30 Eylül 2011 Cuma

Ustalar ile Cikolata

Ilk olarak, maalesef bazi teknik yetersizlikler nedeniyle yazimda turkce karakter kullanamayacagimi bastan belirteyim. Ikinci olarak da, nihayet bloguma yazabildigim ve havalar serin oldugu icin mutlu oldugumu belirteyim. Ohhh be yasasin sonbahar, yasasin gri havalar ve yasasin kot pantolon ya da moda bloggerlarinin tabiriyle jean giyebilmek!

Yazmaya, evdeki tadilat calismalari nedeniyle uzun bir ara vermek zorunda kaldim. Tabiki ustalar elimden netbookumu almadilar ama evdeki kaostan oylesine sinirleim bozuldu ki hic birsey yapamaz hale geldim. Ustalarin yanisira, Garmin'inin de evde ve hasta olmasi, tadilatin tuzu biberi oldu. Ustalar calisirken, cslisirken Garmin'le birlikte salonda hapis hayati surduk. O hem burnunu cekti hem evden issel faaliyetlerini surdurdu. Bense butun gun televizyonun karsisinda abartili sayilarda cikolata tukettim. Mesela bir gun, 5 tane cikolata yedim, bar seklinde olanlardan ve midem hic de rahatsiz olmadi. Ben bu kadar cikolatanin ustune yemek filan yiyemeyecegimi dusunuyordum ama onlari da afiyetle yedim. Televizyonda,bu arada cesit cesit sacma program kesfettim. Mesela 'gelin duymasin' diye bir program var inanilir gibi degil! Bunun yanisira, televizyonda program yapan ve meslegi ask doktorlugu olan bir adamla muserref oldum. Ve tabii yinekendime uygun,para kazanabilecegim bir isim olmadigi icin dertlendim. Nihayetinde ben de pekala ask doktoru olabilirim.

Televizyonun yanisira kendimi moda ve edebiyat dergileriyle oyaladim. Ve nihayet, kendimle ilgili, kendimden nicedir sakladigim bir gercegi, kendime itira ettim. 'Evet edebiyati seviyorum. Ozellikle roman okumaya bayiliyorum ve hic olmasa da birkac sayfa okumadan tek bir gunum gecmiyor. Ama iste o kdar. Daha otesi yok. Yani kalkip edebiyat dunyasi, akimlar, sosyal ve siyasi sorumluluklar uzerine ahkam kesmek, yorum yapmak, sosyal olarak sorumlu olmak istemiyorum, metinlerin alt metinleri, karakteri gelisimi umurumda degil. Okuyorum ve bundan keyif aliyorum ama moda dergilerindeki kadin gibi bir hayat surmek istiyorum. Bilmiyorum, anlatabi.iyor muyum? Aslinda problem iki tarafinda tam hakkini verememem. Yani ne moda ne deedebiyat gurusuyum. Halbuki birinden birinin tam uzmani, piri olsam hersey, mesela blogum bile daha verimli olacak.

Neyse nereden nereye geldim. Unutmadan, 'Ustalar ile Cikolata' deyince, aklima Bulgakov'un 'Usta ile Margarita' adli muthis romani geldi. Okumadiysaniz, muhakkak okuyun ve bu tavsiyeme guvenin derimmm.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Okul Öncesi Depresyon

Kendi isteğimle, severek, hatta aşık olarak 30'lu yaşlarımda gittiğim üniversite ve okulda ya da işyerinde birilerine abayı yakmadığım dönemler dışında hiçbir Pazartesi gününü sevmedim ve bu nedenle de genelde Pazar günlerini depresyonda geçirdim. Çocukken evin hali de pek uygun olurdu depresyona, özellikle ilkokul-ortaokul döneminde; banyo yapılır, tırnaklar kesilir, çalışan anne tek dinlenme fırsatı olan günü yaka, önlük, gömlek ütüleyerek ve saçlarını sararak sinir krizleri içerisinde geçirir. Çalışan baba, anneye yardım etmeye çalışır ama anne onun yaptığı işi beğenmez, oturup gazete okursa da kızar. Televizyonda izlenecek hiçbir şey yoktur, hava hafif karanlıktır. Kısacası Pazar günü bunalımdır, gereksizdir.

Ancak Pazartesi günü gidilecek yer bir şekilde seviliyorsa, Pazar günü bakım ve onarımla ve yüzde manasız bir gülümsemeyle hayaller kurularak geçirilebilir. Mesela ben üniversitede edebiyat okuduğum, yaşımın kemale erdiği dönemde Pazartesileri sever ve Pazar günlerini keyifle kitaplarımı okuyarak, ödevlerimi yazarak geçirirdim. Ortaokul, lise yıllarında ise aşk meşk durumları sözkonusu olduğunda yine aynı mutluluk kaplardı içimi Pazar günleri.

Böyle bir salonumuz olsa!

Son bir yıldır ise çalışmadığım, bir baltaya sap olamadığım için Pazar günleri anlamını, gündemini yitirmişti benim için. Sadece "Öfff yarın iş var," diyen Garmin'e, "Ama hayatım, anın tadını çıkar, bak bugün iş yok," diyerek eşlik ediyordum. Ancak dün itibariyle ilginç bir şekilde, tam da okulların açılmasından bir gün önce eski bunalımların kokusu, havası geldi üzerime çöreklendi. Ne kesilecek tırnak, ne ütülenecek önlük, yaka vb vardı ama ev halimiz tam bir bunalımdı. Garmin, güne faranjit olduğunu ilan ederek başladı. Ben ise bütün günü geze toza geçirme planları içerisindeydim. İlk olarak ilaç almak üzere nöbetçi eczaneye gittik, sonra evde yiyecek birşey olmadığı için dışarıda mutsuz bir kahvaltı ettik. Garmin'in haliyle huysuz şirinliği üstündeydi. Ben de bütün haftayı annemle geçirip, Pazar gününü soluk almak, neşelenmek için ayırmıştım. Kahvaltı sonrası eve intikal ettik ve kabus durumu zaten o zaman başladı. Bir kere ev dağınıktı ve ikimiz de sağlıksal olarak toplayacak durumda değildik. Genelde dışarıda olunca pek takmıyorum ve haftaiçide annemde olunca problem olmuyor. Ama evde olunca bu dağınık hal beni epey yıprattı. Garmin bir kanepeye ben bir kanepeye serildik. Garmin futboldan, basketbola geniş bir yelpazede spor programı izledi. Arada 2 saat filan uyuduk. Uyandık, dışarıdan saçma sapan bir yemek istedik. Tekrar spor programları. Allah'tan akşam bir iki saatliğine anneme gittik, akşam yemeği için ama orada da aynı sendrom vardı, ablam annemin iddialarına göre bütün günü kanepede yatarak ve abur cubur yiyerek geçirmişti. Yemekten sonra eve gelip, basket maçı izledik.

Ve ben bu süreçte sürekli bağırmak istedim ve hareket etmenin, edebilmenin ya da birşeylerle uğraşmanın veya sürekli yoğun olup koşturmanın her şekilde daha sağlıklı ve daha eğlenceli olduğuna karar verdim. Bu nedenle inşallah Garminciğim çabucak iyileşir, ben de hayırlısıyla hareketli günlerime dönersem, hiç durmayacağım, hep birşeyler yapacağım. Son olarak, buradan Pazar günü ya da okul öncesi depresyonu yaşayanlara seslenmek istiyorum, "HAREKET EDİN DOSTLAR, İNANIN O ZAMAN ÇOK MUTLU VE NEŞELİ OLACAKSINIZ!"

15 Eylül 2011 Perşembe

Ivır zıvır

Yapılan araştırmalara göre; lacivert renk giymek, karar vermeyi kolaylaştırıp, hafızayı güçlendiriyormuş. Bu nedenle, yatarken lacivert renk giyenler, rüyalarını daha iyi hatırlıyormuş. Enteresan! Çok sevdiğim bir renk lacivert ama ne şu sıralar kolay karar verebiliyorum ne de rüyalarımı hatırlayabiliyorum. Ya da şöyle diyeyim çok hayal meyal hatırlıyorum.

Bugün araştırmalardan gidiyorum ama bir de gözyaşında stres hormonu bulunmuş yani ağlamamızı durdurmak pek de hayırlı birşey değil. Ağlayalım ki arada stresimiz vücudumuzdan su gibi akıp gitsin.



Bugün dış cepheciler sessiz ama annemin konuşması ve şikayetleri sabahtan beri hiç durmadı. Abuk sabuk şeyleri dünyanın sonu haline getiriyor. Yok efendim, klimanın borusu dışarıda kalmış, bunu ustalar yapmış, ev ne kadar da kirlenmiş, nasıl temizlenecekmiş. Duyan da sanır ki, klima borusu düzeltilemez ya da temizlik yapmak dünyanın en zor işi. Alem kadın, kendini mutsuz etmek için elinden geleni yapıyor. Bu çabayı başka bir alanda kullansa da keşke benim başımı ağrıtmasa! Neyse az kaldı, kendi evimde yaşayacağım günleri iple çekiyorum. Bir süre başta annem olmak üzere, minik ailemizin diğer fertleriyle görüşmeyeceğim. Alıp başımı, yanımda sadece çok iyi anlaştığım ve sevdiğim biriyle dere tepe dolaşacağım. Ahhh o günler bir gelse. 

Bu arada bugün bir kez daha televizyonun insanı durgunlaştırdığını, kendimi denek olarak kullanarak ispatladım. Dün gece pek iyi uyuyamadığım için, anneme gelince kahvaltı edip sabah saat dokuz buçuk sularında televizyonun karşısına uzandım. Hesapta uyuyacağım ama annemin ev içindeki hareketleri hiç durmadığı için iki dakika bile dalamadım ve şu ana kadar boş boş televizyona baktım. Sonuç;baş ağrısı (bunda annemin de rolü var), halsizlik, isteksizlik, keder, hayatın anlamsız gelmesi, kendine kızma ('Neden bu aptal programları izliyorum!'), geleceğe dair ümitsizlik... Aman siz siz olun, benim gibi yapmayın, sabahtan öğlene kadar televizyon seyretmeyin.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Benim Dış Cephem

An itibariyle hayatımın arka planında, matkap sesi olsa da, henüz "yeter yaaa" diye bağırma noktasına gelmedim. Aslında, en kötü gün dündü. Bütün gün, balkonların yan kısmında kalan dekoratif! taşları balyozla kırdılar. Tek kelimeyle korkunçtu. Ve ben bu süreçte yazma, konuşma ve okuma yetilerimi kaybetsem de ilginç bir şekilde yarım saat filan uyumayı başarmışım! Annemin tüm bu yıkım sırasında alışveriş, banka, doktor vb işler için dışarıda olması ise kendisi açısından çok şanslı bir durumdu.

Apartmanın dış cephe tadilatı, kendi dış görünüşüme yönelik saplantımın da tazelenmesine neden oldu. Bildiğiniz üzere 2-3 ay öncesinde sırtımın tamamında kırmızı, sinir bozucu, hafif hafif kaşınan, minik kabarcıklar çıkmıştı ve doktor tedavi için kükürtlü bir karışım vermişti. Sözkonusu karışımdan 2 şişe bitirdim ve evet kabarcıklar söndü ama izleri ve giysilerimde bıraktığı korkunç kükürt kokusu, tüm yıkamalara rağmen duruyor. Biliyorum izler er ya da geç geçecekler ama şöyle mermer gibi bir sırtım yok ne yazık ki. Bir insanın 34 yıllık hayatının 24 yılında cilt problemi yaşanır mı? Herhalde 70 yaşımda filan geçecekler. Sırtımın aksine yüzümdeki sivilceler ise ilginç bir şekilde hafifledi. Yani hala varlar ama canlı değiller. Cilt doktoruma kalırsa, çoooooooookkkkk şanslıyım çünkü geç yaşlanacağım, yağlı cilt doğal olarak kırışmıyor. Harika ama şahsen 30'lu yaşlarımı, pürüzsüz bir ciltle yaşamayı, kırışmamaya tercih ederdim.



Cildimin yanısıra dünya para vererek kestirdiğim ve şu sıralar uzatmaya çalıştığım saçlarım da fena halde canımı sıkıyor. İlk kestirdiğimde harikaydı herşey, gerçek anlamda yıkanıp çıkıyordum, tabi biraz da köpük sürüyordum. Uzadıkça, birkaç kere daha aynı yere kestirdim. Fakat Mayıs ayında, sağlıksal problemler nedeniyle ablamın havalı ve pahalı kuaförüne gitmek zorunda kaldım. Aslında adam saçımı keserken, iyi keseceğine inancım yüksekti. Ancak işler beklediğim gibi gitmedi. Havalı kuaförümüz, evet saçımı kulak hizasında kemişti ama o boyda saça gereksiz kat vermişti. Bir de saçlarım dalgalı olunca saçlarım ve hayatım kabusa dönüştü. Almadığım köpük, denemediğim kurutma yöntemi kalmadı ama yok yok. Eski güzel saçlarımdan eser yoktu. Şimdilerde ise hafiften uzadıkları için daha da kötü oldu. Ne toplanıyorlar ne açık duruyorlar, ne dalgalılar ne düzler!!! Garmin şiddetle uzatmamı istiyor ama açıkçası kulak hizasında saç da pek bir rahat oluyor. Fakat şu an saçlarımı tekrar kestirsem, tepeleri çok kısa olduğu için bir naneye benzemez yine. Uzatsam da, ay bilmiyorum, o da ayrı dert, yıkaması, kurutması dert yani.

Kısacası sadece evin dış cephesi değil, kendi dış cephem de beni fena halde mutsuz ediyor. Şu sıralar mesela Tuba Ünsal olmak isterdim; sakin, dalgalı saçlar ve pürüzsüz, güzel bir cilt, sıfır kilo problemi. Daha ne olsun???

12 Eylül 2011 Pazartesi

Her Cephede Tadilat

Annemin evi tam anlamıyla tımarhaneye dönmüş durumda. Sürekli bir aksiyon, sürekli bir gürültü, hem içeriden hem dışarıdan. Ayrıca annemin evine de sürekli çeşit çeşit usta giriyor; bu sabah önce klimacılar girdi ve dış cephe nedeniyle sökülen klimayı geri taktılar. Onların ardından, dış cepheyi yapan adamların yırttığı balkon telini ölçmek ve alıp götürmek için başka ustalar girdi. Bu arada annem fonda sürekli söylendi söylendi. Tabii bu iki grup insanın eve giriş çıkışları sorunsuz olmadı. Önce klimacılardan, klimayı pencereden uzanarak takan "Ya aşağı uçarsa diye korktuk." Ardından klimanın gider borusunu bir türlü bulamadık ve sonrasında bulduğumuz borunun, gerçekte o gider borusu olup olmadığını tartıştık. Bu esnada annem teli yapacak ustalar ya teli değiştirmeyip sadece örerlerse diye kalp çarpıntıları geçirdi.

Adamların tümü evi terk ettikleri anda, tam bir "Ohhh" diyecektim ki, o an arka plandaki matkap sesini fark ettim. Durmuyordu, sürekli vınlıyordu. Eee tabi çapraz dairede de tadilat var neticede. Ve annemin iddialarına göre, çapraz daire diye birşey kalmamış, yani bayağı bir iş varmış yapılacak. Ne diyeyim bilemiyorum.



Matkap sesi sürerken, alt kattan gümbürtüler gelmeye başladı. "Allah Allah, yok artık yaaa," diye cırlamaya başladığım anda, annem "Alt kattaki iki daireyi de tutmuşlar, bizim altın yanına taşınıyorlarmış," diyerek beni bilgilendirdi. Ve o yönden de balyoz sesleri yankılanmaya başladı ve daha minik bir matkabın sesi.

Aaa az daha, odaların olduğu tarafa geçen dış cepheci arkadaşları unutuyordum. Onlar da balkon demirlerine - yapanı buradan lanetliyorum- bundan 30 yıl önce süs, dekor olsun diye yapılan taşları kırıyorlar, belli aralıklarla. Çıkan gürültüyü siz hesap edin artık, ya da etmeyin, kafanızı dinleyin.

Bu arada apartmanın önü ve çevresi şantiye alanı gibi. Apartmana giriş ve çıkışlarda cambazlık zorunlu. Bir de can güvenliği problemi var. Mesela geçen hafta, tam ben apartmana doğru ilerlerken, iskeledeki işçilerden birinin kafasına bir parça alçımsı, orta boyda, blok düştü. Bir üst taraftaki arkadaşına "Ne taş atıyorsun lannn?" diye dayılandı fakat taşı atan o değildi, taş bir yerlerden düşmüştü işte. "Hay Allah'ım" diyerek ve hafiften koşarak girdim apartmana ama artık gına verdi bu tadilat hali ve etrafı istilan eden ustalar. Allah tüm apartmanı tez zamanda kurtarsın!!!!!!!

Bir de yazmadan duramayacağım, bugün blog yazma sürecime Müge Anlı değil, yeni programıyla Saba Tümer eşlik ediyor. Konuklardan biri de, eski futbolcu Sergen Yalçın ve kendisi program aracılığıyla oyuncu olmak istediğini duyurdu, yani merak ediyormuş, oyuncu olmak istiyormuş işte. Bunun üzerine ben de buradan duyurayım dedim, neticede Saba Tümer'e konuk olma ihtimalim düşük; ben de oyuncu olmak istiyorum, hiç fena olmaz yani oyuncu olsammm. Sergen'i duyacaklarına emin olduğum yapımcılar, hadi beni de duysun!

9 Eylül 2011 Cuma

Rapor

Annem bir iki saatliğine evden çıktığında yapabildiğim en büyük çılgınlık, Müge Anlı'nın sabah programını açmak oluyor. Ve daha önce de yazdığım gibi bu sezon o da pek sarmıyor beni. Bu arada Çarşamba günü, "Kuzey ve Güney" diye bir yerli diziyi izledim bir miktar. Laf olsun diye izlemekten öte hoşuma gitti şaşırtıcı bir şekilde. Mevzu anladığım kadarıyla piskopat kardeş ilişkileri. Bakalım, entrika olayını, tüm kahramanların dakikalarca birbirlerinin gözlerinin içine bakmasını ve tabi kötülerin kötülüklerindeki başarılarını abartmazlarsa fena bir dizi olmayabilir.

Annemin dış cepheyle maceraları devam ediyor. Bu sabah kapıdan girer girmez, ustaların balkondaki teli yırttığından girdi konuya, anlattıkça anlattı. Sonrasında ustalarla ve apartman yöneticisiyle mütaalalara başladı, "Bu teli yaptırın ama bir sürü para verdim, siz yırttınız!!!" diyerek ve ben ustaların annemi topuklarından vurmasını beklerken, ustalar teli yaptıracaklarını açıkladılar. Umarım şu dış cephe biran evvel biter, hem onların gürültüsünden hem annemin söylenmelerinden başım zonkluyor.

Annem ve başımla ilgili bir diğer cepheyi de, Garmin'le - büyük bir salaklık yaparak - doğum günü için anneme aldığımz dokunmatik cep telefonu oluşturuyor. Garmin ve ablam işe gittikten sonra bugün annem ve ben telefonla başbaşa kaldık. Telefonu nasıl kullanacağını anlatmaya çalıştığım, 5 dakikanın sonunda annemi ve telefonu artık görmekı istemiyordum. Yok kadın konsantre olmuyor, olmak istemiyor, denemek, kurcalamak istemiyor, sadece şikayet etmeyi seviyor. Neyse açma, kapama, arama olaylarını biraz anlatıp, kendisini işleri için dışarı uğurladım. Salaklık bizde tabi, niye telefon alıyoruz. Ablam gibi gidip bir elbise, bir t-shirt alacaktık, olup bitecekti. Neyse olmadı, telefonu keşfetme işini, Garmin'e devredeceğim, telefon alma fikri ondan çıktı nihayetinde.



