21 Ekim 2010 Perşembe

Plaza İnsanı Olmak ya da Olmamak


6-7 yıl boyunca plaza insanı olmak için çabaladım durdum. Özellikle ilk yıllar, işe vaktinden önce gittim, bana verilen işleri yapabilmek, bitirebilmek için canla başla çalıştım, iyi giyindim, sevimli davrandım, güzel rol kestim ve yaklaşık bir buçuk yılın sonunda uzman yardımcılığından uzmanlığa terfi ettim, öyle başarılı buluyorlardı ki beni bir televizyon kanalına her hafta düzenli borsa ve ekonomi raporu vermeye başladım, hatta birkaç programa stüdyoda konuk bile oldum. Unutmadan bir de finans alanında yüksek lisans yapıyordum, haftanın dört gecesi saat 22:30'a kadar derse gidiyor ve ertesi sabahta saat 7:30'da işte oluyordum. Frensiz gidiyordum kısaca... O sıralar, Shakespeare'in dediği gibi dünya bir sahneydi ve ben şahane rol kesiyordum. İşe yeni girmişler arasında başroldeki kadın oyuncuydum.

Derken büyü bozuldu. Sıkıldım ve yaptığım herşey manasız gelmeye başladı. Sabahları, servisle işe giderken kendimi, tabiki abartarak, bir toplama kampına götürülüyormuş gibi hissediyordum. Plazanın içine girdiğimde, ruhum daralıyordu. En mutlu olduğum anlar serviste ve öğle tatilinde kitap okuyabildiğim anlardı. Zamanla, yine abartarak, sağa sola çaktırmadan kucağımda çok sevgili romanlarımı da okumaya başladım. Bunun dışında işyerindeki vaktimin, büyük bir kısmını da sigara odasında sigara içerek ve muhabbet ederek geçirmeye başladım. İşleri bir şekilde yapıyordum, şişirerek, yalan yanlış yorumlar yapıyor ve ayrıca yaptığım işe hiç kafamın basmadığını hissediyordum. Yardımcı rollerdeki çalışma arkadaşlarım bayağı anlıyorlardı yaptıkları hesaplamaları, tahminleri ama ben hep şans eseri birşeyler yapabiliyordum. İktisat bölümünü nasıl bitirebildiğimi ve ilk yıl yaptıklarımı nasıl yapabildiğimi sorgulamaya başladım; cevabım hepsinin tamamen "şans" olduğuydu. Yaptığım işe uygun değildim, yaptığım işi sevmiyordu, ceketler ve kumaş pantolanlar beni sıkıyordu, sürekli kitap okumak istiyordum, kaçmak gitmek istiyordum, sigara işini iyice abarttım ve bir gün genel müdür yardımcısı beni ve en yakın çalışma arkadaşımı odasına çağırdı. Arkadaşım işyerine dayanabilmemi sağlayan tek şeydi; birlikte bol bol sigara içiyor ve şikayet ediyorduk, ayrıca her öğle tatilinden en az yarım saat geç dönüyorduk. Fakat onun kafası işe basıyordu, uygundu plaza yaşamı için aslında ama onu da yanımda sürüklüyordum işte. Neyse, genel müdür yardımcısının odasına girdik (bundan sonra ona kısaca HB diyelim), HB'nin önünde bir excel çıktısı duruyordu. Günde kaç kere sigara içmeye gittiğimizi ve ne kadar süre sigara içme odasında kaldığımızı takip ettirtmişti sekreterine. Herhalde onun da canı sıkılıyordu ki dedektifçilik oynuyordu. Şaşırdım kaldım, bağırdım çağırdım adama ve acayip sinirlendim. Kendisi sahne performansımızı beğenmiyordu ben hiç beğenmiyordum performansımı fakat eski iyi günlerimi de özlemiyordum. Bu olaydan kısa bir süre sonra arkadaşım başka bir şirkete gitti ve ben olduğum yerde kaldım çünkü iş değiştirsem de aynı şeyin olacağını biliyordum, dehşet sıkılıyordummm.


 

Umursamazlığımı abartmaya devam ettim ve işyerinde öyküler yazmaya başladım. Arada bir işsel şeyler de yapıyordum ama aslında bir plazada çalışan tam zamanlı bir öykü yazarıydım! Bu arada yazma atölyelerine de gitmeye başladım ama istediğim gibi çıkmadı. Bu karman çorman iş yaşamımın arasında bir de şahane bir ilişki yaşamaya başladım ve evlendim. Sevgili eşim işten nefretimi anlıyor, biraz dinlenmemi destekliyordu. Ama benim kafamdaki senaryoda; işten ayrılıyor, üniversitede edebiyat okuyor, ve ünlü bir yazar oluyordum. Neticede çooookkkk büyük bir keyifle işten ayrıldım. Tek üzüldüğüm şey öykülerimi de orada unutmuş olmamdı ama daha iyilerini yazarım diyerek fazla takmadım. Hayatımı değiştirebileceğime inanıyordum, sevdiğim şeyi yapacaktım ve ünlü bir yazar olacaktım. Fakat bir şeyi atlamıştım; bu ülke, değiştirilmeye çalışılan hayatlardan ve hayallerinin peşinde koşan insanlardan pek hoşlanmıyordu!

Gökten üç elma düştü, üçü de benim kafama düştü, ne yapacağımı şaşırdım kaldım...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder