3 Mart 2025 Pazartesi

Yoksa bu 3. hafta mı?

İlk olarak sırtıma, pıt pıt dokunup kendimi tebrik ediyorum. Her Pazartesi yazma kararımı uyguluyorum, çok şükür! Yeşim Cimcöz'ün her hafta mail kutuma gelen, "Haftalık Atıştırmalar"ını okumak da beni motive ediyor. 'O yazmış, ben de yazayım' diyorum ve öyle de güzel yazıyor ki. Onun yazdıklarında; benim yazdıklarımın aksine bir konu bütünlüğü, faydalı video linkleri var. Belki ben de bir gün o seviyeye ulaşırım. Ama yazmaya ya da herhangi bir şeyi düzenli yapmaya devam etmek istiyorsak napıyoruz? Kendimizi kimseyle karşılaştırmıyoruz ve yapmak istediğimiz şeyi yapmaya devam ediyoruz!


Geçen hafta olmadı bence; iyi pişmedi, yeterince kabarmadı, lezzetsizdi, bir şey eksikti ya da gezegenler de, belki ay da bir gariplik vardı. Pazartesi gününe, yılda sadece bir iki kere yağmur yağan ama yağdı mı sağlam yağan ve hayatı felç eden bir yağmur ihitmaliyle yani kara bulutlarla başladık. Mesela atıyorum Ankara'da kara bulut görsen, dersin ki 'yağmur yağacak', yanına şemsiyeni alırsın vb. Burada kara bulut gördün mü tedirgin bir bekleyiş başlıyor çünkü bir saat sonra güneş de çıkabilir ya da birden çılgınca yağmur da yağabilir. Tüm yıl sıcak olan ve yağışsız bir iklimde yaşayınca insan yağmurdan korkar oluyor. Çocukların okulunda -tabiki açık havada- organizasyon olmasa çok da takmazdım ama Pazartesi ve Salı günleri bulutlar, aaa biraz yağdı, rüzgar mı şiddetlendi, ya çok yağarsa stresiyle geçti. Organizasyon günü bulutsuz ama serindi hava. Organizasyon da iyi geçti ama tüm gün ayakta, müzikler, yemekler, binlerce çocuğa yemek servisi derken yorucu geçti. Çocuklarla okul bitiminde eve geldik, hayalim dışarıdan yemek siparişi vermek, ayaklarımı uzatıp yatmak, çocuklar yatınca da dondurma kaşıklamaktı bir dizi karşısında, tercihen "Bad Sisters". Fakat Tombi boğazım ağrıyor dedi, Lokum dışarıdan yemek istemedi. Ben bir şeyler pişirmek için debelenmeye başladım, Tombi'nin boğazına sprey sıktım, bir baktım çamaşır sepeti dolu, haydi hop çamaşır, her taraf kedi tüyü, yemek pişerken bir de evi süpüreyim derken, yemek yiyebildik ve çocukları erkenden yatırdım. Dondurma yemek yerine akşamı "Nolur Tombi iyileşsin" diyerek geçirdim. Sabah okul için kalktığımızda Tombi kusmaya başlado. Garmin onu hastaneye, ben Lokum'u okula götürdüm. Bir gece iki gün hastane ardından Cumartesi rutine döndük. Tombi çok şükür toparladı.


Bu kaotik günlere Alexander McCull Smith kitapları eşlik etmeye devam etti. "The Right Attitude of Rain" den sonra "The Novel Habits of Happiness"a başladım ve bitirdim. 13 kitaptan oluşan Isabel Dalhousie serisini, sırayla okumayı çok isterdim ama kitaplar ingilizce olduğu için pahalı ve hepsi de kolay bulunmuyor. Burada ikinci el kitap satan bir dükkan var, oradan bulursam alıyorum Alexander McCull Smith romanlarını ve sıraya filan bakmadan okuyorum. Bu arada çok kitap yazmış Alexander bey, insan kıskanıyor. Dün de Nick Hornby'nin "High Fidelity" adlı romanına başladım. Anlatıcı 35 yaşında bir erkek olduğu için pek hoşuma gitmedi. Galiba erkeklerin bakış açısı hoşuma gitmiyor ya da bu kitaptaki adamın bakış açısı, emin olamıyorum. Aslında Nick Hornby romanlarını seviyorum, mesela "Juliet Naked", "State of the Union", "Just Like You" gayet tatlı romanlar. Bazı romanları filme ve diziye de uyarlanmış ama "High Fidelity" olmamış sanki, belki ilk romanı olduğu için. Bıraksam mı bitirsem mi diye düşünüyorum ama sanırım bitireceğim.


Dizilere de devam ettim; "Bad Sisters" cidden çok iyi her anlamda; hikaye, görüntüler, oyuncular; hepsi on numara. "Schitt's Creek" ise bir çeşit terapi gibi; durmadan izleyebilirim ama kendimi kontrol ediyorum. "White Lotus" son sezonun ikinci bölümünü de izledim. Yok akmıyor, açılamıyor gizemler, olaylar ama izlerim vaktim olursa. 


Yazdım ama bakın toparlayamıyorum, kopukluklar var, olmadı sanki ama devam. Bu hafta sağlıklı, sakin, huzurlu, neşeli geçsin inşallah. Aklıma yapacak yemek gelsin ve yaptığım yemekler lezzetli olsun. Çamaşırlar birikmesin, kimse cebinde kağıt mendil unutmasın. Geceyarısına kadar dizi izleyip uykusuz kalmayayım. Otopark girişine, yaya kaldırımına arabasını park edip, markete giren insan görünümlü yaratıklar Allah'a yakın insanlara uzak olsun. Pratik, becerikli bir insan olayım bu hafta, Alexander McCull Smith gibi seri seri roman yazma perileri omzuma konsun, hatta sırtıma çıkıp bana zorla yazdırsın. Herkes ama herkes için ya da şöylesi daha iyi; iyi niyetli, yumuşacık kalpli, hayalperest insanlar için her gün güzel olsun.

24 Şubat 2025 Pazartesi

Devam

 Sabahtan beri, oturup yazacağım, hiç de canım istemiyor. Motivasyonum yok. Kendi kendime "Eylem motivasyondan önce gelir" diye tekrarlayıp durdum bütün gün, belki de işe yaradı. 

Geçen hafta, neler yaptım diye düşünüyorum. Hatırladıklarım şöyle; 'Divorce' adlı diziyi bitirdim. Bence boşanmayı, aşk, çocuk, arkadaş ile ilişkileri çok güzel ve gerçekçi bir şekilde anlatmış. Dizinin, bana göre, en sinir bozucu tarafı, Sarah Jessica Parker'ın başrollerden biri olması. Sanki sadece ismini değiştirip "Sex and the City"den "Divorce"a geçivermiş. Bir de giysileri eskisi gibi değil ama dizideki elli yaşına merdiven dayamış, iki ergen çocuklu bir kadının giyebileceği şeyleri de giymiyor. Aynı sinir bozucu mimikler, aynı seke seke yürüyüş, saçlarını atma şekli, ellerini kullanışı hepsi Carrie ile aynı. Giysileri evet Carrie'ninki gibi çılgın değil ama bana sorarsanız, dizideki karakterin hayatı o giysilerle eşleşmiyor. Boşanma arifesinde, iki çocuklu, çalışan, işe gitmek için epey bir yol kateden bir kadın öyle giyinemez! Ve insan hiç yaşlanmaz mı???? Diziyi izlerken birkaç kere Sarah Jessica Parker'ın yaşına baktım, cevap her defasında aynıydı: 60!!!! Ama ben inanmak istemedim. Cildi, vücudu, saçları o kadar süper gözüküyor ki, insan inanamıyor. Yaş almaya karşı girişilen savaş, gerçekten zorlu birksavaş; spor yapacaksın, ağırlık kaldıracaksın, mobilite ve esnemeyi de pas geçmeyeceksin, düzenli cilt bakımı yapman ve yaptırman gerek, saçların dökülmeyecek, cildin kırışmayacak, donuklaşmayacak, sarkmayacaksın, daha neler neler. Maddi ve manevi zor bir süreç. Ve maalesef zenginlerin girişebileceği bir savaş bu. Evet evde spor yapılabilir, beslenmeye dikkat edilebilir, kremler, serumlar, maskeler kullanılabilir ama Sarah Jessica Parker'ı görünce, parası olanların başka bir şeyler yaptığını düşünüyor insan. Sinir bozucu, en azından benim için! Dizi güzel ama izleyin. Sonra "White Lotus"un ilk bölümünü izledim, sanki pek sarmadı ama belki açılır sonradan. Ardından da "Bad Sisters" başladım. Bayağı güzel, bir kere dizideki kadın, erkek tüm oyuncular gayet gerçekçi, ne bileyim en basitinden alınlarında kırışıklıklar var, fit değiller. Mesela üç çocuklu bir anne karakteri var; evi o kadar kaotik bir haldeki, 'işte dedim bizim ev', iyi geldi. Bir de, bir arkadaşımın önerisiyle "Schitt's Creek" bir diziye şöyle bir baktım, bayağı çılgın ve güzel bir dizi. Arabada çocukları beklerken izlerim. Bunları yazarken, 'Amma çok şey izlemişim' diye düşünüyorum ve dehşete kapılıyorum. Belki Sarah Jessica Parker dizi izleyeceğine spor yapıp, sağlıklı yemekler pişirdiği için böyle gözüküyordur ama şahsen ben, kanepede bir saat uzanıp bir şey izleyince dinleniyorum ya da arabada bir saat çocuklardan birinin aktivitesinden çıkmasını beklerken "White Lotus" izleyince vakit daha çabuk geçiyor.


Geçen hafta diziler dışında kitap da okudum. Muhteşem "Gizli Tarih"ten sonra -bence Donna Tart daha çok roman yazmalı çünkü üç romanından sadece bir tane kaldı okumadığım- Matt Haig'in "Zamanı Durdurmanın Yolları" adlı romanına başladım, bayağı da bir okudum ama "Gizli Tarih" gibi muhteşem bir romandan sonra olmadı, uymadı. Ben de sevgili Alexander McCull Smith'in "The Right Attitude to Rain" adlı romanına başladım ve bitirdim. Alexander McCull Smith'in romanlarını, tek kelimeyle anlatacak olsam, 'tatlı' derim. Karakterler iyi kalpli, düşünceli, nazik. Basit hayatların, minik sorunların, sıradan olayların anlatıldığı, gerçekten insana iyi gelen romanlar. Ben çok seviyorum ve her okuyuşumda, Edinburgh'ta yaşamak istiyorum. Belki bir gün!


Bazı haftalar ev işlerinde, iyi bir ritm yakalıyorum. Mesela yemek planlamam mantıklı oluyor, çamaşır yıkama, katlama, evi süpürme, toplama gibi işler bir bakıyorum son derece iyi bir rutinde ve kendime gün içinde dinlenecek zaman ayırabiliyorum. Bu, itiraf etmem gerekirse, nadir oluyor. Geçen hafta, bu anlamda iyi bir hafta değildi. Salı sabahı, bir arkadaşımla buluştum, eve 10 gibi döndüm, koşturmak zorunda kaldım ama çok sorun olmadı. Çarşamba sabahı aslında çok da keyif almadığım bir arkadaş grubuyla gereğinden fazla vakit geçirdim ve sonrası yokuş aşağı; evi süpüremedim, pratik olsun diye saçma sapan yemekler yaptım, evi toplayamadım, çamaşırlar birikti. Hafta sonu da hep bir organizasyon vardı. Cumartesi günü Lokum'la sabah 9'da evden çıktık, geri döndüğümüzde saat 5'ti, Pazar da günü de 3 kere evden çıktım ve geldim, aralarda yemek yaptım, evi süpürdüm, eve son girişim akşam 8'di ve tek isteğim derin derin uyumaktı ama olmadı maalesef. Bu hafta da biraz kaotik başladı ve öyle de gidecek gibi gözüküyor. Çocukların okul organizasyonları ve onların koşturmacaları var. Ama ne diyoruz, sağlık olsun ve herkes için güzel bir hafta olsun.  

17 Şubat 2025 Pazartesi

Gaza Geldim

 Yeşim Cimcöz'ün her hafta mail kutuma gelen "Haftalık Atıştırmalar" adlı mailini görüyor, silmiyor ama okumuyordum da... Bugün mutfak mesaimi kısmen bitirmiş, kahvaltımı etmiş, masada telefonuma bakıp soğuk kahvemi içerken, son gönderdiği yazıyı okudum. Çok hoşuma gitti. Öncekileri de okuyacağım. Yazı gerçekten büyülü bir şey, biri bir şeyler yazıyor ve o hop bir şekilde, yazan insanı tanımasan da ve birbirinden dünyalar kadar farklı hayatlarınız olsa da, kalbine dokunuveriyor. Ve -bunu aslında kendime söylüyorum- yazmak istiyorsan yazacaksın, koşmak istiyorsan koşacaksın, dans etmek istiyorsan dans edeceksin; alkışlara, onaya, ödüllere, gülümsemelere ihtiyaç yok! 


Yazma örneğinde ne yazmak istiyorum, iyi yazıyor muyum, ya kimse beğenmezse gibi düşüncelerden de uzak durmak gerek, yeni yeni öğreniyorum. Elizabeth Gİlbert'in "Big Magic" adlı kitabı, yazma konusunda gaza gelmek için çok değerli. Yavaş yavaş, sindire sindire okuyorum diyemeyeceğim; kaça kaça, kitabı görmezden gele gele okuyorum çünkü yazmaktan, kötü yazmaktan korkuyorum. Aslında önemli olan tek şey yazmayı sevmem. Elizabeth abla sayesinde, yavaş da olsa, bunu kabul etmeye ve harekete geçmeye çalışıyorum. 



İnsanoğlunun laneti, bence, ne yapacağını bilmek ama harekete geçmemek. Mesela hepimiz fiziksel hareketin, insan bedenine iyi geldiğini biliyoruz ama türlü bahanelerle hareket etmiyoruz. Hermann Hesse "Zamanın mı yok, hevesin mi?" demiş, bir yerlerde okudum. Fakat bu cümle bir tokat gibi patladı yüzümde. Yapmam gerektiği halde yapmadığım her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Ve birkaç günü kendime sürekli sordum; zaman mı heves mi? Cevap çok basit aslında ama insan kendine bile dürüst olmaktan kaçıyor. Bir de şöyle bir gerçek var, bir şeyi gerçekten istiyorsan o zamanı buluyorsun. Mesela; kolay, aslında bizi tüketen şeylere çok kolay zaman bulabiliyoruz. Kanepede yatıp saatlerce dizi izleyebiliyorum bazen, sonra da 'Nasıl yazayım ben? Bütün gün çocukların peşindeyim, bir de üstüne yemek, temizlik, şoförlük...' diyebiliyorum.


Her gün, üç dört satırlık, gün özetleri yazmayı düşünüyorum. Yazsam mükemmel olur, bence. Dönüp okur, gülerim ya da üzülürüm. Ya da bu sabah olduğu gibi, 'Geçen sene yağmur ne zaman yağmıştı?' diye düşünmek zorunda kalmam, açar bakarım deftere. Yağmur burada, yılda iki üç kere yağıyor ve yağdı mı da, kar tatili hesabı, okullar tatil oluyor. Sanki bu ara yağacak gibi hissediyorum. Tarihi bilsem ne olur, bence iyi olur. Umarım kısa zamanda, mini günlükler yazmaya başlarım ve buraya da her Pazartesi yazmaya devam ederim.

13 Ocak 2025 Pazartesi

Hayat

  


O kadar isterdim ki, bir işi düzenli yapabilmeyi. Gerçi kendime haksızlık etmeyeyim; bazı işleri, istemesem de düzenli olarak yapıyorum. Her gün 2-3 kere bulaşık makinesini doldurup boşaltıyorum, kirli temiz çamaşırlar vb ile ilgilenip, her sabah çocukları okula bırakıp evi süpürüyorum ve tabi yemek yapıyorum hemen her gün, pek kimse beğenmese de! Kendi istediğim ya da istediğimi sandığım şeyler konusunda ise hiç bir istikrar gösteremiyorum. Mesela her gün blog yazıp, spor yapayım dediğimde ertesi gün sanki bu kararları almamış gibi evi süpürmeye ve hiç bitmeyen ev işlerinde kaybolmaya devam ediyorum. Ve gerçekten yıllar yıllar yıllar geçip gidiyor. 
Kendi kendime yaşımı hatırladığımda, çocuklara baktığımda bazen dehşete kapılıyorum. Nereye uçtu gitti bu yıllar? Şimdi bunları yazarken, "Aman kapat gitsin bilgisayarı, ne diye yazıyorsun, kim okuyor, blog mu kaldı, herkes substackde çatır çatır yazıyor, sen yazsan ne olur yazmasan ne olur????" diyen güçlü bir ses var. Söylediklerine de hemen ikna oluyorum, açıkçası. Çok acayip, insan denen varlık gerçekten. Şu sıralar Serkan Karaismailoğlu ve Ali Karaismailoğlu'nun "Kalk Bi Dopamin Demle" adlı kitabını okuyorum, müthiş bir kitap. İnsan beynini ve insanın motivasyon mekanizmalarını, işleyişini anlatıyor. Sonra atomik alışkanlıklarla ilgili podcastler dinliyorum ve kafamda evden yapabileceğim şeyleri işleri planlıyorum; mesela minik adımlar atsam diyorum, her gün 2 satır yazsam, ya da okuduğum, sevdiğim kitaplarla ilgili videolar hazırlasam. Sonra masadaki tabaklar ve boş soda kutuları gözüme takılıyor. Onları toparlayıp, kuruyan çamaşırları topluyorum. Oğluma "Ödevin bitti mi?" diye seslenirken, kızıma "Hemen dişlerini fırçala" deyip, yüzümü temizlemek, en azından sıradan bir Koreli ev kadını gibi parlak bir cildimin olması için banyoya koşuyorum. Çocuklar yattıktan sonra, saçma sapan bir dizi izlerken de yine o ses "Çok yoruldun, bırak şimdi yazmayı, çizmeyi, bak bu yabancı dizi çok ilginç" diyor, kırışık önleyici serumumu sürmediğimi fark edip üzülüyorum. Ve bu satırları yazmak için masanın bir köşesine sıkışmışken, "Acaba şöyle kocaman bir yazı masan ve düzenli bir evin olsa her şey daha mı kolay olurdu" diyor o sinir bozucu ses. Sonra da "Çok bile yazdın, kapat hadi bilgisayarı" diye ekliyor, ben de dinliyorum.