8 Haziran 2011 Çarşamba

İstanbul'da Yaz, "Selanik'te Sonbahar"

Sıcaklar, bana kalırsa kendini fena halde hissettirmeye başladı. Gerçi evden çıktığım yok ama annemin dışarıdan, eve her dönüşündeki sıcaktan fenalaşmış hali, beni de fenalaştırıyor. Galiba ailecek sıcağı sevmiyoruz. Mevsimleri düzenleyen güçlerden çok rica ediyorum, İstanbul'da yazın hava sıcaklıkları en fazla 25 derece olsun, benim olsun. Şöyle 40 derecede bile terlemeyen, üstü başı kırışmayan, kalıp gibi durabilen bir kadın olsam takmayacağım belki sıcakları ama ben 26 derecede bile duş alıp sokağa çıktığımın beşinci dakikasında, bir saattir koşan bir insan formatına bürünüyorum. Neticede İstanbul'da yaz, "peki Selanik'te sonbahar nasıl geçiyor?" diye soracak olursanız, ona da cevabım hazır, pek iyi geçmiyor.

Daha önce de söylemiştim, Tuna Kiremitçi'nin son romanı "Selanik'te Sonbahar"ı birkaç gün önce bitirdim ve pek beğenmedim. Aslında, yeni yayınlanmış, yazarı hayatta olan ve ana dilimde yazılmış bir romanla ilgili yazmak beni rahatsız eden bir durum. Örneğin vefat etmiş, yabancı bir yazarın romanı sözkonusu olsa daha rahat yazardım diye düşünüyorum, bilemedim. Ama yazacağım bu sefer çünkü zihnimde sürekli romanla ilgili kendi kendime konuşuyorum. Bu noktada da, en iyisi zihnimden çıkarıp atmak...


Evet başlıyorum; daha önce Tuna Kiremitçi'nin ilk romanını okumuştum ve beğenmemiştim, bana çok sıradan gelmişti. Sonra da kendisinin başka hiçbir romanını okumadım. "Selanik'te Sonbahar" ise gazetelerde hakkında çıkan mini yorumlar ve röportajlar nedeniyle ilgimi çekti. Kitabın ana ekseni "Atatürk, bir suikast nedeniyle 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasaydı ne olurdu?" sorusunun cevabı gibi gözüküyordu. Bence çok ilgi çekici bir soru ve cevabının, yani bu noktada romanın da ilgi çekici olmasını beklemek de son derece doğaldı. Ve tabi benim romanı satın almam da doğaldı. Nitekim romanda, suikast, Atatürk'ün Samsun'a çıkamaması, geride bıraktığı mektuplar, Cumhuriyet'in ilan edilmemiş olması yer buluyor ama çok sınırlı, çok uzak bir yer. Ana eksende bir kadının ve bir erkeğin, bir adada kesişen, bence, son derece klişe ve anlamsız hikayeleri yer alıyor. Sayfalar ilerliyor, kadının, erkeğin, adanın hikayelerini öğreniyoruz ve düşünmeden de edemiyoruz, "Tamam da cumhuriyetin ilan edilmediği, saltanatın hüküm sürdüğü, kısaca Atatürk'ün suikast nedeniyle Samsun'a çıkamadığı bu ülkede hayatın ritmi, akışı nasıl?" ve "Atatürk olduğunu tahmin ettiğimiz paşanın mektuplarını okuduktan sonra, neler olacak, yeni bir ayaklanma, yeni bir oluşum mu? Ne?" Fakat tüm bu sorular cevapsız bırakılıyor, ya da şöyle diyeyim, kadın, erkek, ada, suikast kaynaşmıyor, kaynaşamıyor birbirine.

Romanın dili de bana çok ilginç geldi. Kendimi nedense başka bir dilden Türkçe'ye çevrilmiş bir roman okur gibi hissettim, anlamlandıramadım bu durumu, belki de bende bir gariplik var, bilemiyorum.

Ve son olarak bir kez daha tüm sanat yapıtlarıyla, özellikle romanlarla ilgili kafamdaki düşünceyi bir kez daha teyit etmiş oldum. Şöyle ki, mühim olan, çok enteresan bir konu bulmak değil, mühim olan nasıl anlattığın, nasıl ifade ettiğin. Öyle romanlar var ki, dünyanın en sıradan mevzusunu şahane, akıl almaz bir şekilde anlatıyor ama öyle romanlar da var ki çok enteresan bir konuyu çok yavan bir şekilde anlatıyor, hatta bazen anlatamıyor...

Özet olarak, ben sevmedim "Selanik'te Sonbaharı"... Ve yoluma, şu sıralar Marilyn biyografisiyle devam ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder