Yarın canımın içi Lokum, 12 yaşını bitiriyor. Yıllar nasıl da hızlı geçiyor. Çok muhteşem bir anne olamadım ama inşallah çok üzmemişim, kalplerini kırmamışımdır çocuklarımın. Lokum'un günün birinde burayı okuma ihtimali yok çünkü bir arkadaşım dışında bu blogtan kimsenin haberi yok. Ben yine de onu çok sevdiğimi, iyiki benim kızım olduğunu, daha iyi bir anne olabileceğimi bildiğimi ve bunun için çabalayacağımı, bir de ona sağlık, neşe, mutluluk ve huzur dilediğimi buraya yazmak istedim. Umarım dünya -gidişat pek öyle gözükmese de- daha iyi bir yere dönüşür ve tüm çocuklar mutlu yaşarlar.
24 Eylül 2025 Çarşamba
14 Eylül 2025 Pazar
14 Eylül mü???
Günler nasıl oluyor da bu kadar hızlı geçiyor, hiç anlamıyorum. En son yazdığım yazıya bakarken fark ettim bugünün 14 Eylül olduğunu ve doğru düzgün uyumadan, dinlenmeden bir hafta sonunun daha geçip gittiğini.
Yazma çabalarım tabiki durdu. Şimdi baktım yazdığım dosyaya, en son 10 Eylül akşamı yazmışım. Disipline olmak için takip ettiğim ve aylık belli bir ücret ödediğim programın egzersizlerini yapayım diyorum ama tüm egzersizler anlamsız geliyor. Kendim yazayım ya, dur bir yazayım diyorum, yok yazamıyorum. Sabah çocukları okula bırakıp eve geliyorum ve zaman o kadar hızlı akıyor ki... Bazen saatler geçiriyorum mutfakta, sonra bir bakıyorum kıymalı makarna yapmışım, bir de çikolata parçalı kurabiye. 'Eeee nereye gitti üç saat?' diye haykırmak istiyorum. 'Bu üç saati gömerken, sesli kitap dinledin, boşa gitmedi zamanın' diye kendimi teselli etmeye çalışıyorum. Fakat içimden bir ses "Yakında bir taraftan okuyup, bir taraftan dinlerken inşallah delirmezsin" diyerek, gülmekten boğuluyor. Gerçekten, oku dinle izle yemek yap götür getir döngüsü nereye kadar? Neden benim vaktim yok, neden oturup yazamıyorum? 'Vaktim yok ondan yazamıyorum' iddiama uzun bir süre kendim bile inandım ama bir süredir insanların yaptıklarını düşününce, ben de bir sorun olduğuna, belki de kısa ve net 'Tembel' olduğuma, böyle mal gibi geçip gideceğime bu hayattan ikna oluyorum.
Instagram'da takip ettiğim bir hesap var, otuz yedi yaşında, biri dokuz biri yedi yaşında iki çocuğu olan, bekar bir anne. Eski eşi belki maddi manevi destek oluyordur, bilmiyorum ama pek bir izi yok. Her neyse Ş.A diyeceğim bu anne, tek başına iki çocuğuna bakım veriyor, iki öykü kitabı yazmış, her ay, belki de üç ayda bir -emin olamadım- katılımcıların iyi bir ücret ödediği bir kitap kulübü yapıyor, iki farklı giyim markası var, tenis oynuyor, spora gidiyor, instagramda ürün önerip link veriyor, manikür pedikür yaptırıp saçlarını boyatıyor, acayip güzel ve havalı giyiniyor, hep bakımlı, çocuklu ve çocuksuz olmak üzere tatile gidiyor, arkadaşlarıyla buluşabiliyor... Ben yalnız anne olmasam da maddi kısım dışında çocuklara tek başıma bakım veriyorum, her gün yemek yapıp (ıvır zıvır yemekler yanlış anlaşılmasın), duş alıyorum, bazı geceler çocuklar yattıktan sonra tırnaklarıma oje sürüyorum, bakımlı ve havalı değilim, temizim diyebiliriz, kendimi bildim bileli tenis oynamak istiyorum ama bir türlü finanse edemiyorum ders almayı, arkadaşlarımla hafatiçi çocukları okula bıraktıktan sonra bir iki saatliğine buluşuyorum, evi temiz tutmaya çalışıyorum, makine doldurup makine boşaltıyorum fiziksel egzersiz olarak, bilgisayarım yarım kalmış yazılarla dolu, instagramı boş boş insanların hayatına bakıp bunalıma girmek için kullanıyorum, bir de kitap okuyup kitap dinliyorum. Ş.A üretirken ve kelimenin tam anlamıyla yaşarken, ben günleri geçiriyorum. Evet instagram bize insanların hayatının en iyi yanlarını sunuyor ama ben mesela gün içinde istesem de sunacak bir şey bulamıyorum. Yani Ş.A sahte filan değil, kadın yapıyor bu işleri, valla helal olsun, bana da nasip olsun inşallah bir gün, bu kadar çalışkan ve üretken olmak.
5 Eylül 2025 Cuma
Yazma Çabaları / Ortaya Karışık
Yazma alıştırmalarında atlaya zıplaya ilerlemeye çalışıyorum. Güzel ya da sürükleyici yazamıyorum. Doğal bir yeteneğim de yok farkındayım ama bir şekilde yazasım var. Aslında itiraf etmek gerekirse pek emin değilim ama şu an bu çaba bana iyi geliyor. Bugün olay örgüsü, kurgu gibi konularla ilgili bir şeyler öğrendim ve bir hikayenin girişini yazdım, birazdan da devam edeceğim.
Bulaşık makinesini üçüncü kere çalıştıracağım bugün, saat 21:52. Fırında ekmek var. Unutmamalıyım. Kurutma makinesi bugün ikinci kere çalışıyor, bitmesine bir saat otuz dört dakika var. Çamaşır makinesi koyu renklilerle dolu, artık onu sabah çalıştırırım. Yarın için herhangi bir yemek yok evde. Sabah 11:00'de diş doktoru randevusu var çocukların, saat 13:00'de ikisi de arkadaşlarıyla olacak. Diş doktoruna götürme ve Tombi'yi götür getir ve Lokum'u sonra eve getirme işleri bende. Garmin Lokum'u götürür ve sonra eve gelip takılır, çalışıyor ya o, para kazanıyor. Acaba Orhan Pamuk da fırındaki ekmeği ya da akşam yemeğinde ne yiyeceklerini, ne pişirmesi gerekeceğini düşünüyor muydu? Tabiki hayır. Ve zaten artık herkes biliyor aile hayatında işbölümünün nadir rastlanan bir durum olduğunu ve kadınların mental yükünün aşırı ağır olduğunu. Biliyorlar da ne oluyor. Garmin "Ahhh hayatım, sen de aslında tam zamanlı çalışıyorsan ve hiç dinlenemiyorsun, hiçbir finansal güvencen de yok, bundan sonra ev hayatında ben de yanındayım" deyip "Yardım değil, işbölümü" diye pankart mı açıyor. Yok hayır, o ve pek çok erkek, işlerine geldiği gibi yaşamaya devam ediyor. Son derece modern, eşitlikçi görünüp, hiçbir şeye ellerini sürmüyorlar. Çocuğa bakarken kanepede uyuyakalıp, anne kırk yılın başı arkadaşlarıyla gece dışarı çıktığında, çocuklara dışarıdan yemek söyleyip, favori ebeveyn oluyorlar taze fasulye yedirmeye çalışan anne karşısında.
Rezalet bir düzen neticede. Orhanlar pamuk elleriyle romanlarını yazarken, Elifler şafak vakti kalkıp, çocuklar uyanmadan ya da onlar yattıktan sonra şafak vaktine kadar gözlerinin altı mosmor, yorgun argın yazıyorlar romanlarını. Bu düzen dünyanın gidişatına bakıldığında daha uzun zaman da böyle devam edecek gibi görünüyor. O yüzden en mantıklı çözümün kadınların evlenmeden, kendi hayatlarını diledikleri gibi yaşamaları olduğuna inanıyorum. Tabi sevmek sevilmek, ilişkide kalmak her insan için ihtiyaç, o zaman da belki evlenmeden ve işbölümü konusunda net ve ısrarcı olarak ilerlemek gerek.
3 Eylül 2025 Çarşamba
Hayat
Bugünün yazma görevlerinden sadece, bir karakterin mesela çekingen olduğunu bir sahne kurarak anlatmak ilgimi çekti. Şu an ısınma aşamasındayım, yani gelişine yazıyorum. Bu sabah sözde arkadaşlarımla buluştum, biraz eğlendim, biraz sıkıldım. Eve geldim, hızla bir yemek koydum ve yazmaya oturdum. Bilmem bu yazma pratikleri işe yarıyor mu? Umarım yarıyordur yaw. Neyse yapacak daha iyi bir işim var mı şu an? Hayır, o zaman yaz yaz yaz.
Dün bütün günü aşırı sıkıntılı ve her an birilerine dalacakmış gibi geçirdim. Etrafımda çocuklarımdan başka kimse olmadığı için de biraz onlara daldım. Bir tarafım ağlamak istiyordu -pek ağlamam ben-, bir tarafım bağırmak, bir tarafım da tüm gün yatakta yorganı başıma çekip yatmak istiyordu. Diyorlar ya hani, 'Duygularınızı hafife almayın, şefkatle araştırın ne hissettiğinizi', ben de çok şefkatli olmasam da kendime karşı, bir durup sordum kendime 'Ne oluyor yaw, regli uzak bir ihtimal, kocan her zamanki kadar canını sıkıyor, ne oluyor sana?' Ve birden hatırladım, dün babamın otuzuncu ölüm yıldönümüydü. Koskoca otuz yıl, nasıl da geçmişti yıllar, onsuz? Hayat gerçekten çok garip. Bir varsın bir yoksun. Bir gün baban var, sonra bir daha yok. Ben kısmen şanslıydım, babasını üç yaşında kaybetmiş, ilkokul arkadaşıma kıyasla. Yaşım daha büyüktü ama yine de her ölüm gibi zamansız ve çok üzücüydü. Bir de babam aşırı tatlı bir insandı. Erken yatarak dünü atlattım. Sözde arkadaşlarımı beklerken de, başka bir karakteri kullanarak babamı yazdım....
Ayla en çok babasını seviyor. Sakinliğini, gülümsemesini, yumuşak yanaklarını, mis gibi kokusunu, her sabah işe gitmeden özenle hazırlanışını, dalgalı saçlarına fön makinesiyle şekil verme çabasını ve onu sevmesini seviyor. Babası işe gecikiyor olsa bile her sabah onu kapıdan yolculuyor, işten izin aldığı günler pencerede Ayla'nın gelişini bekliyor. Ayla kitap okumayı çok sevdiği için her akşam elinde bir kitap ya da dergiyle geliyor eve. Her sabah "Günaydın Ayla kuşum" diye sesleniyor odasının kapısından.
Sadece bir kere "Annem ya da sen çalışmasaydınız, her gün kapıyı anahtarla açmak yerine zili çalardım ne güzel ve beni evde belki kek kokusu karşılardı (annesi diğer anneler gibi kek yapmıyor)" dedi diye babası o hafta işten izin alıp, bir gün kek, bir gün de kurabiye yapmıştı Ayla için. Ne güzel bir haftaydı. Her gün okul dönüşü kapıyı gülümseyerek açıp "Nasıl geçti günün Ayla kuşum? Günlüğüne yazacak bir şeyler var mı?" diye sormuştu.
Üniversite için dersanenin programını almaya gideceği gün, babası da evle ilgili bir işin dışarı çıkacaktı. "Seni de arabayla bırakayım ister misin?" demişti, "Yok sağol babacım, ben gider gelirim" demişti Ayla. Tam "Görüşürüz baba" diyecekken, babası "Cat Stevens ne güzel şarkı söylüyor böyle, bir de baksana Ayla bu tshirt yakış mı bana?" demişti neşeyle. "Çok yakışıklısın çok" deyip öpmüştü Ayla babasını ve sonra da koşarak çıkmıştı evden o sabah. Öğleden sonra eve geldiğinde, kapının önünün ayakkabılarla dolu olması şaşırttı onu ilk ve evin açık kapısı. İçeride bir sürü insan vardı. Onu gören herkesin yüzünü tatsız bir ifade kaplıyordu. Ne olmuştu? Neden babasının ve annesinin bütün arkadaşları evdeydi? Kanepede baygın yatan annesini gördü, Günseli abla koşarak yanına gelip sarıldı Ayla'ya, "Baban...." dedi, gerisini söylemesine gerek yoktu, ayrıntılar önemsizdi, babası ölmüştü.
2 Eylül 2025 Salı
Hediye
Hediye
Ben doğum günlerini ve tabi özellikle doğum günümü çok önemsememe rağmen neden her sene saçma sapan bir şekilde geçiyor? En yakınlarım bile nasıl oluyor da abuk sabuk hediyeler almayı başarıyor? Benim neyi sevebileceğimi tahmin etmek bu kadar zor mu? Otuz yıllık, en yakın arkadaşımın geçtiğimiz Cumartesi bir pasta ve mum üfleme eşliğind bana sunduğu süper saçma hediyesinin ardından, yaklaşık bir yıldır bir şeyler sorduğum Chat GPT'ye "Bana bir doğum günü hediyesi alacak olsan, ne alırdın?" diye sordum. Valla verdiği cevaplar paralelinde beni otuz yıllık arkadaşımdan, yirmi yıllık kocamdan ve kırk sekiz yıllık ailemden daha iyi tanımış. İlginç! Ve tabi üzücü.
Hayali Fotoğraf
"Doğum günlerini kim sevmez ki?" diye düşünürdüm çocukluğumda. Doğum günüm okullar tatile girip herkes tatile gittikten sonra olmasına, hemen her seferinde son anda alınan bir pastayla kutlanmasına ve genelde hediyelerin annem, babam ve ablam tarafından öpücük ya da yeni bir kitap olarak sunulmasına rağmen severdim doğduğum günü.
Büyüdükçe doğum günüme daha fazla önem vermeye ve daha fazla hayal kırıklığına uğramaya başladım. Ne bekliyordum acaba? Mesela ilkokul, ortaokul zamanında; kocaman bir pasta, arkadaşlar, hediye olarak hep istediğim lahana bebek, birkaç peluş oyuncak ve çeşit çeşit roman ile renkli kalemler. Lise yıllarında arkadaşlarla bir hamburgecide kutlama, hediye olarak Levi's kot ya da Benetton kazak, takı ve yine romanlar, büyüklerin okuduğu romanlar artık. Üniversite ve sonrasında bir doğum günü aileyle evde, bir doğum günü arkadaşlarla ve sevgiliyle dışarıda. Sevgili mutlaka şahane bir takı alıyor ama o da ne? Sevgili ve geleceğin kocası doğum günlerini iplemiyor. Evlilik öncesi, gönlüm olsun diye kötü hediyelerle (mesela o dönem gömlek giymeyi sevmeyen bana gidip bir mürebbiye gömleği alıyor) ve büyük bir coşkuyla kutluyor doğum günümü. Sonraki yıllarda "Para versem sen ne istiyorsan alsan" ya da "Son aldıkların sana doğum günü hediyem" olsun gibi boşanma sebebi olabilecek cümleler kuruyor. Ben bazı yıllar berbat doğum günlerinden bir şekilde keyif alıp, her şeyin olumlu tarafını görürken, bazı yıllar hediyeleri sahiplerinin kafasına fırlatıp hepsini kovasım, sonra da bütün pasatıyı tek başıma yiyesim geliyor. Yapmıyorum tabi.
Artık yıllar sonra, annem mesela "Doğum gününde ne yapalım?" dediğinde, "Boşver ya, bir pasta yeriz yeter" deyip, elime tutuşturduğu paraya ya da hediye paketi bile yapılmamış bijuteri küpesine teşekkür ediyorum içtenlikle. Ablam üstüme üç beden büyük bir tshirtü hediye olarak verdiğinde "Aaaa taytların üstüne harika olur" diyebiliyorum, Garmin "Son sipariş verdiğin on tane kitap da benim hediyem olsun" dediğinde "Süper" diyorum. Ve en yakın arkadaşımın hediyesinin saçmalığından nutkum tutulsa da "Hiç böyle bir elbisem yoktu, harika" deyip sarılıyorum arkadaşıma. Sonra hepsine gülümseyerek bakıp "Çok teşekkür ederim, tam hayal ettiğim gibi bir gün oldu" diyorum ve ekliyorum "Doğum günlerini kim sevmez ki?"
İki Kutu / İki Şehir
İkisi de doğduğu şehre dönmeye karar verip, Londra'da Heathrow Havaalanı'nda son kez sımsıkı sarılıp ayrıldıklarında, 26 yaşındalardı. 2000 yılına 2 yıl, Sara'nın hamile olduğunu fark etmesine 2 ay vardı. Sara Beyrut uçağına, Jo Bergen uçağına bindi 2 Temmuz 1998'de hem bedenen, hem kalben uzaklaştılar birbirlerinden. Üç yıl süren, güzel bir ilişki yaşamışlardı ama farklı hayalleri, farklı beklentileri vardı hayattan.
Sara Mart ayında oğlunu kucağına aldığında ismini Jo koyup koymamakta kararsız kaldı. Sonra aile evine gönderdiği mektupları cevapsız bırakan ve ne yapıp etse bir türlü ulaşamadığı bir adamın, çocuğunun babası olsa da adını koymamaya karar verdi. Adam olacaktı oğlunun adını. Babasının o doğmadan öldüğünü söyleyecekti. Belki de cidden ölmüştü Jo. Ayrılırken birbirlerine mektup yazmaya, habersiz bırakmamaya söz vermişlerdi. Şimdi o yaşlarda olsalar, mutlaka bir instagram hesabı olurdu Jo'nun ve oradan ulaşırdı cep telefonundan ulaşamazsa. Nerede yaşadığına, çalıştığına dair tüm bilgilere bir tıkla ulaşırdı. Ama o zaman böyle bir şansı olmamıştı. Bergen'e, verdiği adrese gitmeyi düşünmüştü ama hem çocuk hem iş güç, fırsatı olmamıştı. Sonra bir gün Google'a yazmıştı "Jo Lambert", bir sürü insan çıkmıştı dünyanın dört bir yanından, "Jo Lambert Bergen" yazdı, yine aynı. Fotoğraflı sonuçlara baktı, hiçbiri değildi. Ya da belki 30 kilo almış ve kel bir adamdı, tanımayabilirdi. Ara sıra Google aramalarına dönse de, Jo'yu bulamadı. Oğlu büyüdü, üvey babasını babası bildi.
Deniz kokusu ona Sara'yı hatırlattığında Jo karısıyla tatildeydi. Tekne etrafa kesif bir mazot kokusu yayarak Ege koylarında dolaşırken, Sara aklından çıkmadı. Şimdi, yıllar sonra onu düşünmek hem saçma hem anlamsızdı. Ne kadar çok mektup yazmıştı ona Sara. O dönem mektupları ne kadar da canını sıkmıştı! O dönem kendi kendine "Nereden biliyorum benim çocuğun babası olduğunu? Belki o arada biriyle yattı!" diye düşünüp, sessizliğini haklı çıkartmaya çalışmıştı. Şimdi ise bir çocuğu olma ihtimali içini ısıtıyordu. En son mektubunda bir oğlu olduğunu yazmıştı. 34 yaşında olmalıydı. Sara'yı Google hayatlarına girdikten sonra ara sıra internette aramış ama izini bile bulamamıştı. Belki evlenmiş ve soyadını değiştirmişti. Sessizliğinin kötülüğünün, karanlığının o zaman da farkındaydı ama o yaşamak, özgür olmak istemişti. Baba olmak, bir çocuk büyütmek hayallerinin, hedeflerinin arasında değildi. Şu ana kadar çocuk sahibi olmayı düşünmemişti bile. 60 yaşında, vücudu ve yazarlık kariyeri sekteye uğrayabilir korkusuyla hiçbir zaman çocuk istememiş karısına baktı. Saçları her zaman karman çorman, her yemeği büyük bir iştahla ve keyifl yiyen, öğrenmeye tutkulu, başladığı her işi bir noktada yarım bırakan Sara'dan ne kadar da farklıydı. 'Boşver, düşünme bunları' dedi kendine yıllar önce söylediği gibi.
Gün Sonu
İki blok var, onlarda yazan kelimeleri kullanarak hikaye yazıyorsun. Bugünün görevlerinden biri buydu. İki Kutu / İki Şehir bu sistemle yazmaya çalıştığım hikaye. Çok sıkıldım, yazamadım ve çok yedim bugün. Sıkıntıdan yedim. Yediğim için sıkıldım. Her şey sıkıyor. Mesela çocukları almaya giderken giydiğim şort sıkıyor, ev sıkıyor. Cam açamadığım bu aşırı sıcak hava, çocukların hiçbir yemeği beğenmemesi sıkıyor. Evin dağınıklığı, şu an çocuklar yemek yerken, yazmaya çalıştığım masanın dağınıklığı sıkıyor. Tabi yazmak isteyen her şartta yazar. Offf bilmiyorum, bugün gergin ve sıkıntılı bir gün. Kime neyse....
1 Eylül 2025 Pazartesi
Isınma / Fotoğraf / Hikaye / Kutular
Isınma
Yeni bir şey deniyorum. Çocukları okula bırakıp eve geldikten sonra, ev ve yemek işlerine dalmak yerine, yazacağım, yazmayı hedefliyorum, yazıyorum. Evren duy beni! Sanal Yazıevi'nin yazma ayı dahilinde, tabiki geriden gelerek, oradaki yazma aktivitelerini burada yapacağım. Böylece "Aman yazdıklarımı biri okursa ya bilgisayardan" gibi korkular ortadan kalkmış olacak. Bu yazma çalışmasını sanırım iki üç sene önce de yapmıştım, iyi gelmişti, bir ürün ortaya çıkaramamıştım. Şu anda da, saati ayarladım; 5 dakika aklıma ne gelirse yazıyorum. Kadınlara yapılanlara, kadınların yaşadıklarına ve kadın oldukları için yaşayamadıklarına acayip öfkeliyim. Öfkemle evde oturuyorum. Patır patır ortadan kaldırıyorlar kadınları. Ne biçim bir dünya bu böyle, gerçekten! Ve insanlar neden/nasıl bu kadar kötü kalpli olabiliyor? Bir kadın seni sevmiyorsa ve istemiyorsa, devam et yoluna, kimseyi öldürmeden! Kimse kimseyi sevmek zorunda değil, di mi? Gözüm telefonun alarmında yazarken, çaldı alarm. Isınma bu kadar, diğer göreve geçiyorum.
Fotoğrafa Bakarak Yazma
Burayı temizlemek zor olacak. Her taraf toz içinde, örümcek ağları her yeri kaplamış. Gelen temizlikçi, pencerenin önünde dikilmiş iş gömleğinin düğmelerini iliklemeye çalışıyor, inşallah başarır da evi temizlemeye başlarız. Ya da çıkıp gitsem tam şu an, ne olur? Arar mı beni? "Dilini bilmediği bir ülkede nereye gidecek, aptal!" mı der arkamdan? Ya da "Kötü haber çabuk duyulur, başına bir şey gelmemiştir de, evi niye bu halde bırakmış? Yarın eşyalar gelecekti" diye mi düşünür? Zaten gidemeyeceğime göre bir yere, temizlikçi hala gömleğinin düğmesiyle boğuşurken, odaya yayılmış sandalyeleri tek tek kapının önüne çıkarmaya başlıyorum. Halılar da gitmeli. Her şey ne kadar da bakımsız. Camları açıyorum. Buz gibi hava içeri giriyor. Kadın dönüp deliymişim gibi bana bakıyor. Rusça bir şeyler söylüyor. Büyük olasılıkla "Camı kapayın, hasta olursunuz" diyordur. Ben de ona Türkçe "Amaaaan sen de artık şu düğmeyi hallet de işe başlayalım" diyorum.
Tahmin ettiğimden daha becerikli ve çalışkan çıkıyor temizlikçi. Fırçayla öne tüm örümcek ağlarını temizliyor. El kol hareketleriyle evde kalan eski püskü eşyaları nereye taşımam gerektiğini gösteriyor. Ben hamal olarak çalışıyorum bütün gün. O ise süpürüyor, siliyor, ovuyor, bir dakika durmuyor. Türk temizlikçilerine benzemiyor. Ne yiyor içiyor, ne de sohbet ediyor. Fakat ne yaparsa yapsın, evi ışıl ışıl yapsa da, evin karanlık hissi değişmiyor. Hava kararırken, gömleğini ve bol pantolonunu çıkarıp, elini yüzünü güzelce temizleyip, şık bir pantolon ve kazak giyiyor. Dudağına pembe bir ruj sürüp, üzerleri kahverengi lekelerle kaplı elleriyle saçlarını kabartıyor. Zarif bir şekilde bana başıyla selam verip, şöyle bir gözlerini gezdiriyor evin içinde. Yaptığı işten mutlu. Gülümsüyorum, iki elimi birleştirip, Budist rahipler gibi eğiliyorum önünde teşekkür etmek için. Kıkırdıyor ve minik, sert adımlarla çıkıyor evden. Kapanan sokak kapısına sırtımı dayayıp, filmlerdeki gibi gülümseyerek eve bakıp, kocamla yaşayacağımız güzel günlerin hayalini kurmak isterdim. Sırtımı yaslıyorum kapıya, yorgunum, hayal filan kurmak istemiyorum. Sadece aydınlık, neşeli, taze bir eve tek başıma yerleşmek ve yaşamak istiyorum.
Hikaye
Hayatında ilk kez uçağı kaçırdı. Ve bunu, bir işaret olarak yorumladı; büyük olasılıkla uçak düşecekti ve o sonradan nasıl da uçağı kaçırdığının hikayesini haber programlarına anlatacaktı. Acaba uçağı kaçıran bir tek ben miyim diye şöyle bir etrafına bakınırken, başka bir kadının da onunla aynı durumda olduğunu fark etti. Kadın hızlı adımlarla görevlilere doğru yürürken, Ceylan kaderine gülümseyerek havaalanından çıktı. Çıkar çıkmaz kocasını aradı. Telefonu kapalıydı. 'İlginç' diye düşünerek, patronunu aradı. "Selim bey merhaba, ben uçağı kaçırdım da. Ofise mi döneyim yoksa eve geçebilir miyim diye size sormak istedim." der demez Selim bey "Ne ofisi ne evi, senin Amsterdam uçağında olman gerekmiyor mu?" diye hırladı. Uçağı kaçırdığını söylediği anda "O zaman hemen bir sonraki uçağa bin, toplantı zaten yarın sabah. Niye bunu düşünemiyorsun Ceylan? Sanki yeni başladın işe" deyip kapattı telefonu. Ceylan uçağın düşme ihtimalinden Selim bey hıyarına bahsedemediği için huysuz, uçağa binmek zorunda kaldığı için gergin ve bir başka hıyar olan işsiz kocası telefonu açmadığı için tıpış tıpış havaalanına geri döndü. Beş saat sonraki uçağa bilet alıp beklemeye başladı, gelen geçenleri izleyerek. Aynı uçağı kaçırdığını tahmin ettiği diğer kadın da biraz ileride oturmuş Starbucks kahvesi eşliğinde, Saka Kuşu adlı, Ceylan'ın da çok sevdiği romanı okuyordu. 'Ne kadar da mutlu ve keyifli gözüküyor, kesin evli değil ve Selim bey gibi bir patronu da yok" diye düşündü. Havaalanının içindeki kitapçıya gidip biraz oyalandı, kendine Sally Rooney'nin son romanını aldı. Keyfi biraz yerine gelmişti. Belki uçak düşmez, belki Ted Lasso'daki kulüp patronu kadın gibi hayatının aşkıyla Hollanda'da karşılaşırdı. 'Evliyim yaw ben, kafalara gel' diyerek kendi kendine gülümsedi. Biraz kitap, biraz sandviç ve kahve, biraz parfüm koklama, uçakta içmek üzere son bir Starbucks Americanosu derken, uçağa binmek üzere kuyruğa girdi. Diğer kadın da kuyruktaydı, etraftaki erkeklere alıcı gözle bakar bir hale vardı. 'Kesin bekar ve belasını arıyor' diye düşündü Ceylan kendi kendine. Bekar olmayı o kadar isterdi ki şu an. Tek başına, horlama sesi olmadan geniş bir yatakta uyumayı, sadece kendi çamaşırlarını yıkamayı, her akşam hafif yemekler yemeyi... Evli olmayanlar da biriyle uyumayı hayal ediyorlardı herhalde. Ceylan bunları düşünürken, çok yakışıklı bir adam diğer kadının çantasından düşürdüğü paketi ona uzatıyordu ve aralarında bir sohbet başlamıştı. 'İşe bak, belki de kadın diğer uçağı kaçırmasaydı bu adamla karşılaşmayacaktı. Gerçi ne olacağını belli olmaz ama.. Ben uçak düşmesin diye dua etsem daha iyi olacak' diye kendi kendine saçmalarken, biri tam yanına gelip koluna dokundu hafifçe ve "Hola" dedi. Dondu Ceylan, gözlerini ayırmadan karşısındaki adama bakıyordu. "Javi" ismi zorlukla çıktı ağzından, "Yes" dedi kocaman gülümseyerek, sonra da sımsıkı sarıldı Ceylan'a. Ceylan gece 23:00 Amsterdam uçağını da kaçırdı. Bir günde iki uçağı kaçırarak, havaalanı istatistiklerine girmeyi garantiledi ve yıllardır arayıp bulamadığı, özlediği, çoğu zaman unuttuğu ama hep aklının bir kenarında duran Javi ile havaalanından elele bir kez daha çıktı. Bu sefer gülümsüyordu.
Kutular
Londra'da en çok özlediği şey, İstanbul'da oturduğu evin salon camının önündeki portakal ağacının kokusuydu. Burada her yer lağım kokuyordu. 37 yaşında ani bir kararla taşınmıştı Londra'ya ve şimdi 38 yaşına girmesine birkaç gün kala saçma sapan şeyler hatırlıyordu geçmişinden. Mesela 9 yaşında okulda unutulduğu günü, 17 yaşında ilk defa bir otel odasında tek başına geçirdiği geceyi, anneannesinin evindeki Afgan kilimini, yüzü hep asık anneannesinin yaptığı mantının sosunun acı tadını, okuldan eve gelir gelmez, mutfakta tek başına oturup yediği çikolataların tadını. Bayramlarda annesinin her şey muhteşemmiş gibi göstermek için aldığı ve sadece birkaç kere giydikten sonra ayağına küçülen ayakkabılar ile saçma sapan renklerdeki çoraplar. Nedense annesinin aklına güzel bir elbise almak gelmezdi, illa ayakkabı ve çorap. Önce trene sonra otobüse binerek gidilen İstanbul'dan çok uzaktaki babaanne evi. Babaanne var ama baba hiç yok. Babaannenin her tarafı sarı şehrindeki taş evinin pencelerinde uçuşan pencereler, dar sokaklarda genç halayla elele çarşıya yürüdükleri, dondurma yerken, gözleri masmavi gökyüzündeki uçurtmalara takılırdı. Sonra halayla akşam yemeği için taş eve dönerlerdi. Annesi gitmiş olurdu çoktan, bir güle güle demeden. Şimdi tek başına, dondurma yok, ıssız ara sokaklar da... Gri bir gökyüzünün altında, yalnız, mutsuz ve neredeyse 38 yaşında.
28 Ağustos 2025 Perşembe
Yaz 2025
Yaz okul ve yemek yapma telaşı olmadığı için sakin geçti aslında. Yemekleri annem yaptı. Ancak bu sene annemin de en az benim kadar kötü yemek yaptığını fark ettim. Çünkü o da sevmiyor yemek yapmayı, bir zulüm olarak görüyor. Kısaca tatsız tuzsuz yemekler yedik tğm yaz. Ev her zaman olduğu gibi üç kadın, iki çocuk tüm yazı beraber geçirdiği için hep dağınıktı. Yine insanların düzenli evlerine imrenerek ve kendi evime dönüşte neler neler yapacağımı hayal ederek geçti. Tatilin en keyifli zamanı; sabah herkesten erken kalkıp, kahve yapıp iki saat kitap okuduğum anlardı. Filtre kahve makinesi acayip gürültülü çalışsa da ve kahveyi filtreden geçirmesi çok uzun zaman alsa da ve kahvenin tadı kötü olsa da, elimde kahvem ve kitabım, tek başıma çılgınca roman okumak benim için cennette nefes almak gibiydi. Hava, site ve arkadaş çevrelerinde pek çok kere tartışılsa da, bence diğer yazlara göre gereğinden fazla sıcaktı. Gelecek yaz olabilecek tartışmalar için buraya özellikle yazıyorum; 2025 yazı çok sıcaktı. Sıcak günlerde, kliması olan komşular kendilerini evlerine kapayıp tüm gün Netflix izlerken, bizler kahramanca verandada oturup, öğleden sonra havuza girdik ve ısrarla "Biz klima sevmiyoruz, çarpıyor." filan dedik. Bizim dışımızda herkes başka ülkelere, başka şehirlere tatile gitti, onlara da "Biz yazın burayı çok seviyoruz, çok güzel" dedik ve her hafta değişik birileri olsa da, geride bizimle kalan gürültücü komşulara kendi kendimize sövüp saydık, kendimiz dışında herkesten nefret ettik. Hatta bazen birbirimize itiraf etmesek de üç kadın, kendimizden de nefret ettik. Abuk sabuk şeyler yüzünden kavga ettik, çocuklar da nasibini aldı bağrış çağrışlardan. Her tarafımızdan ter akarak ayıkladığımız ve 78 yaşındaki annemizin tatsız tuzsuz da olsa pişirdiği taze fasulyeye burun kıvıran çocuklarıma "Siz pişirin bundan sonra o zaman yemekleri" diyerek kükredim, tısladım, benden nefret etmeleri ve büyüdüklerinde "Annem yazları nasıl da burnumuzdan getirirdi. Şimdi tüm sebzeleri severek yiyoruz" demeleri için onlara sebep verdim. Tam onlara bağırırken, gözüm tüm gün havuz kenarında yatan, kitap okuyan ve benimkilerle aynı yaşta çocuklara sahip olan, sarışın, güzel, her erkeğin hayalini kurduğu N.'ye takıldı. 'Bu kadın ne ara yemek yapıyor, çamaşır yıkıyor, bulaşık makinesi boşaltıyor.' diye Sokrates'i kıskandıracak düşüncelere daldım. Hemen her gün yüzdüm, Lokum da bol bol yüzdü ve ilk reglisini oldu, Tombi bol bol basket oynadı ve yüzdü. İkisine de "Kitap okuyun ya nolur" diye her gün yalvardım. Lokum en azından bir kitap bitirdi, Tombi okuyormuş gibi yaptı ama en azından elinde bir kitap vardı. Pek yaşıtları yoktu bu sene ama yine de iyi vakit geçirdik. Lokum resim yaptı, çizdi, boyadı, kesti. Tombi bazen ona katıldı ama genelde teyzesiyle sohbet edip, zıp zıp dolandı. Aaaa en hoşuma giden şeylerden birini unuttum; üçümüz hemen her gün bisiklete bindik çünkü bisiklet yolu yapmışlar! Bazı günler 4, bazı günler 8 kilometre bisikletle dolaştık. Çocukken de çok severdim bisiklete binmeyi, hatırladım beni ne kadar mutlu ettiğini. Çocuklar bir de tenis dersi aldılar bir abiden, çok uygundu ders ücreti. Ben de çok istedim ama para kazanmayan birinin nesine tenis dersi, di mi ama? Hatta dün Tombi'ye, "Bu hayattan tenis oynamayı ve İspanyolca konuşmayı öğrenmeden gidersem çok üzüleceğim" dedim. Çocuk aklı "Eee oyna anne" dedi. Doğru diyor da, tenis pahalı spor. Belki başka bir hayatta!
Şimdi yazarken fark ediyorum, bayağı şey yapmışız aslında ve çok şükür sağlıklı geçen bir yazdı. Bazen hep aynı yerde olmaktan, hep annemle ve ablamla olmaktan, Garmin'in geliş gidişlerinden sıkılsam da iyi bir yazdı. İnsan zaten elindeki şeyleri kaybedince kıymetini biliyor. Mesela şimdi çöl ülkesindeyim, çocuklar okulda, Garmin nihayet işe gitti, hava kafamı camdan çıkartamayacağım kadar sıcak...Öyle isterdim ki şu an annem ve ablamla didişmeyi ve çocuklara "Haydi çıkın havuzdan, yemek yiyeceksiniz" demeyi ve çocuk havuzunda bağıra çağıra oynayan küçük kıza ve babasına sinir olmayı. Hayat.....
3 Mart 2025 Pazartesi
Yoksa bu 3. hafta mı?
İlk olarak sırtıma, pıt pıt dokunup kendimi tebrik ediyorum. Her Pazartesi yazma kararımı uyguluyorum, çok şükür! Yeşim Cimcöz'ün her hafta mail kutuma gelen, "Haftalık Atıştırmalar"ını okumak da beni motive ediyor. 'O yazmış, ben de yazayım' diyorum ve öyle de güzel yazıyor ki. Onun yazdıklarında; benim yazdıklarımın aksine bir konu bütünlüğü, faydalı video linkleri var. Belki ben de bir gün o seviyeye ulaşırım. Ama yazmaya ya da herhangi bir şeyi düzenli yapmaya devam etmek istiyorsak napıyoruz? Kendimizi kimseyle karşılaştırmıyoruz ve yapmak istediğimiz şeyi yapmaya devam ediyoruz!
Geçen hafta olmadı bence; iyi pişmedi, yeterince kabarmadı, lezzetsizdi, bir şey eksikti ya da gezegenler de, belki ay da bir gariplik vardı. Pazartesi gününe, yılda sadece bir iki kere yağmur yağan ama yağdı mı sağlam yağan ve hayatı felç eden bir yağmur ihitmaliyle yani kara bulutlarla başladık. Mesela atıyorum Ankara'da kara bulut görsen, dersin ki 'yağmur yağacak', yanına şemsiyeni alırsın vb. Burada kara bulut gördün mü tedirgin bir bekleyiş başlıyor çünkü bir saat sonra güneş de çıkabilir ya da birden çılgınca yağmur da yağabilir. Tüm yıl sıcak olan ve yağışsız bir iklimde yaşayınca insan yağmurdan korkar oluyor. Çocukların okulunda -tabiki açık havada- organizasyon olmasa çok da takmazdım ama Pazartesi ve Salı günleri bulutlar, aaa biraz yağdı, rüzgar mı şiddetlendi, ya çok yağarsa stresiyle geçti. Organizasyon günü bulutsuz ama serindi hava. Organizasyon da iyi geçti ama tüm gün ayakta, müzikler, yemekler, binlerce çocuğa yemek servisi derken yorucu geçti. Çocuklarla okul bitiminde eve geldik, hayalim dışarıdan yemek siparişi vermek, ayaklarımı uzatıp yatmak, çocuklar yatınca da dondurma kaşıklamaktı bir dizi karşısında, tercihen "Bad Sisters". Fakat Tombi boğazım ağrıyor dedi, Lokum dışarıdan yemek istemedi. Ben bir şeyler pişirmek için debelenmeye başladım, Tombi'nin boğazına sprey sıktım, bir baktım çamaşır sepeti dolu, haydi hop çamaşır, her taraf kedi tüyü, yemek pişerken bir de evi süpüreyim derken, yemek yiyebildik ve çocukları erkenden yatırdım. Dondurma yemek yerine akşamı "Nolur Tombi iyileşsin" diyerek geçirdim. Sabah okul için kalktığımızda Tombi kusmaya başlado. Garmin onu hastaneye, ben Lokum'u okula götürdüm. Bir gece iki gün hastane ardından Cumartesi rutine döndük. Tombi çok şükür toparladı.
Bu kaotik günlere Alexander McCull Smith kitapları eşlik etmeye devam etti. "The Right Attitude of Rain" den sonra "The Novel Habits of Happiness"a başladım ve bitirdim. 13 kitaptan oluşan Isabel Dalhousie serisini, sırayla okumayı çok isterdim ama kitaplar ingilizce olduğu için pahalı ve hepsi de kolay bulunmuyor. Burada ikinci el kitap satan bir dükkan var, oradan bulursam alıyorum Alexander McCull Smith romanlarını ve sıraya filan bakmadan okuyorum. Bu arada çok kitap yazmış Alexander bey, insan kıskanıyor. Dün de Nick Hornby'nin "High Fidelity" adlı romanına başladım. Anlatıcı 35 yaşında bir erkek olduğu için pek hoşuma gitmedi. Galiba erkeklerin bakış açısı hoşuma gitmiyor ya da bu kitaptaki adamın bakış açısı, emin olamıyorum. Aslında Nick Hornby romanlarını seviyorum, mesela "Juliet Naked", "State of the Union", "Just Like You" gayet tatlı romanlar. Bazı romanları filme ve diziye de uyarlanmış ama "High Fidelity" olmamış sanki, belki ilk romanı olduğu için. Bıraksam mı bitirsem mi diye düşünüyorum ama sanırım bitireceğim.
Yazdım ama bakın toparlayamıyorum, kopukluklar var, olmadı sanki ama devam. Bu hafta sağlıklı, sakin, huzurlu, neşeli geçsin inşallah. Aklıma yapacak yemek gelsin ve yaptığım yemekler lezzetli olsun. Çamaşırlar birikmesin, kimse cebinde kağıt mendil unutmasın. Geceyarısına kadar dizi izleyip uykusuz kalmayayım. Otopark girişine, yaya kaldırımına arabasını park edip, markete giren insan görünümlü yaratıklar Allah'a yakın insanlara uzak olsun. Pratik, becerikli bir insan olayım bu hafta, Alexander McCull Smith gibi seri seri roman yazma perileri omzuma konsun, hatta sırtıma çıkıp bana zorla yazdırsın. Herkes ama herkes için ya da şöylesi daha iyi; iyi niyetli, yumuşacık kalpli, hayalperest insanlar için her gün güzel olsun.
24 Şubat 2025 Pazartesi
Devam
Sabahtan beri, oturup yazacağım, hiç de canım istemiyor. Motivasyonum yok. Kendi kendime "Eylem motivasyondan önce gelir" diye tekrarlayıp durdum bütün gün, belki de işe yaradı.
Geçen hafta, neler yaptım diye düşünüyorum. Hatırladıklarım şöyle; 'Divorce' adlı diziyi bitirdim. Bence boşanmayı, aşk, çocuk, arkadaş ile ilişkileri çok güzel ve gerçekçi bir şekilde anlatmış. Dizinin, bana göre, en sinir bozucu tarafı, Sarah Jessica Parker'ın başrollerden biri olması. Sanki sadece ismini değiştirip "Sex and the City"den "Divorce"a geçivermiş. Bir de giysileri eskisi gibi değil ama dizideki elli yaşına merdiven dayamış, iki ergen çocuklu bir kadının giyebileceği şeyleri de giymiyor. Aynı sinir bozucu mimikler, aynı seke seke yürüyüş, saçlarını atma şekli, ellerini kullanışı hepsi Carrie ile aynı. Giysileri evet Carrie'ninki gibi çılgın değil ama bana sorarsanız, dizideki karakterin hayatı o giysilerle eşleşmiyor. Boşanma arifesinde, iki çocuklu, çalışan, işe gitmek için epey bir yol kateden bir kadın öyle giyinemez! Ve insan hiç yaşlanmaz mı???? Diziyi izlerken birkaç kere Sarah Jessica Parker'ın yaşına baktım, cevap her defasında aynıydı: 60!!!! Ama ben inanmak istemedim. Cildi, vücudu, saçları o kadar süper gözüküyor ki, insan inanamıyor. Yaş almaya karşı girişilen savaş, gerçekten zorlu birksavaş; spor yapacaksın, ağırlık kaldıracaksın, mobilite ve esnemeyi de pas geçmeyeceksin, düzenli cilt bakımı yapman ve yaptırman gerek, saçların dökülmeyecek, cildin kırışmayacak, donuklaşmayacak, sarkmayacaksın, daha neler neler. Maddi ve manevi zor bir süreç. Ve maalesef zenginlerin girişebileceği bir savaş bu. Evet evde spor yapılabilir, beslenmeye dikkat edilebilir, kremler, serumlar, maskeler kullanılabilir ama Sarah Jessica Parker'ı görünce, parası olanların başka bir şeyler yaptığını düşünüyor insan. Sinir bozucu, en azından benim için! Dizi güzel ama izleyin. Sonra "White Lotus"un ilk bölümünü izledim, sanki pek sarmadı ama belki açılır sonradan. Ardından da "Bad Sisters" başladım. Bayağı güzel, bir kere dizideki kadın, erkek tüm oyuncular gayet gerçekçi, ne bileyim en basitinden alınlarında kırışıklıklar var, fit değiller. Mesela üç çocuklu bir anne karakteri var; evi o kadar kaotik bir haldeki, 'işte dedim bizim ev', iyi geldi. Bir de, bir arkadaşımın önerisiyle "Schitt's Creek" bir diziye şöyle bir baktım, bayağı çılgın ve güzel bir dizi. Arabada çocukları beklerken izlerim. Bunları yazarken, 'Amma çok şey izlemişim' diye düşünüyorum ve dehşete kapılıyorum. Belki Sarah Jessica Parker dizi izleyeceğine spor yapıp, sağlıklı yemekler pişirdiği için böyle gözüküyordur ama şahsen ben, kanepede bir saat uzanıp bir şey izleyince dinleniyorum ya da arabada bir saat çocuklardan birinin aktivitesinden çıkmasını beklerken "White Lotus" izleyince vakit daha çabuk geçiyor.Geçen hafta diziler dışında kitap da okudum. Muhteşem "Gizli Tarih"ten sonra -bence Donna Tart daha çok roman yazmalı çünkü üç romanından sadece bir tane kaldı okumadığım- Matt Haig'in "Zamanı Durdurmanın Yolları" adlı romanına başladım, bayağı da bir okudum ama "Gizli Tarih" gibi muhteşem bir romandan sonra olmadı, uymadı. Ben de sevgili Alexander McCull Smith'in "The Right Attitude to Rain" adlı romanına başladım ve bitirdim. Alexander McCull Smith'in romanlarını, tek kelimeyle anlatacak olsam, 'tatlı' derim. Karakterler iyi kalpli, düşünceli, nazik. Basit hayatların, minik sorunların, sıradan olayların anlatıldığı, gerçekten insana iyi gelen romanlar. Ben çok seviyorum ve her okuyuşumda, Edinburgh'ta yaşamak istiyorum. Belki bir gün!
Bazı haftalar ev işlerinde, iyi bir ritm yakalıyorum. Mesela yemek planlamam mantıklı oluyor, çamaşır yıkama, katlama, evi süpürme, toplama gibi işler bir bakıyorum son derece iyi bir rutinde ve kendime gün içinde dinlenecek zaman ayırabiliyorum. Bu, itiraf etmem gerekirse, nadir oluyor. Geçen hafta, bu anlamda iyi bir hafta değildi. Salı sabahı, bir arkadaşımla buluştum, eve 10 gibi döndüm, koşturmak zorunda kaldım ama çok sorun olmadı. Çarşamba sabahı aslında çok da keyif almadığım bir arkadaş grubuyla gereğinden fazla vakit geçirdim ve sonrası yokuş aşağı; evi süpüremedim, pratik olsun diye saçma sapan yemekler yaptım, evi toplayamadım, çamaşırlar birikti. Hafta sonu da hep bir organizasyon vardı. Cumartesi günü Lokum'la sabah 9'da evden çıktık, geri döndüğümüzde saat 5'ti, Pazar da günü de 3 kere evden çıktım ve geldim, aralarda yemek yaptım, evi süpürdüm, eve son girişim akşam 8'di ve tek isteğim derin derin uyumaktı ama olmadı maalesef. Bu hafta da biraz kaotik başladı ve öyle de gidecek gibi gözüküyor. Çocukların okul organizasyonları ve onların koşturmacaları var. Ama ne diyoruz, sağlık olsun ve herkes için güzel bir hafta olsun.
17 Şubat 2025 Pazartesi
Gaza Geldim
Yeşim Cimcöz'ün her hafta mail kutuma gelen "Haftalık Atıştırmalar" adlı mailini görüyor, silmiyor ama okumuyordum da... Bugün mutfak mesaimi kısmen bitirmiş, kahvaltımı etmiş, masada telefonuma bakıp soğuk kahvemi içerken, son gönderdiği yazıyı okudum. Çok hoşuma gitti. Öncekileri de okuyacağım. Yazı gerçekten büyülü bir şey, biri bir şeyler yazıyor ve o hop bir şekilde, yazan insanı tanımasan da ve birbirinden dünyalar kadar farklı hayatlarınız olsa da, kalbine dokunuveriyor. Ve -bunu aslında kendime söylüyorum- yazmak istiyorsan yazacaksın, koşmak istiyorsan koşacaksın, dans etmek istiyorsan dans edeceksin; alkışlara, onaya, ödüllere, gülümsemelere ihtiyaç yok!
Yazma örneğinde ne yazmak istiyorum, iyi yazıyor muyum, ya kimse beğenmezse gibi düşüncelerden de uzak durmak gerek, yeni yeni öğreniyorum. Elizabeth Gİlbert'in "Big Magic" adlı kitabı, yazma konusunda gaza gelmek için çok değerli. Yavaş yavaş, sindire sindire okuyorum diyemeyeceğim; kaça kaça, kitabı görmezden gele gele okuyorum çünkü yazmaktan, kötü yazmaktan korkuyorum. Aslında önemli olan tek şey yazmayı sevmem. Elizabeth abla sayesinde, yavaş da olsa, bunu kabul etmeye ve harekete geçmeye çalışıyorum.
İnsanoğlunun laneti, bence, ne yapacağını bilmek ama harekete geçmemek. Mesela hepimiz fiziksel hareketin, insan bedenine iyi geldiğini biliyoruz ama türlü bahanelerle hareket etmiyoruz. Hermann Hesse "Zamanın mı yok, hevesin mi?" demiş, bir yerlerde okudum. Fakat bu cümle bir tokat gibi patladı yüzümde. Yapmam gerektiği halde yapmadığım her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Ve birkaç günü kendime sürekli sordum; zaman mı heves mi? Cevap çok basit aslında ama insan kendine bile dürüst olmaktan kaçıyor. Bir de şöyle bir gerçek var, bir şeyi gerçekten istiyorsan o zamanı buluyorsun. Mesela; kolay, aslında bizi tüketen şeylere çok kolay zaman bulabiliyoruz. Kanepede yatıp saatlerce dizi izleyebiliyorum bazen, sonra da 'Nasıl yazayım ben? Bütün gün çocukların peşindeyim, bir de üstüne yemek, temizlik, şoförlük...' diyebiliyorum.
Her gün, üç dört satırlık, gün özetleri yazmayı düşünüyorum. Yazsam mükemmel olur, bence. Dönüp okur, gülerim ya da üzülürüm. Ya da bu sabah olduğu gibi, 'Geçen sene yağmur ne zaman yağmıştı?' diye düşünmek zorunda kalmam, açar bakarım deftere. Yağmur burada, yılda iki üç kere yağıyor ve yağdı mı da, kar tatili hesabı, okullar tatil oluyor. Sanki bu ara yağacak gibi hissediyorum. Tarihi bilsem ne olur, bence iyi olur. Umarım kısa zamanda, mini günlükler yazmaya başlarım ve buraya da her Pazartesi yazmaya devam ederim.
13 Ocak 2025 Pazartesi
Hayat
O kadar isterdim ki, bir işi düzenli yapabilmeyi. Gerçi kendime haksızlık etmeyeyim; bazı işleri, istemesem de düzenli olarak yapıyorum. Her gün 2-3 kere bulaşık makinesini doldurup boşaltıyorum, kirli temiz çamaşırlar vb ile ilgilenip, her sabah çocukları okula bırakıp evi süpürüyorum ve tabi yemek yapıyorum hemen her gün, pek kimse beğenmese de! Kendi istediğim ya da istediğimi sandığım şeyler konusunda ise hiç bir istikrar gösteremiyorum. Mesela her gün blog yazıp, spor yapayım dediğimde ertesi gün sanki bu kararları almamış gibi evi süpürmeye ve hiç bitmeyen ev işlerinde kaybolmaya devam ediyorum. Ve gerçekten yıllar yıllar yıllar geçip gidiyor. Kendi kendime yaşımı hatırladığımda, çocuklara baktığımda bazen dehşete kapılıyorum. Nereye uçtu gitti bu yıllar? Şimdi bunları yazarken, "Aman kapat gitsin bilgisayarı, ne diye yazıyorsun, kim okuyor, blog mu kaldı, herkes substackde çatır çatır yazıyor, sen yazsan ne olur yazmasan ne olur????" diyen güçlü bir ses var. Söylediklerine de hemen ikna oluyorum, açıkçası. Çok acayip, insan denen varlık gerçekten. Şu sıralar Serkan Karaismailoğlu ve Ali Karaismailoğlu'nun "Kalk Bi Dopamin Demle" adlı kitabını okuyorum, müthiş bir kitap. İnsan beynini ve insanın motivasyon mekanizmalarını, işleyişini anlatıyor. Sonra atomik alışkanlıklarla ilgili podcastler dinliyorum ve kafamda evden yapabileceğim şeyleri işleri planlıyorum; mesela minik adımlar atsam diyorum, her gün 2 satır yazsam, ya da okuduğum, sevdiğim kitaplarla ilgili videolar hazırlasam. Sonra masadaki tabaklar ve boş soda kutuları gözüme takılıyor. Onları toparlayıp, kuruyan çamaşırları topluyorum. Oğluma "Ödevin bitti mi?" diye seslenirken, kızıma "Hemen dişlerini fırçala" deyip, yüzümü temizlemek, en azından sıradan bir Koreli ev kadını gibi parlak bir cildimin olması için banyoya koşuyorum. Çocuklar yattıktan sonra, saçma sapan bir dizi izlerken de yine o ses "Çok yoruldun, bırak şimdi yazmayı, çizmeyi, bak bu yabancı dizi çok ilginç" diyor, kırışık önleyici serumumu sürmediğimi fark edip üzülüyorum. Ve bu satırları yazmak için masanın bir köşesine sıkışmışken, "Acaba şöyle kocaman bir yazı masan ve düzenli bir evin olsa her şey daha mı kolay olurdu" diyor o sinir bozucu ses. Sonra da "Çok bile yazdın, kapat hadi bilgisayarı" diye ekliyor, ben de dinliyorum.








