24 Şubat 2011 Perşembe

Downton Abbey'den Selamlar

1960'ların New York'u, 2000'lerin Seattle'ı derken, nihayet ait olduğum yeri, "Downton Abbey" sayesinde buldum. Şu sıralar 1900'lerin İngilteresi'nde yaşıyorum. Kocaman bir arazide kurulmuş, kocaman bir malikanenin içerisinde hem toprak sahipleriyle hem evin emektar hizmetkarlarıyla birlikte yaşıyorum.


Kim bu evde yaşamak istemez ki?

"Downton Abbey" bana ilginç bir şekilde "Grey's Anatomy"i ve "Madmen"i tek kalemde unutturdu. Sanırım bunun sebebi, karakterlerin bolluğu ve harika bir şekilde anlatılıyor olmaları. Sonuçta ne İngilizim, ne o dönemdeki miras hukukunu tüm ayrıntılarıyla öğrenmek istiyorum ama karakterler itibariyle dizi beni fena halde içine aldı. Ve kendimi, evin kızlarından biri olarak hayal etmekten alamıyorum. Sybil adlı en küçük kız olarak yeniden dünyaya gelmeyi 2-3 gündür ciddi ciddi düşünür oldum. Çünkü kendileri o kurallı hayatın en hareketli karakterlerinden biri diyebilirim. Kadınlara oy hakkı verilmesine yönelik gösterilere en azından izleyici olarak katılıyor ve hizmetçi bir kızın hayatını değiştiremeyeceğine, bunun anlamsız ve imkansız olduğu fikrine karşı çıkarak çabalıyor. Kılığından kıyafetine her şeyde değişimin, yeninin peşinde koşuyor. Gerçi en büyük ablası da kendisine talip olanlar nedeniyle enteresan bir karakter ama ben yine de Sybil olmayı, doğrusu çok isterdim. Ortanca kız Edith ise çoğu kişinin olmak istemeyeceği bir karakter ama onun da o hale gelmesinin sebepleri var.

Bu arada dizinin, benim için başka bir ilginç yönü de, bir bölümlüğüne de olsa ortaya çıkan Türk ateşe Kemal Pamuk. Ben şahsen, Downton Abbey'e Kemal Pamuk adlı birinin gelip, kalacağı duyunca evin kızları ve ahalisi kadar şaşırdım ve sevindim. Enteresan bir karakterdi Mr. Pamuk. Geldi geçti diziden ama izleri hala etkisini sürdürüyor.

Neticede "Downton Abbey" bence izlemesi çok keyifli ve insan ilişkileriyle ve tabi bir dönemim tarihiyle ilgili çok şey öğreten bir dizi. Ben çoktan yerleştim Downton Abbey'e, sizleri de beklerim!

23 Şubat 2011 Çarşamba

Hayata Dönüş Operasyonu

En kaliteli spermlerin, tam isabetle yumurtalarıma yollanmış olmasına karşın hamile kalamamış olmanın acısını çabuk atlattım. Neticede daha önceki aylarda da, aşılamama yapılmamasına karşın yoğun bir hamile kalmaya çalışma kampındaydım ve her defasında tam gününde regl oldum. Yani birkaç gün için bile olsa umut etme şansına da sahip olamadım. Uzun hikayenin kısası; alıştığım bir bunalım süreciydi, aşılama sonrası yaşadığım hayal kırıklığı. Gerçi bu sefer, evrene doğru bir mesaj vermek için sigarayı, kahveyi filan da bırakmıştım yani daha umutluydum. Ama anlaşılan evren de beni anlamıyor ve ben de bu nedenle evrene mesaj vermeyi filan bir kenara bırakarak, tüm zararlı alışkanlıklarıma geri döndüm. 5-10 güne kadar gerçekleşecek aşılama operasyonuna kadar, evreni takmıyorum, neticede o da beni takmıyor!

Bu ay mini mini yumurtalıklarımı büyütmek için iğne oluyorum; her güne bir iğne ve aynı saatlerde yapılması gerekiyor. Göbekten yapıldığı için biraz can yakıyor, özellikle de kadın hemşireler yaptığında. İlginç bir şekilde erkek hemşirelerin eli daha hafif ve daha empatik bir tavır sergiliyorlar. Kadın hemşireler "Bu iğneyi siz de yapabilirsiniz. Hayır siz yapamıyorsanız, eşiniz de yapabilir!" diye azarlarcasına konuşurken, erkek hemşireler hiçbir soru sormadan, iğneyi yapıp, geçmiş olsun diyorlar. Hayır anlamadığım, iğne yapma ücretini ödememe rağmen, benim kendi kendime iğne yapamamamı sorgulamaları. Ve beş gün daha her sabah, "Allah'ım ne olursun, iğneyi erkek hemşire yapsın," diye dua ederek hastaneye gideceğim. Umarım yumurtalıklardan biri gerekli kıvama gelir ve bir bebek yaratma fikrini ve sürecini kabul eder.



Rengarenk ve tatlı mı tatlı, hayat da böyle olmalı!
 
Bebek sahibi olmaya çalışıp da olamama süreci sıkıntılı bir süreç. Bir kere, bu durumu, en yakınınızdakiler bile anlamıyor, anlıyormuş gibi davranıyorlar ama anlamıyorlar. Birilerine gidip dert yanamıyorsunuz çünkü o zaman daha da bunalımlı bir sürece giriyorsunuz, konuştukça konuşuyorsunuz ve pelteye dönüyorsunuz. Eşiniz, bir yere kadar anlayışlı davranmaya çalışıyor ama bir süre sonra ona da gelenler geliyor çünkü işten izin alıp, bir hastanenin derinliklerinde sperm üretmeye çalışmak da pek eğlenceli değil. Ve eş, bir türlü anlayamıyor nasıl olup da normal yollarla çocuk sahibi olamadığımızı. Bir de bu, bir açıdan gizlenmesi gereken bir durum. Yani "Eeee kaç yıldır evlisiniz, hala çocuk düşünmüyor musunuz?" diyenlere de stratejik cevaplar vermek lazım. "Yok biz çocuk sahibi olmak istemiyoruz," diyemiyorsunuz çünkü evrene yanlış mesaj verme ihtimaliniz var, ne olur ne olmaz. Yok "İstiyoruz, planlıyoruz," derseniz, bu sefer aylık takip başlıyor; "Eee hamile misin?" Ve her seferinde aynı cevap "Hayır". Bir de herkesin bir fikri var bu konuyla ilgili olarak; bilinçaltımdan girip, üst benliğimden çıkıyorlar ve sonuçta benim çocuk sahibi olmaya uygun olmadığıma karar veriyorlar. Yani sıkıntılı ve yalnız bir süreç bu. Ve insan kendi yaşadıklarını yaşayan birini duymak, dinlemek ve onun sayesinde umutlanmak istiyor. Ancak bu noktada, internetteki kadınsal forumlardan başka empati kurabileceğiniz kimse yok ve onlar da maalesef çok umutsuzlar. Şöyle şeyler yazıyorlar "Biz bu ay beşinci kez aşılama deneyeceğiz, hayırlısı bakalım," ya da "Ben dokuzuncu tüp bebek denemesinde hamile kalabildim," ya da "Cinsel birleşmeden önce, kaynatılmış, içine maydanoz doğranmış kaynar sütün buharının üstüne oturun ve bunu üst üste üç gün deneyin, inanılmaz ama ben bunu yaptıktan sonra hamile kaldım!" gibi. Bence, hepsi sinir bozucu ve umut vermiyor.

Allah'tan aylar önce gördüğüm fakat korkup almadığım "Sen Dünyaya Gelmeden" adlı bir romanı okumaya başladım. Tahmin edilebileceği gibi çocuk sahibi olamayan bir kadınla ilgili. Hayatımdaki herşey normal olsaydı ve kendi imkanlarımızla hamile kalabilseydim, hayatta okumazdım bu ödüllü romanı çünkü birinci tekil anlatıcı ağzından ilerliyor roman ve epey bir karanlık ama o kadının yaşadıklarını okumak yine de, bir şekilde, iyi geliyor. Biliyorum ki, biri daha var bunları yaşamış olan, kurgu ya da gerçek fark etmez. Gemma'nın sıkıntıları tanıdık geliyor. Her neyse, iğnelerim çantamda, Cumartesi doktor randevum var ve bakalım bu ay bize ne getirecek? Umarım bir bebek getirir!

16 Şubat 2011 Çarşamba

Beklemek

14 gün beklemem gerekiyordu, ben de bekliyordum ve hatta bugün "Beklemek" ve beklemenin ne kadar yorucu, yıpratıcı ve aynı zamanda da heyacan verici birşey olduğu üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum. Yazıya gerek kalmadı çünkü bu sabah itibariyle yani 13. günde (13 sayısı artık kesin olarak uğursuz benim için!) maalesef regl oldum; aşılama da işe yaramadı kısaca. Gerçi doktor, fazla umutlanmamam gerektiğini söylemişti ama insan ister istemez umutlanıyor. Hayır zaten umutlansam dert, umutlanmasam dert. Umutlanmasam, bu sefer bebek sahibi olmayı istemiyor ve olumsuz enerji veriyor oluyorum. Umutlansam, daha ortada fol yok yumurta yok aman abartma durumu oluyor ve sonuçta hiçbir şey olmuyor.

Evet, gerçekten moralimi bozmamam, bu olayı kafama takmamam gerekiyor ama olmuyor gerçekten, insan zihnine söz geçiremiyor. Bu sabah sevgili temizlikçi ablamız gelmiyor olsaydı ve diyetisyen marifetiyle rejim yapıyor olmasaydım ne yapardım biliyor musunuz? Elimde koca bir kavanoz nutella ile kanepeye, bir battaniyenin altına sığınır ve bütün gün film izlerdim. Elime ne geçerdi bunları yapsaydım bilmiyorum, pek birşey geçmezdi ama insan şöyle en azından bir günlük bir bunalıma girmek istiyor işte.


Ben ise ne yaptım? Temizlikçi ablamız gelene kadar filtre kahve eşliğinde bir sigara içtim. O geldikten sonra evden çıktım ve bir kafeye gittim ve birşeyler içip kitap okudum. Sonra baktım karın ağrısı ve kafe sandalyesi pek iyi bir çift oluşturmuyor, kalktım anneme gittim. Annem benden daha derin dramlara yelken açtı, regl olduğumu öğrenince ve ben de ona çemkirerek biraz rahatladım. Sonrasında da anneme Garmin'in bana sıklıkla tekrarladığı cümleleri tekrarladım; "Anneciğim bak olumlu düşünmelisin, bu ay olmasa başka ay olur, hayırlısıyla olsun da" vs vs vs. Annem tabi pek ikna olmadı ama evden çıkması gerekiyordu Allah'tan.

Şu anda ise annemin evinde bir bardak çay ve televizyondaki insanı korkutan, gündüz programları eşliğinde oturuyorum. Bugün böyle hafif bunalımlı bir gün olsun, yarın reglimle barışıp, yeni umutlara yelken açacağım!

15 Şubat 2011 Salı

Yememe ve İçmeme Üzerine

Son 3-4 gündür kafamda sürekli yeme içmeyle ilgili şeyler dolanıp duruyor. Hem yememeye hem sigara içmemeye çalışınca zihnim iflas etti sanırım. Mesela, oturmuş şahane bir film izlerken "Ahhh şimdi bir kavanoz nutella yemek vardı," diyorum kendi kendime ve mutfağa, Garmin'in sakladığı-nı zannettiği ve benim kolaylıkla bulabileceğim Nutella kavanozuna koşmamak için kendimi zor tutuyorum. Ve kendimi bir bitki çayıyla oyalamaya çalışıyorum. Fakat çoğu bitki çayının tadı o kadar fena ki, yani keyif veren birşey mi içiyorum yoksa ilaç mı ayırt edemiyorum. Ve bu sefer de "Şimdi mis gibi bir latte olsa ve yanında da bir sigara, daha ne isterim," diyebiliyorum kendime.


Bitki çayı da kesmeyince, bu sefer biraz beyaz leblebi yemeye başlıyorum. Fakat badem, fındık, kaju, fıstık varken kim beyaz leblebi yemek ister ki? Ben istemem, kesinlikle! Leblebiden sonra sırayı ciklet alıyor ve tam o esnada Garmin geliyor eve, elinde iki paket sosisli sandviçle, "Hayrola, rejim yapıyorduk hani, salata yiyecektik bu akşam," diyorum. Garmin, "Tamam sen yeme ama benim canım çok istedi," diyor. O, içimin gittiği sosislileri yuvarlarken, ben kendimi bir tavşan gibi hissederek salata yiyorum. Aklım, elimi uzatsam yakalayabileceğim sosislilerde tabi.

Akşam yemeğinden sonraki süreçte Garmin, Sevgililer Günü şerefine aldığı kalp şeklindeki pastayı yememizi teklif ediyor. Artık buna da hayır diyemem, bir çatal yiyeyim diyorum. Pasta o kadar güzel ki, bir an kendimi kaybediyorum, bir çatal oluyor üç beş çatal. Ve sonra hemen bırakıyorum çatalı; yememeliyim içmemeliyim! Sağlıklı olmak gerçekten zormuş. Hem incecik hem sigara içmeyen insanlar artık bana doğaüstü varlıklarmış gibi geliyor. Nasıl oluyor da her daim sağlıklı yaşamayı başarıyorlar? Her gün salata, sebze, ızgara yiyip, su ve bitki çayı içmeye dayanabiliyorlar? Belki de benim damak ve hayat zevkim sağlıksız bir yaşama daha uygun. Kim bilir? Fakat bildiğim birşey var ki o da; eskiden, yani nutella yer, kahve ve sigara içer bir haldeyken sanki daha mutluydum.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Murakami ve Çalışmak

Dün kendimi Murakami'nin bende olmayan romanlarını bulmak için yollara vurdum. Önceki akşam İş Kuleleri'ndeki D&R'dan, "Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında" adlı romanını almıştım ve hedefim "Zemberekkuşunun Güncesi" bitmeden diğer tüm romanlarını ele geçirmekti. Bu arada baştan söyleyeyim, "Zemberekkuşunun Güncesi" genelde tüm kitapçılarda bulunuyor. Problem diğer romanlarda...

Bir poşet çay nasıl bu kadar güzel olabilir?


Caddebostan D&R'dan başladım turuma, bende olmayan bir roman yoktu. Oradan Erenköy'deki D&R'a yürüdüm ve orada da hayal kırıklığına uğradım, sadece "Zemberekkuşunun Güncesi"vardı. Umutlanmaya çalışarak, Şaşkınbakkal'daki Nezih'e gittim ve görevliye, "Sizde Murakami'nin hangi kitapları var?" diye sordum. "Bakmam lazım, ama siz hangisini arıyorsunuz?" dedi görevli ve bende saymaya başladım, "Kafka Sahilde, Zemberekkuşunun Güncesi ve Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında dışındakileri" diye, görevli ifadesiz bir şekilde yüzüme bakıp, "İyi de hepsini okumuşsunuz siz!" dedi, "Yok dedim, başka romanları da var,", bu manasız diyaloğun sonunda Nezih'ten elimde, "Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu," ile mutlu bir şekilde çıktım ama esas hedefim olan "Yaban Koyunun İzinde"yi yine elime geçirememiştim. Sonra adım adım Suadiye D&R'a ulaştım (bu arada Bağdat Caddesi görüldüğü üzere D&R istilası altında) ve orada yüzüm biraz güldü çünkü "İmkansızın Şarkısı" raftan bana gülümsüyordu, her an biri elimden kapacakmış gibi yakalayıverdim kitabı. Sonra Remzi'ye kadar yürüsem mi diye bir düşünce aldı beni, neticede eksiklerim sözkonusuydu ama maddi olarak yürümemem gerekiyordu ve geri dönüş yolculuğuna başladım. Şu an tek eksiğim "Yaban Koyununun İzinde", onu da bulacağım biliyorum!

Ve "Zemberekkuşunun Güncesini" okurken, romanın ilginç kahramanlarından biri olan May Kasahara'nın çalışma yaşamıyla ilgili düşünceleri beni benden aldı, sanki sözkonusu düşünceler bana aitti. May Kasahara, tam olarak benim gibi çalışma yaşamından şikayet etmiyordu ama çalışırken kişinin özgürlük saatlerinin nasıl da elinden alındığını ve düşünmeye hiç gerek kalmadığını söylüyordu. Gerçekten öyle değil mi? Ben çalıştığım dönemde, kendimi fena halde bir robot gibi ya da toplama kampına götürülen biri (abarttığımı biliyorum gibi hissederdim. O kadar anlamsız gelirdi ki yaptığım iş. Ve o zamandan bu zamana hep şunu düşündüm, yaratıcı bir meslek sahibi değilse insan hayatı pek de eğlenceli geçmiyor. Mesela bir muhasebeciyle bir piyanistin yaptıkları işten aldıkları tatmin aynı olabilir mi? Ya da bir doktorla, bir çaycı aynı şekilde mutlu olabilirler mi işe gitmekten? Evet, herkesin bir görevi, rolü vsi var ama insan düşünmeden edemiyor, neden ben müthiş yetenekli bir piyanist ya da ressam olarak doğmadım diye? Ve bu noktada söz yine Murakami'ye geliyor çünkü "Kafka Sahilde" ve bir açıdan "Zemberekkuşunun Güncesi"nde, bana göre, Murakami de "Her şey insanın kendi elinde" diyen kişisel gelişim cümlesinin altını oyuyor. Piyanist olmak ya da olamamak benim elimde değil bence, evet piyano çalmaya yaşım kaç olursa olsun öğrenebilirim ama bir Fazıl Say olamam. Neden mi? Çünkü kaderimde yok, aynı ne yaparsa yapsın saçları dökülen, saçları dökülmeye yazgılı insanlar gibi...

Çalışmaya Çalışmak...

İlk olarak dünkü planım patladı. Kayınvalidemde takıldık kaldık ve Garmin'in ablasının evine, planladığım gibi mikrop filan saçamadım. Zaten kızdım kendime sonra, ne mikrop saçması, ne intikamı diye, kimseyi kafaya takmamak ve hayatı geldiği gibi yaşamak lazım.

Bu arada http://www.beyaztavsan.com/ adlı sitedeki "Motivasyon Kazanmak İçin 10 Teknik" adlı adımlar çok hoşuma gitti ve bana umut verdi; birşeylere başlayabilmek ve bitirebilmek adına. Mesela şu sıralar birşeyler yazmaya çalışıyorum ama bazen fena halde kilitlenip kalıyorum. Dün, bütün gün büyük bir anlamsızlık bulutunun içinde geçti. Doğru düzgün yazamadım, hatta okuyamadım bile ve tüm bunları da sigara içmememe bağladım. Ahhh şu zihin yok mu! Beden unutsa bile o unutmuyor! Alakası olmadığını biliyorum tabi, sanki sigara içerken bir sürü roman yazdım da şimdiki kilitlenmemi sigarasızlığıma bağlıyorum. Bu arada dün bir dergide okuduğuma göre, Orhan Kemal, 55 yıllık ömründe tam 27 roman yazmış. Ayrıca bir sürü şiir kitabı ve başka şeyler de yazmış. 55 yılda 27 roman, inanılır gibi değil ve kesinlikle kıskanılası. Ama kıskanmayla vakit kaybetmemek ve sonucu düşünmemek lazım, mühim olan süreçten keyif almak ve yapmak istediğin şeyi yapmak. Herşeyi engelleyen korkular aslında ve korku da bir çeşit bağımlılık aslında. Korkmamak ve ilk adımı atmak lazım, her zaman. Sıkıcı birşey korkmak ayrıca, korkup öylece bekliyoruz.



Şu sıralar Haruki Murakami, Seattle Grace Hastanesi'ndeki doktorlar ve kestanelerle yaşamıma devam ediyorum. Gündüzleri Murakami'yle, geceleri doktorlarla geçiyorum. Kendimi öyle kaptırmışım ki doktorların hayatına önceki gece, Grey's Anatomy'i izlerken evin içinde "biiiiipppp biiippp" diye bir ses duydum ve televizyona bakmaya devam ederek, ciddi ciddi, "Allah Allah acaba kimin çağrı cihazı çalıyor," diye düşündüm. Fakat bu salaklıktan, Allah'tan, çabuk çıktım ve sesin sahibinin kestaneleri pişirdiğim alet olduğunu anladım. Görünen o ki Don Kişot 21. yüzyılda yaşasaydı kendisiyle pek iyi anlaşırdık.

Ve,  http://www.sanatlariayarlamaenstitusu.blogspot.com/ adlı adreste, "Neden roman okuruz?" sorusunu kurcalayan, güzel bir yazı yayınlanmış, tavsiye ederim."

7 Şubat 2011 Pazartesi

Şeytani Planlar

Garmin'le birlikteliğimiz sırasında sanırım en büyük şoku, ailesiyle tanıştığım zaman yaşadım; öyle kalabalıktılar ki neye uğradığımı şaşırdım. Bizim, Halit Ziya Uşaklıgil'in tabiriyle mini mini ailemizin yanında, Garmin ailesi ben de buhran etkisi yarattı. Kalabalığın yarattığı şokun ardından, birkaç aile üyesi dışında hiçbiriyle anlaşamadığımı da gördüm. Ve o zamandan bu zamana, Garmin'in ailesine yapılan her ziyaret, her bayram benim için kabusa dönüştü, çoğu zamandan içimden çığlıklar attım ama dayandım. Bu buhranın, sıkıntıların sebepleri çeşitli; daha önce de dediğim gibi ilk sebep kalabalık, ikinci sebep bu ailede sürekli yenilip içilmesi, sürekli masa hazırlanıp toplanması ve bana da bu aşamalarda önemli roller verilmesi ve benim bu durumdan nefret etmem. Üçüncü sebep, ailenin kimi üyelerinin meraklı olması; "Eeee B. çalışmıyor musun hala? B. birşey soracağım, planlarınızda çocuk var mı? Annenin oturduğu ev, annenin mi ablanın mı?" vb. Dördüncü sebep ise kötü bir espri anlayışına sahip olmaları. Neyse sebepler çeşitli, netice belli; onlarla birlikteyken iyi vakit geçiremiyorum, aksine daralıyorum! Fakat beni en çok daraltanları en büyük abla, doktor kendileri, evli ve bir çocuk annesi, bir rol model yani.


Bu ablanın, aldığı maaşla ve kazandığı paraların ne kadar çok olduğu ile ilgili uluorta konuştuğu gün, ben neye uğradığımı şaşırdım. "Banane kardeşim, senin aldığın paradan," dedim içimden, dışımdan ise "Aaaa harika, ne güzel," filan gibi birşeyler söyledim. Sürekli paradan bahsediyordu. Kendisinden soğumamın bir diğer nedeni ise masa hazırlama ve toplama törenleri esnasında kendisinin bir kraliçe gibi oturması oldu. Yaşlı filan da değil, benden 6-7 yaş büyük, ama doktor ya, böyle sığ işlerle uğraşmıyor ve açık açık "Ben emir vermeye alışkınım, uğraşamam bu işlerle," diyor ve benim tüylerimi diken diken ediyordu. Bu kraliçe gibi oturmasının yanısıra bize geldiğinde, masaya oturup, yerinden kıpırdamadan "B. şunu getir, bunu götür," demesi de iyice tırlattı beni. Sonra birkaç kere kendisinin evine gittiğimde bir de baktım ki, fena halde titiz, utanmasa üzerimize hortum tutup alacak bizi içeri. Evi zaten bir müze gibi çünkü kimse bir yere oturamıyor ve evdeki eşyaları kullanamıyor. Yere birşey dökerseniz, yandınız. Ama sizin evinizde o istediğini döküp, istediği gibi batırabiliyor ortalığı. Bir de insanlara vebalı muamelesi yapar bu şahıs. Kesinlikle öpmez, öper gibi yapar, şöyle bir kafasını vurur. Yani kendisi için temizlik, kendi hayatı herşeyin önündedir. Ben de titizimdir ama insanları sinir edecek ölçüde değil. Belki yazdıklarım, çoğu insan için rahatsız edici olmayabilir fakat ben takığım bu kadına. Son şovu ise beni evlerindeki alafranga tuvalete sokmamak oldu. Evinde toplam 3 tuvalet var ve gelen misafirler sadece alaturka tuvalete girebiliyor, mikrop oluyormuş, olmazmış. İlk söylediğinde şaka yapıyor sandım ve "Ben de alaturka tuvalete giremem," dedim, cevabı "Üzgünüm," oldu. Fakat bende film kopmuştu, bunun üzerine "İyi o zaman sen de bize geldiğinde tuvalete giremezsin, ödeşirizİ" dedim. Nasıl bir saçmalıktı bu anlayamadım ve çok sinirlendim. Sonrasında da onlara gittiğimizde - Allah'tan az gidiyoruz - kesinlikle tuvaleti kullanmadım.

Ve bugün benim bu hijyen tijenden intikam günüm, planım sıradan ve basit ama bana büyük keyif veriyor düşünmesi bile. Şöyle ki son 3-4 gündür sıklıkla hastaneye gidiyorum ve giderken de hep aynı kot pantolonu giyip, eve gelir gelmez üzerimden çıkartıyorum, olası mikropları eve yaymamak için. Ve sözkonusu kot pantolonu, herhalde içime doğmuş olacak ki, dün yıkayacakken vazgeçtim ve bu akşam bu sevgili ablaya gideceğimizi öğrendim. Bilin bakalım ne giyip gideceğim? Tabiki hastane kotumu! Şöyle bağdaş kurup filan oturacağım o müzelik koltuklarında, paçalarımı her tarafa süreceğim ve hastaneden getirdiklerimi onun evine bırakacağım. Kullanamadığım tuvaletin ve daha pek çok şeyin intikamını alacağım böylece. Gerçi intikam, sevmediğin insana benzemene sebep olur derler ve doğru derler ama bir kereden birşey çıkmaz herhalde.

Sosyal Destek...

Sigarayı bırakmam konusunda bana en büyük desteği veren ve beni yapabileceğime inandıran ilk kişi Toru oldu. Onu tanıdığımda sigarayı yeni bırakmıştı ve sigara yerine limonlu pastil çiğniyordu. Ben de bırakabilirim, dememe neden oldu Toru. Sigarayı bırakmış olmasına rağmen çok sakin ve huzurlu gözüküyordu. Bu da bir etkendi benim için.

Sonra Garmin. Yıllardır, on yıldır neredeyse, sigarayı bırakacağım günü bekliyordu. Çok mutlu 3-4 gündür içmediğim için. Ve elinden geleni yapıyor, sigarayı unutmam için.

Annem de fena bir destekçi sayılmaz. Genelde "İçme şu zıkkımı" diye haykırırdı, beni elimde sigarayla görünce. Bu arada kendisi de arada sırada içer. Dün birlikte oturduğumuz kafede herkesi sigara içer görünce, "Ya herkes içiyor ama" deme gafletinde bulundum ve kendisi hemen başladı; "Ne yani, içsinler, saçma sapan bir iş, püf püf yap, eeee, bak ben de içmiyorum kaç gündür, öksürmüyorum, cildim güzel, şimdi içip hasta olup size yük mü olayım." Fazla konuşan ve sert bir destekçi kendisi ama idare ediyor yine de.



Kuaförüm de destekçilerimden biri. Ben genelde kuaföre gitmeyi hiç sevmem, rahatsız hissederim kendimi. Hiçbir zaman da beni kapıdan uğurlayan, geldiğimde yüzünde güller açan, ismimi bilen bir kuaförüm olmadı. İlk kez bu sene böylesi bir kuaföre sahip oldum. Nedense anlaştık kendisiyle. Henüz saçlarımı kestirecek kadar güvenmiyorum ama fön konusunda çok uyumluyuz veeee beni kapıya kadar geçiriyor sağolsun, geldiğimde de yüzüme bön bön bakmıyor ve beni tanıyor. Her neyse, kuaförümü yazmak değildi burada amacım. Cumartesi sabahın köründe saçımı fönletmeye gittim ve tam o fön çekmeye başlayacağı sırada, "Sigarayı bıraktım," dedim. Kendisi de bir sigaraiçer olduğu için çok sevindi ve hemen sordu "Kaç gün oldu?" "Bir gün ama kararlıyım," dedim. "Tebrik ederim, umarım ben de bırakırım" diyerek desteğini esirgemedi benden sağolsun.

En çılgın ve bir daha göreceğimi tahmin etmediğim destekçimle ise Cumartesi akşam saatlerinde karşılaştık. Kendisi bindiğim dolmuşun şoförüydü. Sarı uzun saçları ve hafif sıyırmış bir hali vardı. Yanındaki tek kişilik koltuğa oturdum, bariz bir şekilde diğer yolcular oraya oturmak istemedi çünkü. Neyse, yolculuğun başında ablam aradı ve onunla sigarayı bırakmam üzerine sohbet ettik, o da destekçim ama uzakta olduğu için yazmadım. Sonra telefonu kapattım ve tam kucağımdaki kitabı açmak üzereyken, şoför "Hanımefendi istemeden kulak misafiri oldum. Sigarayı bırakmışsınız, kaç gün oldu?" diye sordu. "İkinci gün, bugün," dediğimde biraz hayal kırıklığına uğradı ama devam etti. "Ben günde 3 paket içerdim fakat 4,5 yıldır ağzıma sürmedim. Size tavsiyem hiç elinize bile almayın. Böyle kitap okumakla da olmaz." "Yok ben normalde de, yani sigara içerken de kitap okurdum," dedim ama ikna olmadı. "Kitap okumakla oyalanamazsınız, çıkın dışarı koşun, yürüyün, ciğerlerinizin açıldığını hissedin. O zaman canınız içmek de istemez. Söyleyeceklerim bu kadar. Şimdi buyurun kitabınızı okuyun," dedi. Teşekkür edip, kitabı açtım. Tam o sırada "Pardon. Evli misiniz?" dedi. "Evet" dedim ve dolmuşun arka koltuklarındaki diğer yolcuların bizi izlerken ve dinlerken bayağı keyifli vakit geçirdiğini düşünmeye başladım. "Evliyseniz, üçüncü haftadan itibaren kocanıza dikkat edin. Çok ciddi bir asabiyet oluyor. Şimdi buyrun kitabınızı okuyun," dedi tekrar. Kendisine gönülden teşekkür ettim ve kesin olarak kitabıma geri döndüm. Açıkçası dolmuşa binerken, eve dönmeden, zihnimde bir yerde oturup bir tanecik sigara içmek vardı ama çılgın dolmuş şoförünün etkisiyle direkt eve gittim ve Garmin'den bana kestane yapmasını rica ettim. Beni şımartmaya kararlı olduğu için hemen mutfağa koştu. Ve ben de sigarayı bırakmamın ikinci gününde, kucağımda kestanelerimle, hiç kimsenin sigara içmediği Grey's Anatomy'nin dünyasına daldım.

4 Şubat 2011 Cuma

Adım Adım Adım

Dün tarihi bir gündü. 4 Şubat. Hala aklımdan çıkaramamış olsam da sigarayı bıraktım! Uzun zamandır ve çok içen biri olarak işim biraz zor. Örneğin sabahları erken kalktığımda, önce gider kahve yapar sonra da sessiz adımlarla balkona süzülüp sigara içerdim. Garmin bir sigarasevmez olduğu için çok kızardı sigara içmeme ama ben "Ayyy seviyorum, ne yapayım, ben böyleyim," diyerek içmeye devam ederdim. Garmin uyanana kadar 2-3 tane içtiğim olurdu. Günün kalanında da yemeklerden sonra, kahveyle iki-üç tane şeklinde 15-20 sigara içiyordum. Fakat dün itibariyle bıraktım, evet aklımda ama halledebilirim diye düşünüyorum. Hedefim şu kalkar kalkmaz sigara içen bağımlı halinden çıkmak. Bir de düşününce o kadar anlamsız bir aktivite ki, eline düdük gibi birşey alıyorsun, 5 dakika içine çekiyorsun, etrafa dumanlar savuruyorsun, bir de tüm bunları yapamadığın zaman krizlere giriyorsun. Mesela dün bütün gün başım inanılmaz ağrıdı, herhalde vücudum şoka girdi. Sigarayı bırakmada en önemli mesele, günlük rutinin bozulması. Örneğin bu sabah erken kalktım ve kahve de sigara içemiyorum; o zaman ne yaptım? Bir bardak su içtim ve kucağıma bilgisayarımı alıp bir köşeye oturdum. Aslında hedefim, itiraf ediyorum, eğer Garmin işe gitseydi, sabah bir tane içmekti, kafayı manyak gibi takmamak için ama. Fakat Garmin bugün gitmemeye karar verdi ve ben de içmiyorum. Bitti canım bu mesele gerçekten bitti, düşünmemeliyim de.



Sigarayla birlikte kahve, alkol, çay da hayatımdan çıktı. Dün gece annem ve Garmin alkollü kokteyllerini hüpletirken ben kanepede pelte gibi yatmak durumunda kaldım. Neyse alışacağım hepsine. Sigara içmediğim için kötü kokmayacağım, cildim güzelleşecek, ciğerlerim temizlenecek. Alışkanlık, bağımlılık denilen şey rezalet birşey zaten, insanı aciz bir konuma düşürüyor, sigara içebilmek için yaptığım maymunlukları hatırlıyorum da. Ve en iyisi kesinlikle hiç başlamamış olmak. Hiç içmemiş olanları fazlasıyla kıskanıyorum, bilmiyorlar, tatmamışlar, ne güzel.

Şu sigara yasağına da çok kızıyordum önceden ama şimdi harika bir şey olduğunu düşünüyorum. Oturduğum yerlerde etrafımda bir sürü sigara içen insan olmayacak. Ya zaten şu sigarayı toptan kaldırsalar, yok etseler olmuyor mu?

1 Şubat 2011 Salı

Güzel Bir Gün...

Birazdan çamaşır makinesi biiiiiiiiippp diye birkaç kez ötecek ve ben bu sese de, çamaşırları asacak ya da serecek olmama da sinirlenmeyeceğim. Çünkü bugün izleyici sayım %100 oranında arttı - HOŞGELDİNİZ! -ve ayrıca yemek yapmak için kestiğim soğanın içinden de bir kalp şekli çıktı. Sanırım evren, bana soğan aracılığıyla bir mesaj vermeye çalışıyor. İzleyici sayımdaki artışın ve soğanın içindeki kalp şeklinin yanısıra beni mutlu eden iki gelişme daha var; bunlardan ilki bugün disiplinli bir şekilde yazabilmiş olmam ve yemek yapma konusunda fena halde yeteneksiz bir insan olmama rağmen bugün yaptığım yemeklerin şahane olması. Neredeyse kendi yaptığım yemeği başkasının yaptığına inanacaktım, o kadar iyi olmuşlardı. Aferin bana!



Ve bu güzel günde ve öncesinde, Murakami'nin de çok büyük katkısı var. O yazsın, ben okuyayım, hatta ben de yazayım ve okunayım ve hepimiz sonsuza kadar mutlu yaşayalım.  Murakami ile tanışmamız "Kafka Sahilde" ile oldu, okuması çok keyifliydi, gerçi bitirdikten sonra kafamda oturmayan bazı şeyler vardı ama süreç şahaneydi açıkçası. "Kafka Sahilde"nin ardından, başka bir Japon yazarla devam edeyim dedim ve Kenzaburo Oe'nin "Kişisel Bir Sorun" adlı romanını okumaya başladım fakat ne yazık ki Oe ile anlaşamadık, Murakami'yi fena halde özledim. Ve bunun üzerine koşarak Murakami'nin bir başka romanını aldım; "Zemberekkuşu'nun Güncesi". Henüz çok başındayım ama mutluyum Murakami ile tekrar beraber olmaktan.

Evet bugün güzel bir gün; yemekler hazır, çamaşırlarla ilgili organizasyon tamamlanmak üzere, "Zemberekkuşu'nun Güncesi" beni bekliyor ve yarın da yazmaya devam edeceğim.