüne ilişkin. Ama öncesind evi toparlamam ve temizlemem gerekiyordu. Aslında saat 10'da alışveriş merkezinde olmayı hedeflemiştim ama hem geç kalktığım hem de temizlik vakit aldığı için saat 11'i geçerken, alışveriş merkezindeydim. Yoldayken de, bir gerizekalı olarak, annemi aradım. Aslında kendisiyle konuşmak ya da vakit geçirmek istemiyordum ama zat-ı şahaneleri benimle birşey konuşmak istediğini ve ona uğramamı söyledi. Tamam dedim ve tabi anında sinirlerim bozuldu, kim bilir ne saçmalayacak, nasıl gereksiz şeyler üzerine ahkam kesecekti. Alışveriş merkezine girdiğim anda alışveriş motivasyonum kendini bezginliğe bırakmıştı. Yangından mal kaçırır gibi mavi jeans'e girdim. Ben genelde mağazalara tek başıma girmeyi hiç sevmem, yanımda biri olmalı ki, satış danışmanlarını benden uzak tutabilsin ve bir de tek başıma bir sürü şey deneyip hiçbir şey almadan mağazadan çıkamam, mağazaya ayıp olurmuş gibi gelir. Sanırım gerçekten gerizekalıyım. Neyse aklımda birkaç model vardı, bir arkadaşımın yeni aldığı modeller. Satış danışmanı hepsini yığdı kucağıma ve ben denemeye başladım. Denediğim bütün kotlar tayt gibiydi ve tüm dikişlerini bedenimde hissedebiliyordum, kadife pantolon bile daracık duracık birşeydi. Bu arada sevgili satış danışmanı hepsinin çok güzel durduğunu söylüyordu ısrarla. O da gerizekalı galiba. Neyse bir model fena durmadı ama o da çok rahat değildi, yani evdeki kotlarım kadar sıkıyordu ve peki ben ne yaptım? "O kadar kot denedim, kız da tepemde, nasıl çıkarım şimdi hiçbir şey almadan?" diyerek kota bir sürü para bayıldım ve çıktım. Ve o anda da kendime fena halde kızmaya başladım; niye alır insan işine yaramayacak bir giysiyi, birisine, tanımadığı birisine ayıp olmasın diye insan kot alır mı? Ben aldım işte ve evdeki kot mezarlığına yeni bir kot daha ekledim, yok yere, gereksiz yere, gerizekalı olduğum için. Kim yapar yani böyle bir salaklık.



Sonrasında hızla anneme gidip, kendisinden kurtulmaya karar verdim. Annemle sağlıklı bir sohbet genelde imkansız olduğu için yüzyılın kavgalarından birine imza attık. O kadar saçma sapan şeyler üzerine tartıştık ki, benden tam olarak ne istediğini bile anlamadım. Fakat sinirlerimi ciddi şekilde yerinden oynattı kendisi. Ve aile denilen kurumdan bir kez daha nefret ettim. Beni dünyaya getirmede aracı olan birisi, yani annem, kalkmış şunu şöyle yap, ablana şöyle de, kocana böyle de, diye diye abuk sabuk konuşuyor. Bunları söyleyen bir arkadaşım, sevgilim ya da kocam olsa, bir daha muhatap olmam, ayrılırım vs. ve kurtulurum. Ancak saçmalayan insanın annesi olunca çaresiz kalıyor insan. Ne yapacağım? "Anne, ben seninle anlaşamıyorum ve fikirlerimiz hiç uyuşmuyor, görüşmeyelim" mi diyeyim? Olmuyor işte annelerle öyle. Ben bunları düşünürken, bu arada kendisi bana çığlık çığlığa "Görüşmeyelim," diyebiliyor. Vallahi anlayamıyorum ve bu anne baba olma kavramına hasta oluyorum. Ne oluyor yani doğurdun, büyüttün diye herşeyi söyleyebileceğini mi sanıyorsun? Bir de yarın ablam geliyor. Ona da çaktırmamak lazım annemle aramızın kötü olduğunu, neticede o anneme daha fazla kıl oluyor ve bana dediklerini duyarsa, çıldırır. Bir de onunla uğraşamam. Şeytan diyor ki New York'a git ve bir daha dönme buralara. Arayıp dursunlar beni. Ben de o arada gidip Paul Auster'dan beni evlat edinmesini rica edeyim. Birlikte roman okur, romanlar üzerine sohbetler yaparız ve ben böylece Yeni Dünya'da yeniden doğmuş olurum. İstemiyorum böyle anne de hayatta! Yeter gerçekten ve keşke gerçekten başka bir ülkede yaşama şansım olsaydı, arkama bakmadan kaçar giderdim buralardan.

Bir de akşama misafir var, öfff, gerçi herşeyi, yani pasta börek çöreği hazır aldım ve hiç yorulmadım hazırlanmak için ama kimseyi çekecek halim yok. Bu gece şöyle tek başıma, elime bir kitap alıp, onu okurken sızmak ve bol bol sigara içmek istiyorum. Hiç sevimli evsahibesi rolünü oynayacak durumum yok ama kaçış da yok bu akşamdan. Ve galiba yarın tadilattan alacağım kotumu, oturup makasla kesip, bir daha salakça alışveriş yapmamaya yemin edeceğimmm.

Bir daha yatmadan önce kesinlikle dişlerimi fırçalayacağım, böyle, bir güne daha tahammülüm yok!

23 Kasım 2010 Salı

Şans Müziği

Şans Müziği bildiğim kadarıyla çok sevgili Paul Auster'ın romanlarından biri, şu sıralar kendisinin "New York Üçlemesi" adlı eserini okuyorum ve kıskançlıktan çatlıyorum, şahane yazmış gerçekten. Neyse konumuz Paul Auster'ın başarıları değil ve Şans Müziği adlı romanını da okumadım. Benim meselem, kendi şans müziğim ile ilgili, ne müzik ama! Aslında müzik değil benim şans müziğim; saf gürültü kendileri!

Şu köpekcik gibi huzurlu bir şekilde uzanmak isterdim!
Bu eve taşınmadan önce, dört yıl boyunca son derece gürültülü bir apartman dairesinde yaşadım. Şöyle ki üst kat komşularımız evlerinde gümbür gümbür yürüyor ve onların üst katındakiler ise sürekli eşya çekiyordu garç gurç, alt komşumuzun ise sabaha karşı ağlamaktan zevk alan bir bebeği vardı. Bebeği ve ailesini fazla takmıyordum açıkçası ama üst kattaki hayvanlara kafayı fena halde takmıştım. Onlar her gümbürdediğinde ya da eşya çektiğinde, saate bakmaksızın kaloriferlere elime geçen sert nesnelerle gümbür gümbür vururdum. Güya ben de onları rahatsız ediyordum. Bir gece benim kaloriferlerde şans müziğimi çalmamın ardından kapı çaldı. Pijamalarımlaydım ve kocam evde yoktu. Delikten baktım ve karşımda bebeğin babası vardı, açtım tabi kapıyı hayrola diye. Meğer baba hazretleri benim güm güm vurmamdan rahatsız oluyormuş, bebekleri uyanıyormuş vs vs. Tabi adama ne diyeceğim, beni de üst kattakiler mi rahatsız ediyor diyeceğim, oldu vurmam dedim, kapattım kapıyı. Fakat o günden sonra içimde fena bir sinir birikmeye başladı, sağa sola da vuramıyordum ve derdimi nasıl anlatacağımı da bilemiyordum; üst kata çıkıp "Lütfen biraz zarif yürüyün" mü diyecektim? Fakat mütemadiyen devam eden gürültü beni o kadar çıldırttı ki, bir akşam kocamın tüm engellemelerine rağmen gittim kapılarını çaldım,"Sizden gümbür gümbür sesler geliyor, geç vakitlerde, ne olur biraz özen gösterin," dedim. Kapıyı açan kadın gümbür gümbür yürüyenin 30 yaşındaki oğlu olduğunu ve önceden oturdukları evde bu yürüyüşün komşular tarafından çok sempatik bulunduğunu ama dikkat edeceklerini söyledi. O gece enteresan bir şekilde sessiz geçti ve ben o kadar huzur buldum ki, ertesi gün kalktım bir tabak sarma götürdüm kadına. Fakat sarma boşunaydı çünkü 30 yaşındaki oğul söz dinlememeye başladı, evde gümbür gümbür dolanıyordu, sanki üst katımda Guliver yaşıyordu ve gümbürtüye, neredeyse hiç durmayan eşya çekme sesleri eşlik ediyordu. Filmi kopardığım bir başka akşam da eşya çekicilerin kapısını çaldım, sinirden titriyordum, böyle böyle dedim ve bilin bakalım bana ne dediler, en üst katta oturmalarına rağmen "Aaaa ne alakası var, biz eşya filan çekmiyoruzzzz!" Herhalde çatıdaki inler cinler eşya çekiyordu. Baktım bu insanlarla bir yere varamayacağım ve bir türlü huzur bulamıyorum, faaliyet alanımı değiştirdim; duaya ve kulis faaliyetlerine verdim kendimi, bu insanların taşınması için ciddi ciddi dua ediyor ve bu insanları her fırsatta yöneticiye şikayet ediyordum. Yönetici beni deli sanmaya başladı günler geçtikçe ama tatlı bir kadıncağızdı, en azından dinliyordu. Fakat dualarım cevaplanmadı ve alt kattaki bebek ailesinin taşınmasıyla yeni bir şekil aldı, alt kata komün halinde bir grup insan taşındı bir gün. Bebekten kurtuldum diye sevindim, en azından, en zararsızı olsa da biri gitmişti, belki de diğerleri de zamanla giderdi. Ancak alt katttakiler, şans müziğime dehşet verici bir katkıda bulundular. Bir gece, saat 03:00 sıralarında havlama sesleriyle uyandım, evet sokak köpekleri havlıyor olabilirdi ama maalesef havlayanlar alt komşularımızdı, bir kadın ve bir erkek karşılıklı havlıyordu, inanamadım, neye uğradığımı şaşırdım. Bebek ağlaması neyse ama bir insanın havlaması? Yeniden yöneticinin kapısına gittim ertesi gün, insanların havladığını söyledim, kadıncağız şoka girdi ve şoka girmekle kaldı. Artık çaresiz bir haldeydim. Her taraftan birsürü manyak etrafımı çevirmişti ve ben çaresizdim, ne oturduğum evden kurtulabiliyordum ne de komşulardan. Yeni bir strateji sayfası açtım bunun üzerine, kocama taşınalım burası her yere çok uzak, ayrıca çok da gürültülü diye baskı yapmaya başladım. Bu gürültü olayı hayatımı o kadar etkiliyordu ki, kocam da sürekli şikayet etmemden çıldırma noktasına geldi. Her akşam, düzenli olarak sinir buhranları geçiriyor, taşınalım diye ağlıyor ve her sabaha küfürler ederek başlıyordum. İnanması zor ama bu tımarhanede dört yıl taşındım. Ve sonunda kocamı taşınmaya ikna edebildim. Ev ararken, baktığım ikinci ev, apartmanın en üst katıydı, yan dairede yaşlı bir çift oturuyordu ve tüm bunlar benim için yeterliydi. Yaşasın üst kat komşumuz kuşlar diyerek evi tuttuk. Kocam da bu eve taşındıktan sonra gürültünün onu da çıldırttığını itiraf etti ve mutlu mesut hayatımıza başladık. Artık hiçbir gürültü yoktu hayatımızda! Hayat o kadar hızlı değişiyor ki fakat, insan inanamıyor! Bir sabah kalktığımızda, karşımızda 30! yıldır boş olan, içinde tarihi bir köşk olan arazinin satıldığını ve satılmakla kalmayıp inşaata başlandığını gördük. Aylarca temel kazma gümbürtülerini dinledik ve sonra alıştık, o kadar rahatsız edici olmadığına karar verdik. Bundan birkaç ay sonra ise, alt kat çapraz daire tadilata başladı. Gündüzleri günlerce matkap, kırma, dökme sesi dinledim, zaman zaman kaçtım evden ama o da bitti çok şükür. Derken bir gün, apartmandaki satılık daire ilişti gözüme, aylardır hatta yıllardır, içi çok eski olduğu için satılamayan. İçimden "Bu da kesin biz burada otururken satılır," dedim ve üç dört gün sonra bir Cumartesi sabahı, saat 09:30'da vınnnnnnnnnnnnnnnn vınnnn vıııııııııııııııııııııııııııııııınnnnnnnnnnnnnnn sesleriyle uyandım, evet bildiniz, daire satılmıştı ve yeni ev sahipleri tadilata pimapenlerle başlamıştı. Şu anda ise sanki matkapları beynimde çalıştırıyorlar, yaptıkları gürültünün şiddetiyle mutfak dolaplarındaki fincanlar titriyor ve ben uyumak istiyorummmm ama ne mümkün, benim şans müziğim gürültü olarak belirlenmiş Kader tarafından, huzur vermiyor!

22 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman...

Dışarıdan bakınca çooooooooooookkkkkkkkkk boş zamanım varmış gibi duruyor. Ama işin aslı hiç de öyle değil. Evet işe gitmiyorum, evet ilgilenmem gereken bir çocuğum yok, evet evin temizliğini ve ütüsünü ben yapmıyorum ama yine de hiçbir şeye, daha doğrusu istediğim şeyleri yapmaya, istediğim kişilerle görüşmeye bir türlü vakit bulamıyorum. Kafamda, güne dair yapacağım bir sürü şey oluyor fakat ben bunların hiçbirini yapamadan, kendimi yatağa zor atıyorum. Bir bozukluk var galiba bende. En basitinden, şu yazıyı yazacak vakti bile zor buluyorum. Belki de hayatımın günlük akışını yazıp, objektif olarak bu akışı inceleyip, zamanı nasıl kullandığımı görmem gerek. Ve işte en yakın tarihli günümün akışı, yani dün olan biten...

Sabah 9'da kalktım ve önceki gece 02:30'da yattığım için pek uykumu alamamıştım. Kilo kaybetme projem dahilinde yürüyüş yapma isteğim vardı ve şaşırtıcı bir şekilde kocamı da benimle gelmesi için ikna ederek, yürüyüşe çıktım. 45-50 dakikalık bir yürüyüş sonrası, bir kafede oturup kahvaltı ettik. Yani kahvaltı hazırlamaya vakit harcamadım. Sonra bir miktar market alışverişi yapıp eve geldik. Saat 11:30'du. Kocam işsel işlerine yoğunlaşma kararı aldı. Ben ise kendime kahve yapıp balkona kuruldum ve yarım saat gazetelerin eklerini okudum. Keşke her gün Pazar ekleri gibi ekler çıksa, normal gazetelerden daha eğlenceliler. Gazetelerin ardından bulaşık makinesini boşaltmak için mutfağa girdim ve ben makineyi boşaltırken bir taraftan da öğlen için çorba  yapayım diyerek, bir litre suyun içine hazır çorbayı döküverdim. Yani çorba yapmak da çok vaktimi almıyor olmalıydı çünkü kes, doğra, rendele vb adımlar yoktu hazır çorba pişirmede. Bulaşık makinesini boşalttım, kirlileri yerleştirdim, tezgahı sildim. Çorba kaynarken, salona döndüm, eski gazeteleri kaldırdım, salonu şöyle bir toparladım. Sonra çamaşırları toplama kararı alarak ilerledim. Kuruyanları katladım. Tam bitti derken, bir de baktım yatağı toplamamışım, yatağı topladım, ortalıktaki kıyafetleri kaldırdım, hüzünle dolaplarıma baktım çünkü atılması, yok edilmesi gereken bir sürü giysim var fakat bir türlü atamıyorum; hem kıyamıyorum, hem de kime vereceğimi bilemiyorummm ve böylelikle küçük bir kız çocuğu gibi giyinmeye devam ediyorum. Sonra mutfağa döndüm, çorbanın altını kapattım, çok tuzlu olduğunu fark ettim ve hazır çorba bile yapamadığım için kendimi kınadım. Ardından buzdolabındaki ıvır zıvırı çöpe attım ve çöpün çok dolu olduğunu ve evde bazı eksikler olduğunu gördüm, yakındaki markete gitmeye karar verdim. Çöpü atarak market işini 10 dakikada hallettim. Eve geldiğimde saate baktım ve ben inanmak istemesem de kendisi 15:00'i gösteriyordu. Kocama yorulduğumu ve bana hafif bir içki hazırlamasını söyledim. Yarım saatlik içki molasının ardından, acıktığımız için çorba, ekmek ve yoğurttan oluşan mönüyü ortaya çıkardım. Doyurmadı pek tabi ama idare etti işte. Sonra yemek bulaşıklarını kaldırdım, çamaşır makinesini çalıştırdım, bilgisayardaki işlerimi hallettim, dosya temizleme, blog okuma gibi. Biraz daha gazetelere baktım. Çamaşırları astım ve elime kitabımı aldım. İnanması güç ama bu arada saat 19:00'a yaklaşıyordu ve kocam acıktığını bildirdi. Harekete geçtim tabi. Yine hazır olan nuggetları kızartmak ve salata yapmak suretiyle akşam yemeğini hazırladım. Akşam yemeği hazırlığı, ana yemek olan nugget hazır olmasına rağmen 35-40 dakikamı aldı, yemeği yedik, yine bulaşıkları yerleştirdim. Ve kestane yapmak için gerekli hazırlıklara giriştim. Kestane kebap işini hallettikten ve yedikten sonra, kanepeye uzandım, elime kitabımı aldım, saat 21:30'du. 23:00'e kadar arada uyuklayarak kitap okudum ve sonra da yattım. Yattığımda kafamda şu soru vardı; "Bugün ben ne yaptım ve zaman nasıl bu kadar hızlı geçti?" Cevap basitti aslında, "Bir evin yaşaması, insanların beslenmesi, temiz olması için gerekli olan yani fiziksel ihtiyaçlara yönelik şeyleri yapmıştım ama kendi ruhum, hayallerim için kitap okumak dışından hiçbir şey yapmamıştım ve bu bünyemde sıkıntı yaratıyordu." Ve bu fiziksel, rutin işlerden nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Ancak o anda içimde bir umut doğdu. Ertesi gün Pazartesi'ydi, kocam işe gidecekti ve tüm gün bana ait olacaktı. "Yaşasın!" diyerek derin bir uykuya daldım.

Ve işte şu anda da dün gecenin, ertesi günü olan Pazartesi'ndeyim, bugün hayallerime kavuşup kavuşmadığımı yarın yazacağım. Ancak kısaca söyleyeyim, bugün de hayallerim ve kendim için pek verimli geçmiyor, maalesef.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Rolünü bil...

Dubai'de geçirdiğim zamanı yazmayı istiyordum aslında ama bir türlü yazasım gelmiyor. Aslında blogla zihnim arasında direkt bir bağlantı olsa herşey çok kolay olacak çünkü bir anı yaşarken ya da hemen sonrasında, zihnimden "şöyle yazarım, böyle derim" diye milyon tane şey geçiriyorum ama iş yazmaya gelince herşeyi sanki bir anda siliveriyorum kafamdan. Dubai'de gezerken bir sürü fikir, konu vardı kafamda ama şu an sanki Dubai'ye yıllar önce gitmişim ve herşeyi unutmuşum gibi hissediyorum. Umarım bir gün hatırlarım.

Hatırlamamamın sebepleri belki de kafamda aynı anda başka başka şeylerin dönüyor olması. Anneme kafayı taktım mesela son günlerde ve tabi anne olmaya. Bunun dışında kendi hayatını yaşama, yaşayabilme meselesi önemli gündemlerimden biri. Aslında hem anne konusu hem de kendi hayatını yaşama konusu aynı yere çıkıyor benim zihnimde; birileri tarafında sınırlanmak meselesine. Bir şekilde annelerin ya da ebeveynlerin çocukları için bir senarist gibi senaryolar yazdığını ve onları bu yazdıkları rolleri oynamaya zorladıklarını düşünüyorum. Kafalarında belli davranış kalıpları yani oynanması gereken roller var ve çocuklar bu rolleri oynamadıklarında, kötü oyuncu, kötü insan haline dönüşüveriyorlar. Ve bana kalırsa, bu durum hangi yaşa gelirseniz gelin hep böyle. Anneden babadan birşey yapmak için izin alıyor almak bile rol gereği, bir yere gitmek istiyorsan gidemiyorsun örneğin, senaristin onayına ve kabülüne ihtiyacın var. Eğer senarist, kafasındaki sahnede senin evde oturmanı gerekli görüyorsa ve sen henüz 15-20 yaşlarında bir insansan, evde oturmak zorunda kalabiliyorsun. Ya da rolünü kabul etmeyip, evde oturmazsan, katlanmak zorunda olduğun sonuçlar olabiliyor. İş mi şimdi bu? Herkes kendi senaryosunu dilediği gibi yazsa ve oynasa olmaz mı yani?

Anne babalardan sonra hayatlarımıza giren diğer senaristler ise eşler bence. Onlar da bizleri belli bir sahnede ve belli rollerde hayal ediyorlar ve bunlara uymazsak sorunlar olabiliyor. Kadınlar açısından, rollerden biri iyi bir ev kadını olmak, güzel yemek yapmak, evini temiz tutmak ve bunları hakkıyla yerine getirmediğinde çoğu eş için problem olabiliyor. Sonuçta rolü oynayacak kişi değiştirilebiliyor, bu işleri yapabilecek başka bir kadın seçilebiliyor. Kayınvaliden ve kayınpederinle iyi geçinmek de rolün bir parçası. Bu insanlar hayatta iletişim kurmayı aklından bile geçirmediğin kişiler olsa bile eşinin ailesi olduğu için onlarla iyi anlaşma rolünü oynayabiliyorsun. Ve bu roller karmaşası içinde çoğumuz kendi oynamak istediğimiz, seçtiğimiz rolü unutabiliyoruz. Kitap okumak istiyorsun ama yemek yapman lazım, arkadaşlarınla vakit geçirmek istiyorsun ama kocanı yalnız bırakmamalısın, bütün gün yatıp kitap okumak istiyorsun ama annene ya da kayınvalidene gitmen gerekiyor, deli gibi alışverişe gitmeyi hayal ediyorsun ama kocan böyle para harcamana hiç sıcak bakmıyor. Ve o kadar karışıyor ki herşey kim olduğunu, ne istediğini, ne hissettiğini unutabiliyorsun ve fark ettiğinde de sana verilen, biçilen rolü değiştirmek için çooookkk çaba sarf etmen gerekiyor. O kadar çok şey var ki hayatımızı şekillendiren, insan ne yapacağını şaşırıyor ve bazen fotoğraftaki martı gibi kalkıp tek başına uzaklara uçmak istiyor...

18 Kasım 2010 Perşembe

Eve Dönüş...

Bu sene, leyleği havada gördüm. Bir şekilde, sürekli bir yerlere gidiyorum, leyleğin işi herhalde. Benim bildiğim leylekler bebek de getirir ama benim leylek, bu sene sadece seyahat işleriyle uğraşıyor anlaşılan. Hey leylek, şu bebek işini de halledelim lütfen!!!

Adrasan tatilinin ya da kabusunun ardından 10 Kasım'da Dubai'ye doğru uçtuk, leyleğimiz, ben ve kocam. Bu sabah da eve döndük. Çok şahane, huzur verici bir tatildi. Adrasan'ın açtığı yaraları kapattı ama bitti maalesef. Sabaha karşı yaptığımız uçak seyahati nedeniyle de şu an beyin ve beden koordinasyonum oldukça zayıf, o nedenle fazla yazamayacağım bugün. Ancak Dubai izlenimlerimi önümüzdeki günlerde ayrıntılarıyla anlatacağım.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Ooooooooooo piti pitiiiiiiiiiiiii

Son günlerde "seçmek" kavramına kafayı taktım. Her adımımda kendi kendime "Ben şimdi bunu yapmayı seçtim, ya şunu yapsaydım?" diye aklımdan geçirmeden duramıyorum. Ve sürekli seçim yapmanın insanın hayatını zorlaştıran önemli etkenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Bence hayatımız, seçim yapmak zorunda olmaktan, seçmediğimiz şeyin belki de bizim için iyi olabileceğini düşünmeyi engelleyemediğimizden ve seçimlerimizin olası sonuçlarını seçtiğimiz an bilememekten zorlaşıyor. Sürekli seç babam seç.

Ben kendi hayatımla ilgili en önemli seçimimi, üniversite yıllarımda yaptım. O dönem, üniversitelilerden oluşan bir sivil toplum kuruluşunda çalışıyordum. Oldukça yoğun bir temposu vardı bu gönüllü çalışmanın ama ben inanılmaz mutluydum. Yıllar su gibi geçti ve ben üniversite son sınıfa geçtiğimde, geçmem gereken 33 dersim ve bunun karşısında deli gibi devam etmek istediğim gönüllü çalışma hayatım vardı. Annem görünümündeki mantık, okulu uzatmamam ve biran evvel iş hayatına atılmam gerektiğini çünkü gönüllü çalışmanın sonu olmadığını söylüyordu. Benim görünümümdeki kalbim ise okulu, kariyeri filan dinlemiyor, illa gönüllü çalışmaya devam etmek istiyordu. Günlerce hem ağladım hem düşündüm ve bir gün Karaköy'de vapur beklerken, oradaki bir gazete bayiinden şu an adını maalesef hatırlamadığım bir kitap aldım elime ve rastgele açtım, gözüme ilişen ilk cümle inanılmazdı, şöyle yazıyordu "En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir." Bu cümle öyle zihnime kazındı ki ben de gittim en kötü kararı verdim; mantığın sesini dinledim ve okulu bitirmeye karar verdim. Bu kararımın sonuçlarını tabiki o an bilmiyordum ve bence sonuçları pek de iyi olmadı. Gerçi bu kararım, kara bir bulut gibi içime hapsolup kalmadı ama karar vereceğim zaman zihnimde aniden alarm veren bir ışık halini aldı.



Karar vermek, seçmek, sonuçlar müthiş bir kaos yaratıyor insan hayatında ve seçmeme, karar vermeme gibi bir şansımız da yok. Sabahtan uyuyana kadar önemli önemsiz yüzlerce tercih yapıyoruz. "Sabah çay mı kahve mi içsem?" diye düşünüyoruz mesela ve diyelim kahve içiyoruz ve sonra midemiz ağrıyor. Bu anda da devreye karar vermenin ve seçim yapmanın en sinir bozucu sonucu devreye giriyor; "Keşke çay içseydim." Keşkeler de aynı seçimler gibi hayatın stres, depresyon yaratan temel taşlarından biri. Sürekli seçim yapmak ve bir de üstüne "keşke" dedirtecek seçimler yapmak korkunç birşey. Keşke mavi kazağı alsaydım, keşke zayıf olsaydım, keşke fizik okusaydım, keşke şemsiyemi yanıma alsaydım. Sonsuz sayıda keşke üretilebilir ve bu keşkeler paralelinde derin depresyon durumları yaratılabilir. İşte bu noktada da keşke dememek için doğru seçim yapmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Ancak her zaman doğru seçim yapmak neredeyse imkansız. Keşke bir bilgisayar programı olsa, bu programa seçimleri yüklesek ve bize anında olası sonuçları listelese, sonra biz de ona göre seçimimizi yapsak.

Dün akşam eve geldikten sonra bir arkadaşımın evinde toplanan arkadaşlarıma gidebilirdim. Vakit erkendi, kocam evde yoktu ve aslında gitmeyi de çok istiyordum. Fakat eve girdiğim anda, belki de akşam çok yediğim için bir an evvel giysilerimden kurtulmak ve kanepeye kıvrılmak istedim. Ama bir taraftan da zihnimden şunları geçiriyordum ;"Taksiyle gitsem taksici kesin döver beni, mesafe çok yakın. Gerçi bu saatte yürüyemem de. Gittim diyelim sonra nasıl döneceğim, yine aynı stres. Ya sohbetleri çok manasızsa? Ya gittiğime pişman olursam?" Bunları düşünürken bir taraftan da çoktan pijamaları giymiştim. Ve işte o an kendime "Tamam karar verildi, gitmiyorsun," dedim. Ancak saatler geçtikçe ve kanepede yatmaktan sıkıldıkça içim keşkenin gereksiz sıkıntısıyla şişmeye başladı; "Burada salak salak yatacağıma, keşke gitseydim, iki kelime sohbet ederdim vs" Ve o an, bu basit, anlamsız, hayatım üzerinde büyük bir etkisi olmayacak kararın bile bünyemde ne kadar stres yarattığını bir kez daha gördüm ve bunaldım. Ve kendi kendime "Keşke sürekli seçim yapmak zorunda olmasaydık" diyerek, seçtiğim kanepemde uyumaya karar verdim.

4 Kasım 2010 Perşembe

Kendimle Terapi

T: Merhaba, bana gelmeye nasıl karar verdiniz?
B: Regl olduğum için gelmek istedim.
T: Anlayamadım. Ben terapistim yalnız, jinekoloğa gitseniz daha mı iyi olurdu acaba?
B: Biliyorum terapist olduğunuzu ve jinekoloğa da gidiyorum ama o pek konuşmuyor, bari sizinle parası neyse verip konuşayım dedim.
T: Tamam, peki ne hakkında konuşmak istersiniz;?
B: Reglim hakkında. Yıllardır çekiyorum kendisinin her türlü kaprisini ama bir halta yaramıyor, yarayamıyor ya da bilmiyorum. Regl oluyorsan hamile kalırsın diyorlar ama ben bir türlü kalamıyorum.
T: Bebek istiyorsunuz ve olmuyor yani?
B: Evet olmuyor yani ve olmadığı için kime sinirleneceğimi şaşırıyorum ama reglim hamile kalmadığımın kesin belirtisi olduğu için ona taktım kafayı.
T: Ancak tıp çok gelişti, olur çocuğunuz merak etmeyin.
B: Hıhhh bu kadar kolay di mi söylemesi! Sizin kaç çocuğunuz var han'fendi?
T: İki oğlum var
B: Jinekoloğumunda biri kız biri erkek iki çocuğu var, üçüncüsü de ikinci karısından yolda. Acaba tek bir evlilik yapan jinekolog var mıdır?
T: Bilemiyorum. Evet, neden bebek istediğinizi konuşalım mı biraz?
B: Bu soruya da hastayım gerçekten, herkese soruluyor mu bu soru merak ediyorum? Arkadaşlarım sorunca tamam, yardımcı olmaya çalışıyorlar, siz sorunca bir garip geldi şimdi. İstiyorum o kadar, taktım kafama, yani fiziksel bir olayın beni bu kadar zorlamasına sinir oluyorum. Herkes çat diye hamile kalıyor, ben kurcalana kurcalana bir hal oldum. Keşke küçükken hiç Türk filmi izlemeseydim.
T: Anlayamadım.
B: Anlayamayacak bir şey yok. Türk filmlerinde erkek ve kadın başlarına gelecek talihsizlikler öncesinde evlenirler ve evlenmelerinden takriben 2 gün sonra, kadın kocasına şahane bir sofra hazırlar, adam gelir ve tam yemeğe başlayacaklarken, kadın cilveli cilveli hamile olduğunu söyler, adam yerinden fırlar ve kadını kucaklayıp bir süre, kahkahalar eşliğinde odada döndürür. Yaa herhalde kocam beni o şekilde döndüremez. Zaten bir keresinde bir kadının kocasına hamile olduğunu söylediği bir sahneye tanıklık etmek durumunda kalmıştım, bu arada kadın hamile olduğunu kocasından önce bana söylemişti. Neyse kadın söylediğinde adam "Öyle mi?" diyip yemeğe devam etmişti.
T: Çok mu kafanıza takıyorsunuz acaba bu bebek işini?
B: Siz bir dahisiniz! Eee evet takıyorum, takmamam, unutmam için ne yapabilirsiniz?
T: Düşünmemeye çalışın.
B: Vallahi bravo! Düşünmesem size gelir miyim han'fendi?
T: Bilemiyorum, kendinize başka birşeyler bulun. Bu kadar çok bebek istemenizin nedenini bulmalısınız.
B: Allah Allah, istiyorum işte. İstiyorum istiyorum istiyorum. Etrafımdaki herkesin çocuğu var, ben de istiyorum, ben de istiyorum.
T: Böyle olmaz ama.
B: Nasıl olur peki? Hiçbir türlü olmuyor ben de. Pozitif düşünce, kuantum, çekim yasası, yaşam koçu, hepsini denedim, olmuyor olmuyor. Şimdi bir de filme çekecekler beni.
T: Nasıl yani?
B: Aman işte, Pazartesi rahim filmimi çekecekler ve onda da birşey yoksa, buyrun işte olay psikolojime kalıyor, siz de hiç yardımcı olmuyorsunuz yani? Yani fiziksel bir mesele yoksa ne halt edeceğim? Niye ben böyle oldum yaaa? Annem, aynı Türk filmlerindeki gibi evlendiği günün gecesi hamile kalmış. Gerçi bu da iyi değil ama sürpriz olmuş neticede. Ben sürprizleri o kadar çok severim ama hiç sürpriz de yaşamam. Ne bileyim, kimse bana sürpriz hediye bile alamaz. Bilirler sürpriz sevdiğimi ama doğum günüm öncesinde gelip "Eee B sana ne alalım?" derler, bir tane çakmak isterim hepsine ama söylerim ne istediğimi çünkü sürprizlerin yanısıra hediyeleri de çok severim.
T: Anlıyorum sizi.
B: Valla bence kimse anlamıyor beni, gerçi nasıl anlasınlar, yaşanmadan anlaşılmıyor hiçbir şey. Neyse ben de en iyisi film çekimimi bekleyeyim. Kesin süremiz dolmuştur di mi?
T: Evet, isterseniz bir daha görüşelim.
B: Yok istemem, anlaşılmamak için bir de üstüne para vermeyeyim di mi ama?

1 Kasım 2010 Pazartesi

Yine Yeniden...

İlaca, iğneye ve çatlayan yumurtaya rağmen yine regl oldum. Her zamanki gibi tam zamanında. Küçücük bir umut etme şansı bile vermedi bana sevgili yumurtalıklarım, sağolsunlar. Şu anda da felaket bir şekilde karnım ağrıyor. Yerimden kıpırdayacak halim yok. Sabahleyin tam evden çıkacakken fark ettim regl olduğumu ve kendi kendime küçük bir sinir krizi bile geçiremedim. Belki de iyi oldu evden çıkma gerekliliği yoksa fena halde sardıracaktım "Neden regl oldum yaaa?" diye. Banka, makbuz peşinde koşarken de acım ve sinirim biraz hafifledi. Sonrasında da Richard Bach'ın "Hipnozcu" kitabını aldım, sanki iyi geleceğini hissederek ve tahmin ederek çünkü mevzu çekim yasası ve hayatımızı kendi oluşturduğumuz önermelerle yarattığımız kuramı; "Düşüncelerimizde ne barındırırsak, deneyimlerimizde onu yaşarız." Bu cümleyi okuduktan sonra tabi hemen kendi hayatımı ve düşüncelerimi sorgulamaya başladım. Aslında önceden de, bu tip belki yüzlerce cümle okudum ve her seferinde de kendi kendime bir süre "Şunu olmak istiyorum, bunu yapmak istiyorum," diye önermelerde bulundum, hayaller kurdum. Şimdilerde ise tek hedefim var, o da bebek sahibi olmak. Düşüncemde, çabamda bebek sahibi olmak var ama bir türlü hayata geçirmiyorum. Bir yerlerde bir sorun var. Aslında artık bu konuyu düşünmek, yazmak istemiyorum ama kendi başıma bunalıyorum ve galiba bu konuda çekim yasasını uygulayamıyorum. Niyeyse artık...Henüz "Hipnozcu" bitmedi, belki bitirdiğimde daha derin bir aydınlanma yaşarım. Umarım.



Birileri gelse, şöyle zihnimi, ruhumu yıkasa temizlese, kafamdaki düşünceleri bir bilgisayar programı yükler gibi yeniden yüklese ve ben rahatlasam rahatlasam rahatlasam. Bebekten önce yeniden doğmuş gibi olsam sonra da bebek doğsa, aslında bebek hemn gelse ben yeniden doğmuş gibi olacağım, öyle hissediyorum. Ve fotoğraftaki kediler gibi sarmaş dolaş bir aile olmamızı istiyorum. Haydi çekim yasası, göster marifetini!