Isınma
Yeni bir şey deniyorum. Çocukları okula bırakıp eve geldikten sonra, ev ve yemek işlerine dalmak yerine, yazacağım, yazmayı hedefliyorum, yazıyorum. Evren duy beni! Sanal Yazıevi'nin yazma ayı dahilinde, tabiki geriden gelerek, oradaki yazma aktivitelerini burada yapacağım. Böylece "Aman yazdıklarımı biri okursa ya bilgisayardan" gibi korkular ortadan kalkmış olacak. Bu yazma çalışmasını sanırım iki üç sene önce de yapmıştım, iyi gelmişti, bir ürün ortaya çıkaramamıştım. Şu anda da, saati ayarladım; 5 dakika aklıma ne gelirse yazıyorum. Kadınlara yapılanlara, kadınların yaşadıklarına ve kadın oldukları için yaşayamadıklarına acayip öfkeliyim. Öfkemle evde oturuyorum. Patır patır ortadan kaldırıyorlar kadınları. Ne biçim bir dünya bu böyle, gerçekten! Ve insanlar neden/nasıl bu kadar kötü kalpli olabiliyor? Bir kadın seni sevmiyorsa ve istemiyorsa, devam et yoluna, kimseyi öldürmeden! Kimse kimseyi sevmek zorunda değil, di mi? Gözüm telefonun alarmında yazarken, çaldı alarm. Isınma bu kadar, diğer göreve geçiyorum.
Fotoğrafa Bakarak Yazma
Burayı temizlemek zor olacak. Her taraf toz içinde, örümcek ağları her yeri kaplamış. Gelen temizlikçi, pencerenin önünde dikilmiş iş gömleğinin düğmelerini iliklemeye çalışıyor, inşallah başarır da evi temizlemeye başlarız. Ya da çıkıp gitsem tam şu an, ne olur? Arar mı beni? "Dilini bilmediği bir ülkede nereye gidecek, aptal!" mı der arkamdan? Ya da "Kötü haber çabuk duyulur, başına bir şey gelmemiştir de, evi niye bu halde bırakmış? Yarın eşyalar gelecekti" diye mi düşünür? Zaten gidemeyeceğime göre bir yere, temizlikçi hala gömleğinin düğmesiyle boğuşurken, odaya yayılmış sandalyeleri tek tek kapının önüne çıkarmaya başlıyorum. Halılar da gitmeli. Her şey ne kadar da bakımsız. Camları açıyorum. Buz gibi hava içeri giriyor. Kadın dönüp deliymişim gibi bana bakıyor. Rusça bir şeyler söylüyor. Büyük olasılıkla "Camı kapayın, hasta olursunuz" diyordur. Ben de ona Türkçe "Amaaaan sen de artık şu düğmeyi hallet de işe başlayalım" diyorum.
Tahmin ettiğimden daha becerikli ve çalışkan çıkıyor temizlikçi. Fırçayla öne tüm örümcek ağlarını temizliyor. El kol hareketleriyle evde kalan eski püskü eşyaları nereye taşımam gerektiğini gösteriyor. Ben hamal olarak çalışıyorum bütün gün. O ise süpürüyor, siliyor, ovuyor, bir dakika durmuyor. Türk temizlikçilerine benzemiyor. Ne yiyor içiyor, ne de sohbet ediyor. Fakat ne yaparsa yapsın, evi ışıl ışıl yapsa da, evin karanlık hissi değişmiyor. Hava kararırken, gömleğini ve bol pantolonunu çıkarıp, elini yüzünü güzelce temizleyip, şık bir pantolon ve kazak giyiyor. Dudağına pembe bir ruj sürüp, üzerleri kahverengi lekelerle kaplı elleriyle saçlarını kabartıyor. Zarif bir şekilde bana başıyla selam verip, şöyle bir gözlerini gezdiriyor evin içinde. Yaptığı işten mutlu. Gülümsüyorum, iki elimi birleştirip, Budist rahipler gibi eğiliyorum önünde teşekkür etmek için. Kıkırdıyor ve minik, sert adımlarla çıkıyor evden. Kapanan sokak kapısına sırtımı dayayıp, filmlerdeki gibi gülümseyerek eve bakıp, kocamla yaşayacağımız güzel günlerin hayalini kurmak isterdim. Sırtımı yaslıyorum kapıya, yorgunum, hayal filan kurmak istemiyorum. Sadece aydınlık, neşeli, taze bir eve tek başıma yerleşmek ve yaşamak istiyorum.