Dün Garmin'in annesine yemeğe gittik, ahhh Allah'ım nasıl sıkıldım. Biraz televizyon izledim, biraz saçma sapan sapan sohbet ettim. Bu arada ev çılgınca sıcak olduğu için kan ter içinde kaldım. Garmin'in annesinin üstüste ve karmakarışık şekilde sunduğu gıdaları yemeğe çalıştım. Patlıcan yemeği, patatesli tavuk sote, dolma, yeşil fasulye, salata, pilav... 4-5 kişilik aile içinde bir akşam yemeği için fazla kalabalık bir menü değil mi? Ben şahsen kendimi pilava verdim, diğerleri pek bir yağlı ballıydı. Yemekten kanepeye geçtiğimiz anda, annesi önümüze koca kaselerde badem, kaju, fındık, fıstık koyuverdi. Yiyemedim tabi. Tam biraz badem yiyeyim bari derken, çikolatalı drajeler ve bayram şekerleri önümüze geldi. 5-10 dakika sonra çay ve fıstıklı sarma sehpaların üzerinde duruyordu. Yemeye çalıştım ama yok, herşey karman çorman geliyordu gözüme. Ve ben ne yaptım, gittim çantamdaki koca damak çikolatayı, gizli saklı yedim onlar sohbet ederken. Kuruyemiş, bayram şekeri ve fıstıklı sarmadan daha cazip geldi, tek parça ve sakin bir çikolata.

Nihayet kendi evimize geldiğimizde ise güzel bir dondurma, 4 tane pastane grissinisi yiyerek saat bir sularında, çatlama noktasında yatağa gittim. Garmin'in annesi hep böyle yapıyor işte, beslenme düzenimi ve dengemi bozuyor. Gerçi şu sıralar bütün anneler dengemi bozuyor. Hareket kabiliyetimi kazanıp, koşmak, yürümek istiyorum. Hııı bir de kimsenin nerede olduğumu bilmemesini istiyorum.

Aaa unutmadan, Kunegond bir mim'de benden bahsetmiş, öyle mutlu oldummmmm ki:)

7 Eylül 2011 Çarşamba

Dış Cephe Yetmedi Şimdi de...

Çapraz dairenin tamamı yıkılıyor! Her taraftan, balyoz, matkap gümbürtüleri geliyor. Kaçacak yer de yok. Bütün gün sokaklarda mı gezelim? Ayrıca gezemem, öyle bir durumum yok. Kendi evime gitsem annemi de alıp? Bir sürü iş çünkü bizim ev sadece konaklamanın yapılabildiği bir pansiyona dönüşmüş durumda aylardır. Bir de annemin bizim evde yemek filan yapması beni geriyor nedense. Hııı bir de unutmadan, gerçi alıştık artık ama, bizim evin karşısında da haftanın 7 günü süren dev bir apartman inşaatı var. Nedir benim bu gürültüyle meselem anlamadım gitti. Sapanca'daki yazlıktaki çocuk gürültüsünden kaçalım derken,bu yaz da tadilat sesine yakalandık. İMDAT!

Bu arada Müge Anlı'nın programı başlamış. Annem şu an evde olmadığı için hem yazıyorum hem izliyorum. Görse kriz geçirir. Dekor değişmiş, kanepe genişlemiş bir kere. Pek sarmadı bu sefer açıkçası, herhalde değiştim biraz:) Ya da mevzuları algılayamadım henüz. Neyse, hayırlı bir program değil zaten. Gerçi bakıyorum da bizim ailede bu polisiye hadiselere karşı büyük bir ilgi var. Ablam da manyak gibi "Criminal Minds" izliyor geldiğinden beri. Tabi dizinin karizmatik bir görünümü olduğu ve herşeyden öte annem ingilizceyi çatpat anladığı için başta birşey anlamadı, yani "Kapat bu saçmalığı," filan gibi çığlıklar atmadı. Fakat günler geçerken ve annem elinde örgüsüyle anlamasa da ekrana bakarken, yavaş yavaş gerilmeye başladı. "Bu ne yaaa, sürekli cinayet, herkes birbirini öldürüyor. Ruh haliniz bozulacak, kapatın şunu" diye bağrınmaya başladı nihayet. Dün akşam mesela izletmedi ablama. İyi de oldu, beni bile baymıştı artık.

Ahhhhhhhhhh bu matkap sesi! Valla yeter ya. Müzik filan da kar etmiyor. Umarım çabuk biter. Bence bu tadilat işleri için belli bir ay belirlenmeli, örneğin sadece Temmuz'da tadilat yapılmalı. Böylece hepsi birarada biter gider. Ayyy diyecek birşey bulamıyorum.

Yaz tatiliniz nasıl geçti? diye soran olursa, cevabım net: "Gürültülü"

5 Eylül 2011 Pazartesi

İçi Seni Dışı Beni Yakar

Maalesef annemin oturduğu apartmanın dış cephesi yapılıyor. Cumartesi'den beri bir kaostur gidiyor apartmanın dışında. Yamuk yumuk iskeleler kuruldu, klimalar söktürüldü, pazar günü sabah sekizde çalışılmaya başlandı ve dışarıda süren çalışmalar nedeniyle tüm pencereler ve perdeler kapatıldı, hapis hayatı başladı. Allah'tan serin bir evde pişmiyoruz sıcaktan çok fazla. Bana kalsa bu olan biteni fazla takmam ve loş bir ortamda yaşamaya devam edebilirim. Mesela aynı işle bizim evde olsa, Garmin'le beni buharlaşmış olarak bulabilirler çünkü bizim ev ziyadesiyle sıcak! Neyse, annem fena halde takmış durumda bu dış cephe olayına. İlk olarak klimanın söktürülmesine sinirlendi çünkü klimayı sökmek ve takmak bayağı bir para tutuyor. Sonrasında ise adamların pis çalıştığına dair vızıldamaya başladı. Mesela az önce "Her yeri sıva yapmışlaaaaaaaaar, nasıl temizlenecek bunlar!!!!!!!!!" diye bir çığlık attı, duyan da sanır ki dünyanın sonu geldi. Hayır adamlar ne yapabilir yani, ne var ortam biraz sıva olsa? Ben de takığımdır aslında bu tip şeylere ama sanki annem daha ileri boyutta. Umarım en kısa zamanda biter de şu iş, rahata ereriz.



Bu dış cephe işi bayağı zor bir iş bu arada. 15-16 yaşında çocukların o kadar iskeleyi nasıl kurduklarına insan inanamıyor ve o demirler üzerinde cambaz gibi ilerliyorlar. Onları görünce benim yüreğim ağzıma geliyor. Para kazanmak ne kadar zor ve zevksiz çoğu insan için. Zaten bayram tatili sonrası ablam ve Garmin, ilk kez okula başlayacak çocuklar gibi pazar gününü derin bir bunalım içinde geçirdiler. Onlar işe gidecek ve nüfusumuz azalacak diye ben de dertlendim tabi ama yapacak birşey yok. Gerçi iskeleler üzerinde cambaz gibi dolanan ustalara kıyasla onların işi daha sakin ama yine de bu çalışma meselesi bayıcı bir mesele. Özgür değilsin bir kere ve yıllar yıllar yıllar boyu sana verilen rolü oynamak zorundasın. Her gün aynı şey, aynı iş, aynı insanlar. Garmin'in sıklıkla tekrarladığı gibi, "Çalışmak iyi birşey olsaydı, üstüne para vermezlerdi." Eee fakat bu düşünceyle de hayat geçmez. Bilmiyorum ne yapmalı. Hayatı, her gün tatilmiş gibi, keyifle, istediğin gibi geçirmek için nasıl bir çare bulmalı....