Hikaye
Hayatında ilk kez uçağı kaçırdı. Ve bunu, bir işaret olarak yorumladı; büyük olasılıkla uçak düşecekti ve o sonradan nasıl da uçağı kaçırdığının hikayesini haber programlarına anlatacaktı. Acaba uçağı kaçıran bir tek ben miyim diye şöyle bir etrafına bakınırken, başka bir kadının da onunla aynı durumda olduğunu fark etti. Kadın hızlı adımlarla görevlilere doğru yürürken, Ceylan kaderine gülümseyerek havaalanından çıktı. Çıkar çıkmaz kocasını aradı. Telefonu kapalıydı. 'İlginç' diye düşünerek, patronunu aradı. "Selim bey merhaba, ben uçağı kaçırdım da. Ofise mi döneyim yoksa eve geçebilir miyim diye size sormak istedim." der demez Selim bey "Ne ofisi ne evi, senin Amsterdam uçağında olman gerekmiyor mu?" diye hırladı. Uçağı kaçırdığını söylediği anda "O zaman hemen bir sonraki uçağa bin, toplantı zaten yarın sabah. Niye bunu düşünemiyorsun Ceylan? Sanki yeni başladın işe" deyip kapattı telefonu. Ceylan uçağın düşme ihtimalinden Selim bey hıyarına bahsedemediği için huysuz, uçağa binmek zorunda kaldığı için gergin ve bir başka hıyar olan işsiz kocası telefonu açmadığı için tıpış tıpış havaalanına geri döndü. Beş saat sonraki uçağa bilet alıp beklemeye başladı, gelen geçenleri izleyerek. Aynı uçağı kaçırdığını tahmin ettiği diğer kadın da biraz ileride oturmuş Starbucks kahvesi eşliğinde, Saka Kuşu adlı, Ceylan'ın da çok sevdiği romanı okuyordu. 'Ne kadar da mutlu ve keyifli gözüküyor, kesin evli değil ve Selim bey gibi bir patronu da yok" diye düşündü. Havaalanının içindeki kitapçıya gidip biraz oyalandı, kendine Sally Rooney'nin son romanını aldı. Keyfi biraz yerine gelmişti. Belki uçak düşmez, belki Ted Lasso'daki kulüp patronu kadın gibi hayatının aşkıyla Hollanda'da karşılaşırdı. 'Evliyim yaw ben, kafalara gel' diyerek kendi kendine gülümsedi. Biraz kitap, biraz sandviç ve kahve, biraz parfüm koklama, uçakta içmek üzere son bir Starbucks Americanosu derken, uçağa binmek üzere kuyruğa girdi. Diğer kadın da kuyruktaydı, etraftaki erkeklere alıcı gözle bakar bir hale vardı. 'Kesin bekar ve belasını arıyor' diye düşündü Ceylan kendi kendine. Bekar olmayı o kadar isterdi ki şu an. Tek başına, horlama sesi olmadan geniş bir yatakta uyumayı, sadece kendi çamaşırlarını yıkamayı, her akşam hafif yemekler yemeyi... Evli olmayanlar da biriyle uyumayı hayal ediyorlardı herhalde. Ceylan bunları düşünürken, çok yakışıklı bir adam diğer kadının çantasından düşürdüğü paketi ona uzatıyordu ve aralarında bir sohbet başlamıştı. 'İşe bak, belki de kadın diğer uçağı kaçırmasaydı bu adamla karşılaşmayacaktı. Gerçi ne olacağını belli olmaz ama.. Ben uçak düşmesin diye dua etsem daha iyi olacak' diye kendi kendine saçmalarken, biri tam yanına gelip koluna dokundu hafifçe ve "Hola" dedi. Dondu Ceylan, gözlerini ayırmadan karşısındaki adama bakıyordu. "Javi" ismi zorlukla çıktı ağzından, "Yes" dedi kocaman gülümseyerek, sonra da sımsıkı sarıldı Ceylan'a. Ceylan gece 23:00 Amsterdam uçağını da kaçırdı. Bir günde iki uçağı kaçırarak, havaalanı istatistiklerine girmeyi garantiledi ve yıllardır arayıp bulamadığı, özlediği, çoğu zaman unuttuğu ama hep aklının bir kenarında duran Javi ile havaalanından elele bir kez daha çıktı. Bu sefer gülümsüyordu.
Kutular
Londra'da en çok özlediği şey, İstanbul'da oturduğu evin salon camının önündeki portakal ağacının kokusuydu. Burada her yer lağım kokuyordu. 37 yaşında ani bir kararla taşınmıştı Londra'ya ve şimdi 38 yaşına girmesine birkaç gün kala saçma sapan şeyler hatırlıyordu geçmişinden. Mesela 9 yaşında okulda unutulduğu günü, 17 yaşında ilk defa bir otel odasında tek başına geçirdiği geceyi, anneannesinin evindeki Afgan kilimini, yüzü hep asık anneannesinin yaptığı mantının sosunun acı tadını, okuldan eve gelir gelmez, mutfakta tek başına oturup yediği çikolataların tadını. Bayramlarda annesinin her şey muhteşemmiş gibi göstermek için aldığı ve sadece birkaç kere giydikten sonra ayağına küçülen ayakkabılar ile saçma sapan renklerdeki çoraplar. Nedense annesinin aklına güzel bir elbise almak gelmezdi, illa ayakkabı ve çorap. Önce trene sonra otobüse binerek gidilen İstanbul'dan çok uzaktaki babaanne evi. Babaanne var ama baba hiç yok. Babaannenin her tarafı sarı şehrindeki taş evinin pencelerinde uçuşan pencereler, dar sokaklarda genç halayla elele çarşıya yürüdükleri, dondurma yerken, gözleri masmavi gökyüzündeki uçurtmalara takılırdı. Sonra halayla akşam yemeği için taş eve dönerlerdi. Annesi gitmiş olurdu çoktan, bir güle güle demeden. Şimdi tek başına, dondurma yok, ıssız ara sokaklar da... Gri bir gökyüzünün altında, yalnız, mutsuz ve neredeyse 38 yaşında.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder